• +90 (312) 231 80 76
  • +90 (533) 239 81 30
  • [protected email address]

Yayınlarımız

Miras Sebebiyle İstihkak Davası

24 Şub Cumartesi
16:21

6306 Sayılı Kanun’un 6. Maddesinin Anayasal Hak Ve Özgürlükler Açısından Ele Alınması

6306 Sayılı Kanun’un 6. Maddesinin Anayasal Hak Ve Özgürlükler Açısından Ele Alınması

07 Şub Çarşamba
10:40

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

7445 Sayılı Kanun Ve Dava Şartı Arabuluculuk

7445 Sayılı Kanun Ve Dava Şartı Arabuluculuk

07 Şub Çarşamba
10:41

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Aile Konutu

Aile Konutu

07 Şub Çarşamba
10:41

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Anayasa Mahkemesi Kararı Sonrası Değer Artış Payı

Anayasa Mahkemesi Kararı Sonrası Değer Artış Payı

07 Şub Çarşamba
10:42

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Anayasa Mahkemesi’nin Hukuki Kamulaştırmasız El Atmalara Yönelik Önemli Kararına İlişkin Değerlendirme.

Anayasa Mahkemesi’nin Hukuki Kamulaştırmasız El Atmalara Yönelik Önemli Kararına İlişkin Değerlendirme.

07 Şub Çarşamba
10:42

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Arkeolojik Sit Alanlarında Kalan Taşınmazların Hazine Taşınmazları İle Trampası

Arkeolojik Sit Alanlarında Kalan Taşınmazların Hazine Taşınmazları İle Trampası

07 Şub Çarşamba
10:43

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Arkeolojik Sit Alanlarında Kamulaştırmasız El Atma

Arkeolojik Sit Alanlarında Kamulaştırmasız El Atma

07 Şub Çarşamba
10:43

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinde Cezai Şart

Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinde Cezai Şart

07 Şub Çarşamba
10:43

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinde Tapu İptal Tescil Davaları.

Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinde Tapu İptal Tescil Davaları.

07 Şub Çarşamba
10:44

MURAT TEZCAN: 6306 SAYILI KANUN’UN 6. MADDESİNİN ANAYASAL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI


GİRİŞ

16.05.2012 tarih ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un çeşitli yönlerden malikleri hak kaybına uğrattığı bir gerçekse de, işbu makalemizde farklı kaynaklardan derlediğimiz bilgiler ışığında afet riski altındaki alanların kentsel dönüşümündeki uygulama hatalarına ve özellikle 6306 sayılı Kanun’un  6. maddesinin anayasa’ya aykırılığına değinilecektir.

A. AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN KENTSEL DÖNÜŞÜM USULÜ:

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(2) TOKİ veya İdare, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosyaya istinaden Bakanlıktan riskli alan tespit talebinde bulunabilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde, uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(3) Riskli alan belirlenmesi için bu alanda taşınmaz maliki olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişileri, birinci fıkrada belirtilen bilgi ve belgeleri ihtiva eden dosya ile birlikte Bakanlık veya İdareden riskli alan tespit talebinde bulunabilir. İdareye yapılacak talepler Bakanlığa iletilir. Bakanlıkça yapılacak inceleme neticesinde uygun görülen talepler, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak, teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

(4) Bir alanın riskli alan olarak tespit edilebilmesi için alanın büyüklüğünün asgarî 15.000 m2 olması gerekir. Ancak, Bakanlıkça uygulama bütünlüğü bakımından gerekli görülmesi halinde, parsel veya parsellerin büyüklüğüne bakılmaksızın ve 15.000 m2 şartı aranmaksızın riskli alan tespiti yapılabilir.

(5) Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı riskli alana ilişkin görüşünü on beş gün içerisinde bildirir.”

Yukarıda özellikle dikkat edilmesi gereken husus, riskli alan ilan edilecek arazi üzerindeki binaların sadece eski ya da yaşlı olması tek başına yıkım sebebi değildir. ( Turgay Güntekin- Riski Yapı Şerhi ve Arsa Payı Karşılığı İnşaat İşleri Makalesi). Riskli alan tespitini yapmaya yetkili kuruluşlar tarafından riskli yapıların tespiti yapılıp, gerekli yerbilimsel etüd raporlarının, zemin yapısına dair raporların hazırlanmasıyla; söz konusu alanın yukarıdaki tüm usuli süreçlerden geçerek, hangi nedenlerle ve hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığının kanıtlanması gerekmektedir.

Danıştay 14. Dairesinin 10.09.2013 tarihli kararındaki ifadesiyle “riskli alanın üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair farklı tarihlerde idarelerce hazırlanan teknik raporların, yapıların hangi yönlerden can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığını kanıtlayacak yeterli bilgi içermesi gerektiği açıkça gösterilmelidir.”

“Riskli Alan” kararı tamamen teknik nedenlerle ve ciddi can ve mal kaybı tehlikesi olması koşuluyla alınabilecek bir karardır.Yeterli araştırma ve inceleme yapılmaksızın sırf arazinin üzerinde bulunan yapılar eski olduğu için bu alanı riskli alan ilan etmek hukuka ve hakkaniyete aykırıdır. Dolayısıyla yetersiz inceleme sonucunda riskli alan ilan edilmesi suretiyle vatandaşların mülklerine zarar verilmesi, Anayasal güvence olan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.

B. TAŞINMAZLARI HAKKINDA RİSKLİ ALAN KARARI ALINDIĞINA DAİR MALİKLERE HİÇBİR BİLDİRİMDE BULUNULMAMASI SURETİYLE İDARENİN ANAYASAL GÖREVİNİ YERİNE GETİRMEMESİ SONUCU HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ HUSUSU:

Anayasa’nın, “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar.” şeklindeki 125. maddesi ve İYUK’ un 7. maddesi idari uyuşmazlıklarda dava açma sürelerinin, yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren başlayacağını öngörmektedir. Bu durumda idarenin riskli alan kararını ve bu karara karşı ne sürede, hangi hukuki yollara başvurulması gerektiğini müvekkillere bildirmemesinin Anayasa’ya diğer kanunlara aykırılık teşkil edeceği muhakkaktır.

İdari işlemde başvuru yollarının gösterilmesi, idarenin hukuka uygunluk denetimi ve idari işlem sonucu hakları etkilenen kişilerce hak arama özgürlüğünün kullanılabilirliği açısından önemli bir işleve sahiptir. Danıştay’ın, başvuru yollarının belirtilmemesi durumunda, dava açma süresinin ilgililere karşı ileri sürülemeyeceği şeklindeki kararları bu çerçevede değerlendirilebilir.

İdarenin yükümlülüğünü yerine getirmemesi sebebiyle ilgililerin maruz kaldığı olumsuz sonuç (davanın süre aşımı nedeniyle reddi) karşısında, süre aşımı iddiası ilgililere karşı ileri sürülemeyecektir. (Yeliz ŞANLI ATAY- İdari İşlemlerde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü)

Danıştay 7. Dairesi’nin 11.04.2007 tarihli E.2006/41, K.2007/1679 sayılı kararı bu yöndedir:

İncelenen dosyada; Vergi Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ve 18.5.2005 tarihinde bizzat davacıya tebliğ edilen ödeme emirlerine karşı 7 günlük dava açma süresinin son günü olan 25.5.2005 tarihi geçirildikten sonra, 16.6.2005 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dosyada bulunan ödeme emri fotokopilerinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava açılması halinde, yetkili mahkemenin İstanbul Vergi Mahkemesi olduğu belirtilmesine karşın, dava açma süresine ilişkin bir bilgiye yer verilmediği tespit edilmiştir. Bu durum ise, Anayasanın 40. maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçesinde de belirtildiği gibi, 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunda yer alan dava açma süreleri ve bunlara ilişkin diğer özel düzenlemeler dikkate alındığında, son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından öngörülen zorunluluğa uyulmadığını göstermekte, dolayısıyla, Anayasanın 36. maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmakta ve Anayasanın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, özel yasasında yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emirlerinin içeriğinde, bu bilgiye yer verilmemiş olduğundan, bu ödeme emirlerine karşı açılan davada, anılan Anayasa hükmü karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”

İdarenin bildirim yükümlülüğünü yerine getirilmemesinin hukuki sonucu, dava açma süresinin işlemeye başlamamasıdır ve Danıştay’ın, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerini dayanak kılarak vardığı yukarıdaki sonuç doğrudur.

Yine Danıştay, konuya ilişkin ikinci kararında, idarenin özel dava açma süresini belirtmemesi durumunda genel dava açma süresinin uygulanması gerekliliği sonucuna ulaşmıştır:

“İdarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmesi esas olmakla birlikte, belirtilen yükümlülüğün yerine getirilmemesi, idari işlemlere karşı açılan davalarda dava açma sürelerinin işletilmeyip, ihmal edilmesi sonucunu da doğurmamalıdır. Anayasa’nın 125. maddesinde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağının belirtilmesi karşısında, usulüne uygun tebliğ olunan veya bütün unsurlarıyla ilgililer tarafından öğrenilen idari işlemler üzerine, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda açıkça belirtilen ve ilgililerce de bilindiği kabulü gereken genel dava açma sürelerinin işletilmesi zorunludur. Ancak idari işlemlerin nitelikleri gereği özel yasalarda, genel dava açma süreleri dışında ayrı dava açma sürelerinin öngörülmüş olması halinde, idare tarafından idari işlemlerin nitelikleri ve tabi oldukları dava açma süreleri gösterilmedikçe özel dava açma sürelerinin işletilmesine olanak bulunmadığından, Anayasa’nın 40. Madde hükmü uyarınca, özel dava açma süresine tabi olmasına rağmen, bu hususun idari işlemde açıklanmaması halinde, dava konusu idari işlemin tebli-ği tarihinden itibaren, özel dava süresinin değil, 60 günlük genel dava açma süresinin uygulanması gerektiği sonucuna varılmaktadır”. (D.4.D., E.2005/2134, K.2006/2156, k.t.13.11.2006)

Şekil unsuru, aslında usûlün bir parçası olmakla birlikte daha kapsamlıdır, usulü de kapsar Şekil unsurundaki eksiklikler ise idari işlemin yok hükmünde sayılması için tek başına yeterli olabilmektedir.

6306 sayılı Kanun 6. maddesi uyarınca 30 güne indirilen riskli alan kararına karşı dava açma süresi, açıktır ki özel kanunla düzenlenmiş bir dava açma süresidir. Bu durumda idarenin özel kanununda düzenlenen dava açma süresini vatandaşların bilmesi gerektiğini ileri sürerek, vatandaşa bu konuda hiçbir bilgilendirmede bulunmaması esasen idarenin Anayasa’dan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemesi manasına gelmektedir. Bu durumda Danıştay’ın yukarıdaki kararı emsal teşkil edecektir. Vatandaşın her türlü kanunu, yönetmeliği vs. bildiğini varsaymak ve bu varsayıma dayanarak işlem yapmak hukuka ve hakkaniyete aykırıdır.

C.6306 SAYILI KANUNUN UYGULAMA YÖNETMELİĞİNDE, RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMEDEN ÖNCE ZORUNLU OLAN USULLERE UYULMADAN RİSKLİ ALAN İLAN EDİLMESİ DURUMUNDA, İDARENİN İŞLEMİNİ ŞEKİL YÖNÜNDEN SAKATLANMAKTADIR VE DOLAYISIYLA İŞLEM YOK HÜKMÜNDE SAYILACAKTIR.

6306 Sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde riskli alanın tespitinin hangi usullerle yapıldığı şu şekilde belirtilmiştir:

“MADDE 5 – (1) Riskli alan;

a) Alanın, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığına dair teknik raporu,

b) Alanda daha önceden meydana gelmiş afetler varsa, bunlara dair bilgileri,

c) Alanın büyüklüğünü de içeren koordinatlı sınırlandırma haritasını, varsa uygulama imar planını,

ç) Alanda bulunan kamuya ait taşınmazların listesini,

d) Alanın uydu görüntüsünü veya ortofoto haritasını,

e) Zemin yapısı sebebiyle riskli alan olarak tespit edilmek istenilmesi halinde yerbilimsel etüd raporunu,

f) Alanın özelliğine göre Bakanlıkça istenecek sair bilgi ve belgeleri,

ihtiva edecek şekilde hazırlanmış olan dosyaya istinaden ve Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü alınarak Bakanlıkça belirlenir ve teklif olarak Bakanlar Kuruluna sunulur.

Sayılan usuli yollardan geçmeden verilen riskli alan kararı, şeklen sakat olacağından açıktır ki yok hükmünde olacaktır.

Şekil unsuru, idari işlemlerin yapılması sırasında uyulması gereken şekil ve usul kurallarını içerir. İdare hukukunda şekil işlemin esaslı unsurunu teşkil eder. Şekil, işlemin devletin fonksiyonlarına, kamu yararına uygunluğunu temin edecek önemli bir araçtır. Bu sayede tasarrufu yapacak makam ve kişiler kararlarını daha esaslı bir surette düşünerek ve sonuçlarını iyice hesap ederek verebileceklerdir. (Hüseyin Melih Çakır- Danıştay Kararları Çerçevesinde Yokluk Teorisi, İst./2010).

Danıştay 5.Dairesi 22.11.1988 tarih, E.1988/2845 – K.1988/2749 sayılı  kararında şekil unsurunun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İdari işlemlerde şekil, işlemin hukuken geçerlik kazanmasının önemli öğelerinden birisini oluşturmaktadır. O kadar ki, bir işlemin tesisinde, yasanın, düzenleyici tasarrufların veya yerleşmiş içtihatların öngördüğü koşullara uyulmamış olması o işlemi hükümsüz kılabilir veya iptaline neden olabilir. Özel hukukta, şekil serbestliği ve irade özgürlüğünün asıl olmasına karşılık idari işlemlerde yazılı şekil esastır. İdarenin işlemlerinde yazılı şekle bağlılık, idareleri daha dikkatli bir incelemeye, görüşüp tartışmaya ve bu suretle hukuka uygun bir karar tesisine götürür. İlgiler yönünden ise, şekle bağlılık idareye ve işleme güveni sağlar. Bir idari işlemin tesisinde hangi şekle uyulacağının Anayasa, yasa, tüzük veya yönetmelikçe belirlenmiş olması durumunda, işlemin bu şekle uygun olarak tesis edilmesi idare yönünden zorunluluk taşır.”

4. İdari işlemlerin hukuk aleminde var olabilmesi için ya da uygulanabilmesi için bazı şekil kuralları konulmuşsa bu kurallara uyulmaması, işlemin yoklukla malul sayılması sonucunu doğuracak kadar ağır bir hukuka aykırılık sebebidir. (YILDIRIM, Turan, “İdari Yargı”, syf.169., Beta Yayıncılık, İstanbul, 2009)

D.YETERLİ ARAŞTIRMA VE İNCELEME YAPILMAKSIZIN VERİLEN RİSKLİ ALAN İLANI SEBEP UNSURU YÖNÜNDEN SAKATTIR VE YOK HÜKMÜNDEDİR.

Danıştay 11.Dairesi 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdari işlemin sebebi mevzuatta açıkça belirtilebileceği gibi; ‘lüzumu halinde’, ‘gerektiğinde’, ‘gerekli görülen durumlarda’ gibi ifadelerle idareye sebebin tayini konusunda takdir yetkisi tanınması da mümkündür. İlk halde idarenin bağlı yetkisi söz konusudur. Bu durumda mevzuata bakılarak sebebin varlığı veya yokluğu kolayca tespit edilebilir. İkinci halde ise idarenin takdir yetkisi olduğu görülmektedir. Ancak idare bu yetkisini görülen hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun olarak kullanmalıdır. Aksi halde idari işlem, sebep unsuru yönünden sakat hale gelecektir.

Danıştay 11.Dairesi de 17.12.2007 tarih ve 2005/2069 Esas sayılı kararında, idari işlemin sebep unsurunu, “İdari işlemin tesisinin dayanağı olan mevzuatta önceden belirlenen ve idareyi o işlemi tesis etmeye iten maddi ve hukuki sebepler” olarak tanımlamaktadır.

İdare Hukukunda sebepsiz işlem olamaz ve her işlemin mutlaka bir sebebinin bulunması gerekir. Bu sebep, maddi bazı olaylar olabileceği gibi, o işlemden önce yapılmış başka bir işlem de olabilir. Sebep olarak gösterilen hukuksal işlemin sakat olması, esas işlemi de sebep yönünden sakatlayacak ve iptaline neden olabilecektir. Buna karşın bir işleme dayanak olarak, yok hükmünde olan bir işlemin gösterilmesi, yapılan işlemin de yok hükmünde olması sonucunu doğuracaktır. Nitekim Danıştay’ın uygulaması da bu doğrultudadır. (Yunus YILMAZ – İdare Hukukunda Sebep Unsuru ve Sebep İkamesi).

Danıştay 7.Dairesi, 8.11.2007 tarih, E.2007/695 – K.2007/4612 sayılı kararında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “…İdare, tesis ettiği idari işlemi, gerçek ve hukuka uygun, sebep ya da sebeplere dayandırmak zorundadır. İdarenin dayandığı sebebin gerçek olması, varlığının, usulüne uygun olarak yapılan tespitlerle ortaya konulmuş bulunmasını anlatır.İdari işlemin “varlık” koşullarının yokluğu, bizzat idari işlemin de yokluğu sonucunu doğuracağından, işlem hiç doğmamış kabul edilir ve hiçbir zaman hukuka uygun bir duruma getirilemeyecekleri gibi bir başka işleme de hukuki dayanak oluşturamazlar.”

E.KAMU YARARI GÜTMEKSİZİN, SIRF RANT SAĞLAMAK AMACIYLA YAPILAN RİSKLİ ALAN İLANI AMAÇ YÖNÜNDEN SAKATTIR.

Amaç unsuru, idari işlemden beklenen nihai sonucu ifade etmektedir. Kuşkusuz idarenin, idari işlemden beklediği sonucun ne olduğunu anlamak için onun işlemi yaparken hangi niyetle hareket ettiğini belirlemek gereklidir. Her idari işlemin temel bir amacı vardır; o da ‘kamu yararı’ dır. İdari kuruluşlar, kendilerine tanınan yetkileri ancak kamu yararı için kullanabilirler.

Her ne kadar amaç unsurundaki sakatlıklar yokluk sonucunu doğurmasa dava konusu idari işlem ile alınan riskli alan kararının kamu yararına sahip olduğu söylenemez. Zira riskli alan ilan edilen arazide herhangi bir risk tespiti yapılmamış, sadece KENTSEL RANT SAĞLAMAK AMACIYLA vatandaşların mülkiyet hakkına zarar verilmektedir.

Riskli alan ilan edilen alanın özellikle seçilmiş olması ve ilgili krokide sanki cetvelle belirlenmiş gibi bulunması nedeniyle, alınan kararın imar yoluyla, kentsel rant elde etme amacı taşıdığı düşünülmektedir. Kamu yararı içermeyen bir riskli alan ilanı hakkaniyet gereği ortadan kaldırılmak zorundadır.

2. 6306 SAYILI KANUNUN 6. MADDESİNİN İPTALİ İSTEMİ HAKKINDA:

A. 6306 SAYILI KANUN İLE İYUK MADDE 7 UYARINCA NORMALDE 60 GÜN OLAN İDARİ DAVA AÇMA SÜRESİNİN 30 GÜNE DÜŞÜRÜLMESİ  VATANDAŞLARIN HAK KAYBINA YOL AÇMAKTADIR VE ANAYASAYA VE AİHS’YE AYKIRILIK TEŞKİL ETMEKTEDİR.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinde altmış gün olarak düzenlenen dava açma süresi, 6306 sayılı Yasanın 6. maddesi ile 30 gün olarak kısaltılmıştır. Bu maddeye göre idari işlemlere karşı, tebliğ süresinden itibaren otuz gün içerisinde İdari Yargılama Usulü Kanunu uyarınca dava açılabilecektir.

İdare karşısında eşit güçte olmayan yurttaşın dava açma süresinin daha da kısaltılması hak arama hürriyetini sınırlandıran bir durumdur. Bu durum, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine de açıkça aykırıdır. Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı kimliğiyle sav ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. (Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun Tasarısı Değerlendirme Raporu,14 Mart 2012,TMMOB Mimarlar Odası)

Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında“Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.

Anayasa 36. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.

AİHS.’nin “Adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. Maddesinin 1. Fıkrasında;

“Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.

Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir.” hükmü yer almıştır.

Anayasanın bu hükmü ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Avrupa İdarenin İşlemlerine Karşı Bireyin Korunması Hakkında Kararına göre Sav ve savunma hakkının kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engellerin kaldırılması gerekmektedir.

Bu nedenle 6306 sayılı Kanuna dayalı idari işlemler hakkında, genel dava açma süresi altmış günün kısaltılması değil, tam tersine Yasanın ve prosedürünün karmaşık olması nedeniyle dava açma süresinin uzun tutulması suretiyle yukarıda yer alan bu düzenlemelere uygun olarak bireylere sav ve savunmalarını yapmaları için makul ve gerekli bir sürenin tanınması gerekmektedir. (KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Sav ve savunma hakkı birbirini tamamlayan ve birbirinden ayrılması olanaksız niteliğiyle hak arama özgürlüğünün temelini oluşturur. Önemi nedeniyle hak arama özgürlüğü, yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme uğraşının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır.

16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesi kendi içinde de çelişkiler taşımaktadır. Şöyle ki; 6. Maddenin birinci fıkrasında; “Yeniden bina yaptırılmasına, payların satışına, kat karşılığı veya hâsılat paylaşımı ve diğer usuller ile yeniden değerlendirilmesine paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.” denilmekte iken aynı maddenin ikinci fıkrasında “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmünün yer aldığı, yine yasanın 6. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında ise “Bu maddeye göre yapılan devir işlemleri ile kamulaştırmaya dair ihtilâflar hakkındaki dava ve takipler sadece bedele ilişkin olarak, riskli alan ve riskli yapı tespitleri ile yıktırma iş ve işlemleri hakkındakiler ise sadece bina ve enkaz bedeline ilişkin olarak yürütülür ve sonuçlandırılır.” hükmünün yer aldığı görülmektedir.(KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN, 6306 SAYILI YASA KAPSAMINDA HAK VE ÖZGÜRLÜKLER AÇISINDAN ELE ALINMASI-Selami DEMİRKOL,Zuhal BEREKET BAŞ)

Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde yasanın kamuoyuna yansıtıldığı gibi gönüllülük ve anlaşma esasına dayanmadığı görülmektedir.

İvedi yargılama usulüne tabi işlemlerle ilgili vatandaşlar dava açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. Bu anlamda ivedi yargılama usulüne tabi işlemler için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesi uygulanamayacağı düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu düzenlemeyle, vatandaşların idarenin aldığı kararlar konusunda usule veya esasa yönelik açıkça bir hukuka aykırılık tespit etmiş olsalar bile bu konuda idarenin hatasından dönmesine yönelik başvuru yapmasının önü kapatılmıştır. Açıkça hukuka aykırı bu düzenleme, telafisi güç veya imkânsız zararlara yol açsa da vatandaşların bu işlemlerin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem tesis etmesini isteyemeyecektir. (http://www.hukukneder.com/ivedi-yargilama-usulu-nedir-ve-elestirisi/)

Koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan yanlışlıkla acele kamulaştırma konusu yapılsa dahi vatandaşlar bu yanlışlığın giderilmesi için idarelerden bir işlem tesis etmesi sonucunu doğuracak başvurularda bulunamayacaktır. Açıkça yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakkı ihlali sonucunu doğuracak bile olsa dava açılması gerekecektir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Yeni uygulamayla hem cevap süresi hem de savunma hakkı kısıtlanarak ivedi yargılama usulünde adil yargılanma hakkı sınırlandırılmıştır. Performans denetiminin ve iş yükünün ağır baskısı altındaki hakimlerin dosyalar hakkında bir an önce karar verme eğilimini tetiklemekten çok dosyalar hakkında yeterli inceleme yapılmadan kararlar verilmesine yol açacak bu düzenlemenin, içtihatlarla gelişen idari yargılama hukukunun gerilemesine de yol açacağını söylemek mümkündür.İçtihatların zayıflaması, idarenin işlemlerinden doğan hak ihlallerini arttıracağı için bu kapsamdaki dosyalardan pek çoğunun Anayasa Mahkemesi önüne adil yargılanma hakkı ihlali gerekçesiyle gitmesi kaçınılmazdır.

Anayasa’nın 125. maddesi “İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargısal denetime tabidir.” hükmünü ivedi yargılama usulüne tabi işlemler açısından işlevsiz kılacak bu düzenlemelerin Anayasa’daki temel hak ve özgürlükleri de kullanılamaz hale getirmesi mümkündür.

Bu düzenlemelerin, özellikle “Hak Arama Hürriyetinin” düzenlendiği Anayasa’nın 36. maddesini ihlal niteliğini aşikardır. Bu maddeye göre, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Ancak yapılan düzenlemelerin idari yargılama usulü sürecini hızlandırma amacını çokça aşan, savunma ve adil yargılanma hakkını ihlal eden bir anlayışı barındırdığını söylemek mümkündür.

Hele ki temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin Anayasa’nın 13. maddesi gözetildiğinde, savunma ve adil yargılanma hakkının, özüne dokunulmaksızın, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılması gerektiği anlayışı çerçevesinde “ivedi yargılama usulünün” Anayasa Mahkemesi’ne taşınması zorunlu hale gelmiştir. (Av. Fevzi Özlüer- İvedi Usulsüzlük)

Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 74. maddesinde düzenlenen dilekçe hakkını, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını ve 57. maddede düzenlenen konut hakkını ihlal ettiği de bu bağlamda belirtmek gerekir.

Yurttaşlar,  bu düzenlenmeye göre dava konusu işlemi ve dayanağı 30 gün içerisinde edinecekler, bu süre içinde değerlendirmelerini yapacaklar, dava açmaya karar verirlerse, bu süre içinde konuyu hukukçularına taşıyacaklardır. Hukukçuların değerlendirmeleri, dava için dilekçenin yazılması gibi tüm bu zaman alan süreçler dikkate alındığında, bu işlerin 30 günlük süre içinde yapılmasının neredeyse imkansız olduğu açıktır.

AİHM, dava açma süresinin kısa olmasının ve davaların şekli yorumlanmasının adalete erişim hakkını zedelediğine ilişkin pek çok karar vermiştir. Bu düzenlemenin mantığı, enerji santralleri, ulaşım ve tartışmalı mega projelerin yargısal denetim dışında tutma arzusunu içermektedir. Söz konusu düzenlemeyle, bu hukuksuzlukları yargıya taşımak isteyen yurttaşların adalete erişim hakkı zedelenmektedir.

SONUÇ OLARAK;

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle Anayasa’nın 13.,36.,40.,56.,57.,74.,125. ve sair maddelerini ihlal eden 16.05.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanunun 6. maddesine dayanarak verilen riskli alan kararları hukuka aykırıdır ve yok hükmündedir. Vatandaşların daha fazla mağduriyet yaşamaması adına riskli alan kararlarının yokluğun tespitinin yanında birçok Anayasal hakkı zedeleyen 6306 sayılı Kanun 6. maddesinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

 

Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinde Yüklenicinin Temerrüdü Ve Zarar Kalemleri

Arsa Payı Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinde Yüklenicinin Temerrüdü Ve Zarar Kalemleri

07 Şub Çarşamba
10:44

AV.MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU- AV. BEYZA CANBOLAT:

ARSA PAYI KARŞILIĞI İNŞAAT SÖZLEŞMELERİNDE YÜKLENİCİNİN TEMERRÜDÜ VE ZARAR KALEMLERİ


İnşaat sözleşmeleri, gündelik yaşamda en sık karşılaşılan eser sözleşmeleri türlerindendir. Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 470’te yer verilen tanım uyarınca eser sözleşmesi, yüklenicinin bir eser meydana getirmeyi, arsa sahibinin de bunun karşılığında bir bedel ödemeyi üstlendiği sözleşmedir. Yapılan tanım ile açıkça anlaşıldığı üzere, inşaat sözleşmeleri tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir.

Sözleşmenin bir tarafı olan arsa sahibi, eser sözleşmesinde belirlenen veya mevcut duruma uygun bir bedel karşılığında eser meydana getirilmesi işini karşı tarafa yükleyen kişi; yüklenici ise sözleşmeyi meydana getirmeyi ve belirlenen eseri teslim etmeyi taahhüt eden kişidir. Sözleşmenin tarafları gerçek kişi olabileceği gibi, tüzel kişi veya konsorsiyumlar olabilir.

Fakat belirtmek gerekir ki sözleşmenin esaslı unsurlarından olan bedel borcunu para veya para dışında malvarlığı değeri oluşturabilir. Örneğin çalışmamızın konusunu oluşturan arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerinde, arsa sahibinin borcu, yükleniciye belirli arsa paylarının devridir. Bedelin arsa payı şeklinde ödendiği bu sözleşme tipinde, niteliği itibariyle klasik eser sözleşmesi tanımından ayrılarak karma tipli sözleşme ortaya çıkmaktadır.

Arsa payı karşılığı inşaat sözleşmeleri, süre bakımından ani edimli sözleşmelerdir. Bu sözleşmelerde borçlu, edimini bir defada ve alacaklının ifadan elde edeceği menfaati süre açısından ölçülemeyecek bir an içinde gerçekleştirmektedir. İnşa süreci, yüklenicinin teslim borcunun niteliğinden kaynaklanan ve bağımsız düşünülemeyecek hazırlama faaliyeti özelliğini taşımaktadır. İnşa sürecinin belirli bir zaman dilimine yayılması sözleşmeyi sürekli borç ilişkisine dönüştürmeyecektir. Bu nedenle inşaat sözleşmelerinde teslim gerçekleşmediği müddetçe, inşaatın meydana getirilmesine yönelik hazırlama faaliyetlerinin geldiği aşamalar yüklenicinin kısmi ifada bulunduğu kabulüne yol açmayacaktır. Dolayısıyla ani edimli borç ilişkisinin mevcut olduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle yüklenici, edimini zaman bakımından sözleşmeye aykırı olarak teslim borcunu geç ifa ettiği takdirde temerrüde düşecektir.

Temerrüt, muaccel bir borcun, ihtarın yapılmış veya belli bir vadenin dolmuş olmasına rağmen borçlu tarafından ifa edilmemesi durumudur ve inşaat sözleşmelerinde temerrüt iki türde karşımıza çıkabilmektedir: eserin meydana getirilmesinde temerrüt ve tesliminde temerrüt.

Eserin meydana getirilmesi esnasında temerrüt oluştuğu ve bütün tahminlere göre yüklenicinin işi zamanında bitiremeyeceği açıkça anlaşılması  halinde, TBK özel hükümlerde yer alan eser sözleşmesi hükümleri uygulama alanı bulacaktır. TBK m.473/1 hükmüne göre, “Yüklenicinin işe zamanında başlamaması veya sözleşme hükümlerine aykırı olarak işi geciktirmesi ya da iş sahibine yüklenemeyecek bir sebeple ortaya çıkan gecikme yüzünden bütün tahminlere göre yüklenicinin işi kararlaştırılan zamanda bitiremeyeceği açıkça anlaşılırsa, iş sahibi teslim için belirlenen günü beklemek zorunda olmaksızın sözleşmeden dönebilir.”

Eser, yüklenici tarafından tamamlanmasına rağmen ancak teslim noktasında temerrüt oluştuğu takdirde TBK Genel Hükümler m.117 ve devamı uygulama alanı bulacaktır.

Genel hükümlere göre yüklenicinin teslim borcunda temerrüde düşmesinin koşulları şunlardır:

  • Teslim borcunun mümkün olması
  • Teslim borcunun muaccel olması
  • Teslim borcunun ifa edilmemiş olması
  • Temerrüdün objektif olarak borca aykırı olması
  • İş sahibinin ihtarda bulunması veya ihtar şartının aranmadığı durumlardan birinin bulunması

Teslim borcu, ifa imkansızlığının mevcut olmadığı durumlarda mümkündür. İfa imkansızlığı TBK m.136’da ”borcun ifası borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle imkânsızlaşırsa, borç sona erer.” şeklinde yer bulmuştur. İfa imkansızlığından söz edebilmek için imkansızlığın objektif ve sürekli olması gerekmektedir. Objektif imkansızlık, yalnızca sözleşmenin tarafı olan borçlu için değil, hiçbir şahıs tarafından ifanın mümkün olmadığı durumu ifade eder ve bu durum maddi veya hukuki sebeplere dayanabilmektedir .

İfa imkansızlığının söz konusu olduğu durumlarda yüklenicinin teslim borcu sona erecektir ve arsa sahibinin imkansızlıktan doğan zararlarını tazmin yükümlülüğü doğmayacaktır. Örneğin Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 2007/2163 E. 2007/5035 K. sayılı 20.07.2007 tarihli“İfanın imkansız hale gelmesi projenin yürütülmesi için zorunlu olan Çed olumlu belgesinin ve orman tahsis kararının idari yargı yerince iptal edilmesinden kaynaklanmaktadır. İptalin gerekçesi de uyuşmazlık konusu enerji santralinin I, II. ve III. derece doğal sit alanında kalması nedeniyle yapımına hukuken olanak bulunmamasıdır. Davalı bakanlığın mahkemelerin ve üst derece mahkemelerin kararlarını etkilemesi veya bağımsız yargı mercilerine müdahalesi Anayasa ve diğer kanunlar mucibince mümkün değildir. Kesinleşmiş yargı kararları idari merciiler de dahil olmak üzere herkesi bağlar (Anayasa m.138, İYUK.m.28). Yargı kararları ile oluşan imkansızlıktan dolayı davalı bakanlığa kusur atfetmek mümkün değildir.” kararında santralin bulunduğu alanın sit alanı ilan edilmesi sonucu gerekli belgeleri idari yargı yerince iptal edilmesi durumunu hukuki imkansızlık olarak kabul edilmiş ve kusur durumunun bulunmadığı yönünde hüküm tesis edilmiştir.

Yargıtay’ın 1977/971 E. 1977/1438 K. 29.06.1977 tarihli sayılı bir diğer kararında “O.D.T.Ü. Mühendislik Fakültesi İnşaat Bölümü Yapı Statiği ve tatbiki mekanik laboratuvarlarındaki denemenin yeterli sonuca ulaşmadığı ve Türkiye’deki fenni olanaklarda böyle bir tecrübenin yapılamayacağı sonucu ortaya çıkmıştır. Bu durumda ek sözleşmede kararlaştırılan mimari plan ve detayların yapılma borcu mümkün olmadığından davacıların sözü geçen borçtan kurtuldukları göz önünde tutularak teminat mektuplarının serbest bırakılması gerekeceği düşünülmeden…” gerekçesi ile, yapılan bilimsel araştırmalar sonucu inşaatın yapılamayacağı öngörüldüğünden yüklenicinin borcunun sona erdiği yönünde karar kurulmuştur.

Yüklenicinin temerrüdünün oluşması için yüklenicinin kusurlu olması şart değildir. Ancak temerrüt oluşması için yüklenicinin kusuru aranmasa dahi temerrüdün birtakım sonuçlarının doğması için kusur şartı bulunmaktadır. İş sahibinin, temerrüdün sonuçlarından olan aynen ifa veya aynen ifadan vazgeçerek sözleşmeden dönme talep hakkı kusur şartından bağımsızdır. Ancak, temerrüde bağlı tazminat talepleri, gecikme tazminatı, müspet zarar, menfi zarar veya aksi kararlaştırılmadıkça cezai şart yüklenicinin kusurlu olduğu durumlarda talep edilebilir. Temerrüde düşmekte kusurlu olmadığı hususunda ispat yükü ise yükleniciye aittir.

YÜKLENİCİNİN TEMERRÜDÜ HALİNDE İŞ SAHİBİNİN SEÇİMLİK HAKLARI

  1. AYNEN İFA VE GECİKME TAZMİNATI TALEBİ
  1. AYNEN İFA TALEBİ

TBK m.125’e göre, “Temerrüde düşen borçlu, verilen süre içinde, borcunu ifa etmemişse veya süre verilmesini gerektirmeyen bir durum söz konusu ise alacaklı, her zaman borcun ifasını ve gecikme sebebiyle tazminat isteme hakkına sahiptir.”

Arsa sahibinin, aynen ifayı talep edebilmesi için temerrüdün oluşması yeterlidir. Temerrüdün niteliğinden kaynaklı olarak yüklenicinin kusurlu olması zorunluluğu bulunmamaktadır. Temerrüt durumu, borçlunun borcunu sona erdirmeyecektir. Borç konusu edim, arsa sahibi tarafından talep edilebilirliğini kaybetmeyecektir.

Doktrinde kural olarak aynen ifa ve gecikme tazminatı için yükleniciye TBK m.123 uyarınca süre verilmesi şart değildir. Ancak diğer seçimlik hakların kullanılması halinde arsa sahibince yükleniciye öncelikle süre verilmelidir. Verilen süre içerisinde ifa gerçekleşmediği durumda arsa sahibi müspet zarar isteyebilir veya sözleşmeden dönebilir. Her ne kadar kabul kabul edilen görüşe göre aynen ifa talebinde yükleniciye süre tanımak zorunlu olmasa da Yargıtay birtakım kararlarında “Alacaklının aynen ifa ve gecikmeden dolayı tazminat isteyebilmesi için (BK. m.106/1), borçluya uygun bir mehil verilmiş olması ve verilen mehilden sonuç alınamaması gerekir. Bu koşulların varlığı diğer seçeneklerin kullanılabilmesinde de aranır. Borç, alacaklının tayin ettiği süre sonunda da ifa edilmezse, ayrıca bir ihtara gerek olmadan BK. m.106’daki seçeneklerden biri kullanılabilir.” gerekçesi ile süre verilmesi yönünde açıklamalara yer vermiştir. [YHGK 2015/13-737 E. 2015/2439 K.; YHGK 2015/13-804 E. 2015/2467 K.; YHGK 2015/13-809 E. 2015/2471 K.; YHGK 2014/23-724 E. 2016/168 K.]

Taraflar arasında akdedilen sözleşme uyarınca işin niteliği gereği veya sözleşmedeki düzenlemeye göre, inşaat yalnızca sözleşmenin tarafı yüklenici tarafından yerine getirilebiliyorsa ve yüklenicinin inşaatı yapması mümkün değilse imkansızlık söz konusudur. Ancak, yüklenicinin inşaatı yapması mümkün olduğu durumda, arsa sahibine ifa davası veya İİK m.30 uyarınca cebri icra yoluyla talep hakkı tanınmaktadır.

Yüklenicinin şahsen ifası zorunlu olmayan durumlarda nama ifa söz konusu olabilir. Nama ifa seçeneği TBK m.113’te düzenlenmiştir. Madde hükmü uyarınca, “Yapma borcu, borçlu tarafından ifa edilmediği takdirde alacaklı, masrafı borçluya ait olmak üzere edimin kendisi veya başkası tarafından ifasına izin verilmesini isteyebilir; her türlü giderim isteme hakkı saklıdır.”

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi 2016/6308 E. 2017/967 K. sayılı 28.03.2017 tarihli kararında arsa sahibinin kullanabileceği nama ifa hakkına şu şekilde yer verilmiştir. “TBK nın 113/1. fıkrasındaki “yapma borcu” ibaresi, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerinde sadece eksik inşaatın yapılması şeklinde değil; sözleşme gereğince yüklenici tarafından inşaatla ilgili yapılması gereken tüm işlemlerin yapılması şeklinde anlaşılması gerekir. Bu yorum tarzına göre, yüklenici tarafından yapılması gereken ancak yerine getirilmeyen tüm işlemlerin, masrafı yükleniciye ait olmak üzere arsa sahibi tarafından yapılmasına karar verilebilir. Somut olayda talebe rağmen, yüklenicinin sözleşmeden kaynaklanan Sosyal Güvenlik Kurumuna olan borcun ödenmesi ile yapı denetim şirketine hizmet bedeli ödenmesi için arsa sahibine nama ifa kapsamında yetki verilmemesi doğru olmamıştır.”

Arsa sahibinin, yüklenicinin temerrüdü durumunda aynen ifa talep edilebilmesi için ön koşul, ifanın temerrüt halinden sonra mümkün olması olup, gecikme tazminatı ve diğer tazminat türlerinde olduğu gibi yüklenicinin kusuruyla temerrüde düşme koşulu aranmamaktadır.

  1. GECİKME TAZMİNATI

Gecikme tazminatı niteliği itibariyle müspet bir zarardır ve arsa sahibinin, yüklenici temerrüde düşmeden borcunu ifa etmesi halinde sahip olacağı ekonomik durumla, temerrüt sonucunda içinde bulunduğu durum arasındaki farkı ifade eder. TBK m.125’te aynen ifa ile birlikte talep edilebilecek tazminat çeşitlerinden biridir. Kanunda bu iki istem birlikte düzenlendiğinden arsa sahibinin aynen ifadan vazgeçtiğini bildirerek yalnızca gecikme tazminatı talep etmesi mümkün değildir. Aynen ifa, muacceliyetin bir sonucu olup yüklenicinin kusuru aranmamasına rağmen, gecikme tazminatı yüklenicinin kusuruna bağlı bir taleptir. Yüklenici, temerrüde düşmekte kusurlu olmadığını ispat etmediği takdirde gecikme tazminatını ödemekle yükümlüdür.

TBK m.118’e göre, “temerrüde düşen borçlu, temerrüde düşmekte kusuru olmadığını ispat etmedikçe, borcun geç ifasından dolayı alacaklının uğradığı zararı gidermekle yükümlüdür.”

Gecikme tazminatının talebi için gerekli şartlar ise şunlardır:

  1. Borçlunun temerrüde düşmüş olması.

Bu şart incelenirken dikkat edilmesi gereken durum muacceliyet ve temerrüt arasındaki farkın tespitidir. İhtar çekildiği veya ihtarın gerekli olmadığı durumlarda muacceliyet günü temerrüt tarihidir.

  1. Borçlunun temerrüdünden kaynaklı bir zarar doğmalıdır.

Temerrüt sürecinde inşaatta meydana gelen değer düşüklükleri, yükleniciden ifayı talep için yapılan her türlü hukuki ve zorunlu giderleri, geciken edim yerine kiralanan veya satın alınan şeylerin bedelleri, depo, nakliye, işçi giderleri, ihtar masrafları, temerrüde düşen borçlu ile görüşme için yapılan seyahat ve diğer masraflar, geç ifa dolayısıyla ödemek zorunda kaldığı tazminat ve ceza koşulları gibi mevcut filli zararlar gecikme tazminatının konusunu oluşturur. Bunun yanı sıra inşaatın geç ifası dolayısıyla yoksun kalınan kar da talep edilebilir. Yoksun kalınan kar, arsa sahibinin elde etmekten mahrum kaldığı kazançları ifade etmektedir. Uygulamada en sık karşılaşılan kazanç kaybı “kira geliri”dir. Yüklenicinin temerrüdü oluşmasaydı, arsa sahibinin daha yüksek kira geliri elde edeceği veya üretim alanı olarak kullanabileceği bir inşaat söz konusu ise üretimden elde edeceği kazanç kaybı ispatlandığı durumda kira bedel farkı tazmini doğmaktadır. Ancak manevi zararlar gecikme tazminatı içerisinde değerlendirilmemektedir.

  1. Temerrüt ile doğan zarar arasında illiyet bağı bulunmalıdır.
  1. Yüklenicinin kusurlu davranışından zarar doğmuş olmalıdır.

TBK 125/1 hükmünde aynen ifa ve gecikme tazminatı bir arada düzenlenmiştir. Ancak, yukarıda yer verilen gecikme tazminatı şartları gerçekleştiği takdirde arsa sahibi tarafından aynen ifadan ayrı olarak gecikme tazminatı talebinde bulunulabilecektir. Yargıtay’ın da bu yöndeki yerleşik içtihadına göre, “Gecikme tazminatı konusuna gelince; 6098 s. TBK. m. 118/I (818 s. BK. m. 106/2)’de düzenlenen gecikme tazminatı, alacaklının borcun geç ifa edilmesinden uğradığı zararı karşılamayı amaçlar ve alacaklının borcun gecikmeden ifa edilmesindeki çıkarını sağlamaya yöneliktir. Bu nedenle gecikme tazminatı, ifa ile birlikte talep edilebileceği gibi, ifa temerrütten sonra yerine getirilmiş ve bir çekince (ihtirazi kayıt) ileri sürülmemiş olsa bile ifadan sonra talep ve dava edilebilir, ifa davasında talep edilmemiş olsa dahi gecikme tazminatı ayrıca dava edilebilir. (M. Kemal OĞUZMAN/Turgut ÖZ, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.1, İstanbul 2011, s.488) Aksinin kabulü, temerrüdün borçlu bakımından yaptırımsız kalmasına yol açar. Temerrüde düşen borçlunun “borcun geç ifasından dolayı alacaklının uğradığı zararı gidermekle yükümlüdür” hükmünü getirmiştir. Gecikme tazminatı, temerrüt tarihinden aynen ifaya kadar geçen dönem içindeki zararları kapsar (KILIÇOĞLU, a.g.e., s. 692)“

Gecikme tazminatının amacı, yüklenici temerrüde düşmeseydi arsa sahibinin içinde bulunacağı durumu arsa sahibine sağlamaktır. Bu nedenle temerrüt tarihinden aynen ifa tarihine kadar doğacak zararlar gecikme tazminatının konusunu oluşturur. En sık karşılaşılan zarar kalemi, kiraya verilebilecek inşaattan gecikme sebebiyle mahrum kalınan kira bedelleridir. Bu kira bedelleri “kira tazminatı” olarak adlandırılmaktadır. Sözleşmede, temerrüt durumunda yüklenicinin ödeyeceği kira tazminatı tutarı belirlenebileceği gibi, bu yönde bir düzenleme bulunmadığında kira bedeli rayice göre belirlenecektir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2014/1004 E. 2016/763 K. sayılı 08.06.2016 tarihli kararında kira tazminatının belirlenmesi hususunda şu yönde karar kurmuştur: “Yüklenicinin edimini zamanında ifa etmemesi nedeniyle talep edilebilecek olan kira tazminatı, teslimde gecikilen her ay için ödenecek bir miktar paradır. Kira tazminatı miktarı sözleşme yapılırken kararlaştırılabilir, bu şart geçerlidir. Tarafların maktu olarak belirledikleri miktar talep edilebilecek olan miktardır. Sözleşmede böyle bir şartın bulunmaması halinde ise talep edilebilecek tazminat miktarı, tespit edilecek olan rayice göre belirlenir.” 

Arsa sahibinin aynen ifa ile gecikme tazminatı talebinin esas olduğu noktasında kanuni bir karine mevcuttur. Nitekim 125. maddenin lafzı incelendiği takdirde görülecektir ki, temerrüt durumunda aynen ifa ve gecikme tazminatı esastır. İş sahibi tarafından müspet zarar ve sözleşmeden dönme seçimlik hakları ancak aynen ifa ve gecikme tazminatı hakkından vazgeçtiğini derhal bildirdiği takdirde kullanabilecektir. Bu yönde bir bildirimde bulunmadığında müspet zarar veya dönme seçimlik haklarını kullanmayacağı kabul edilir. İş sahibi bu hakkını, TBK m.123 gereği yükleniciye süre verme zorunluluğu bulunmadan her zaman kullanabilecektir. (bkz. Yukarıda Yargıtay’ın aksi yönde karar kurduğu kararlar) Ancak arsa sahibi aynen ifa ve gecikme tazminatı yerine TBK m.125/2’de öngörülen müspet zararın tazmini veya sözleşmeden dönme haklarından birini kullanmak istiyor ise borçluya uygun süre vermek zorundadır.

  1. MÜSPET ZARARIN TAZMİNİ TALEBİ

Yüklenicinin edimini zamanında ifa etmemesi, bir başka deyişle inşaatı teslim etmesi gereken süre içerisinde teslim etmemesi halinde arsa sahibinin sahip olduğu seçimlik haklardan bir diğeri de “müspet zararın tazminini isteme hakkı”dır. Bu hak, borçlunun temerrüdü sonucunda kullanılabilen bir hak olduğu için hakkın kullanımı, borçlunun ihtar çekilmek suretiyle temerrüde düşürülmesine bağlıdır. Arsa sahibi, müteahhidin mütemerrit olmasını takiben müteahhide borcunu ifa etmesi için ek süre de vermelidir. Arsa sahibinin bu girişimleri sonuçsuz kalmış; borçlu, edimini ek sürenin sonunda da ifa etmemişse arsa sahibinin müspet zararlarının tazminini isteme hakkı doğmaktadır.

Müspet zarar, doktrinde “borçlunun borcunu sözleşmeye uygun olarak ifa etmiş olsaydı alacaklının uğramayacağı bütün zararlar”olarak tanımlanmaktadır(Ahmet M. KILIÇOĞLU, Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt II, s.478, Turhan Kitabevi, 2001, Ankara).

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2014/9421E. 2016/1340 K. sayılı 04.03.2016 tarihli kararında ise müspet zararla ilgili şu ifadelere yer verilmiştir: “Müspet zarar, sözleşme nedeniyle cebe girmesi gereken paranın, girmemesi nedeniyle meydana gelen zarardır. Bu niteliği gereği, müspet zarar daima ileriye dönük olup, bir beklenti kaybıdır. Diğer bir ifadeyle müspet zarar, akdin hiç veya gereği gibi ifa edilmemesinden doğan zarar seklinde de tanımlanabilir.”

Müspet zararın tazminiyle alacaklının tamamıyla ve gereği gibi bir ifa sonunda edinebileceği menfaati kazanabilmesi amaçlanır. Müspet zararların tazmini, borçlu müteahhit inşaatı vaktinde tamamlamış olsaydı arsa sahibi hangi ekonomik duruma sahip olacak idiyse işte o durumun tekrardan sağlanabilmesine hizmet etmektedir. TBK’nın karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde alacaklının seçimlik haklarını düzenleyen 125. maddesi,  alacaklının sahip olduğu “müspet zararları talep hakkının” yasal dayanağını oluşturmaktadır. Adı geçen maddeye göre “Alacaklı, ayrıca borcun ifasından ve gecikme tazminatı isteme hakkından vazgeçtiğini hemen bildirerek, borcun ifa edilmemesinden doğan zararın giderilmesini isteyebilir.”

Alacaklı arsa sahibi tarafından müspet zararların tazmininin istenilebilmesi için TBK’nın 125. maddesinin 2. fıkrasından hareketle aşağıda sayılan koşulların gerçekleşmesi gerekmektedir. Koşullar şunlardır:

  • Öncelikle arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin feshedilmemiş olması gerekmektedir.
  • İkinci olarak arsa sahibinin aynen ifadan vazgeçmesi, eş deyişle sözleşmenin konusunu teşkil eden inşaatın tamamlanmasından vazgeçmesi gerekmektedir. Zira müspet zarar ancak gecikmiş ifanın reddedilmesi halinde talep edilebilen bir zarar türüdür.
  • Son olarak arsa sahibinin gecikme tazminatı talebinden de vazgeçmesi gerekmektedir.

Koşulların ilkinde bahsedildiği gibi müspet zararın talep edilebilmesi için inşaat sözleşmesinin sona erdirilmemiş, feshedilmemiş olması yani ayakta tutulması, muhafaza edilmesi gerekmektedir.

Arsa sahibi, “müspet zararın tazmini” istemli seçimlik hakkını kullanırken her ne kadar aynen ifadan vazgeçiyor olsa da burada sözleşme ilişkisi sona ermemekte, sözleşmenin yalnızca içeriği değişmektedir. Bu itibarla borçlu müteahhidin asli edim yükümlülüğünün yerini tazminat ödeme yükümlülüğü almaktadır. Nitekim bahse konu durum, Yargıtay
23.Hukuk Dairesi’nin 2012/5013 E. 2012/6841 K. sayılı  21.11.2012 tarihli kararında da şu ifadeler kullanılmak suretiyle vurgulanmıştır. Karara göre: “Gerçekten de, anılan yasa hükmünde açıklanan seçimlik haklar kapsamında; sözleşmenin temerrüde düşmeyen tarafın her zaman edimin ifasını ve gecikme nedeniyle oluşan zararın giderilmesini talep hakkı olduğu gibi, sözleşmenin yerine getirilmesinden ve gecikme nedeniyle oluşan tazminat isteminden vazgeçtiğini derhal bildirerek edimin ifa olunmamasından doğan zararının tazmin edilmesini istemesi de mümkündür. Mevcut uyuşmazlıkta da davacı belirtilen bu seçimlik hakkını kullanmıştır. İfa yerine olumlu zararın istenmesi durumunda, yanlar arasındaki sözleşme yürürlükte kalır, ancak vazgeçilen asıl borcun yerini olumlu zararın tazmini borcu alır.”

Arsa sahibinin bu seçimlik hakkını kullanması sonucunda edimini aynen ifa etme yükümlülüğünün devam edip etmediği, doktrinde ve uygulamada tartışılan ayrı bir konudur. Zira bu seçimlik hakkın kullanımında, inşaat sözleşmesi feshedilmeyip mevcudiyetini sürdürdüğünden alacaklının sorumluluğunun da devam etmesi hakkaniyet gereğidir.Arsa sahibi, doktrin ve uygulamada hâkim görüş olan fark teorisine göre mütemerrit müteahhide karşı borçlanmış olduğu edimi aynen ifa etmek mecburiyetinde değildir. Uygulamada ve doktrinde kabul gören fark teorisine göre alacaklının yapması gereken; kendi ediminin karşılığı olan değeri, borçludan alacağı tazminattan mahsup etmektir.

Yüklenicinin inşaatı vaktinde tamamlamaması sebebiyle arsa sahibinin malvarlığında doğan müspet zararları şu şekilde sıralayabiliriz: arsa sahibinin yoksun kaldığı kazançlar, yüklenicinin temerrüdü nedeniyle arsa sahibinin üçüncü kişilere ödemek zorunda kaldığı tazminatlar ve cezai şartlar, arsa sahibinin müspet zararın tazminini talep hakkını kullanabilmek için yaptığı masraflar, dava giderleri müspet zararlardandır. Müspet zararın tazminini talep hakkı, burada örnek olarak gösterdiğimiz zarar kalemlerini kapsamaktadır.

Müteahhidin inşaatı zamanında tamamlamaması sebebiyle arsa sahibinin mahrum kaldığı kazançlar, burada müspet zararın en önemli kısmını oluşturmaktadır. Bu sebeple bu zarar kalemine ayrıca değinmekte fayda görmekteyiz. Müteahhidin inşaatı sözleşmede kararlaştırılan tarihte tamamlaması halinde arsa sahibinin binadaki dairelerden kira geliri elde etmesi söz konusu olmaktadır. Müteahhit temerrüde düştüğünde ise inşaat tamamlanamadığından arsa sahibinin kira mahrumiyeti yaşaması gündeme gelmektedir. Yukarıda değinildiği gibi müspet zararın tazmini ile alacaklının tamamıyla ve gereği gibi bir ifa sonunda edinebileceği menfaati kazanabilmesi amaçlandığı için işte böyle bir durumda alacaklı lehine kira gelir kaybını talep etme hakkı doğmaktadır. Nitekim Yargıtay 23.Hukuk Dairesi’nin 2014/ 9421 E. 2016 / 1340 K. sayılı 04.03.2016 tarihli kararında da kira gelir kaybının müspet zarar kalemlerinden sayıldığı “Binaların bitirilmiş olması halinde getirmesi beklenen kira geliri kaybı, müspet zarar kapsamındaki alacak kalemlerindendir.” ifadeleriyle açıkça ortaya koyulmuştur.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2005/ 10994 E. 2006 / 1235 K. sayılı benzer kararında ise “Kira kaybı zararı ise müspet (olumlu) zarar kapsamındadır. Çünkü, kira kaybı ancak o sözleşme ifa ile bitirilse idi mal varlığının geleceği durumda kazanılan bir bakıma kar mahrumiyetindedir.” ifadelerine yer verilmek suretiyle kira kaybı zararının müspet zararlardan sayıldığı kabul edilmiştir.

Yukarıda anlatılanlara ek olarak temerrüde düşen müteahhidin işe başlamış olması ve olmaması durumuna göre arsa sahibinin talep edebileceği müspet zararların kapsamını da ayrıca incelemekte fayda görmekteyiz.

Temerrüde düşen müteahhidin haklı bir sebep olmaksızın henüz işe başlamaması durumunda aynen ifadan vazgeçen arsa sahibi, Sayın Cengiz KOSTAKOĞLU’na göre “sözleşmeye konu inşaat için müteahhide ödenmesi kararlaştırılan bedel ile bu binanın yapılmış hali itibariyle, tercih hakkının kullanıldığı tarihteki rayiç değeri arasındaki fark”ı müspet zarar olarak müteahitten talep edebilir (Cengiz KOSTAKOĞLU, İçtihatlı İnşaat Hukuku ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri, s. 589, Beta Yayıncılık, 8. baskı, 2011, İstanbul).

Temerrüde düşen müteahhit tarafından işin kısmen tamamlanması halinde ise kısmen tamamlanmış bu inşaat reddedilmez, inşaatın kal’i gerekmez. Zira arsa sahibi alacaklının inşaatın tamamlanmasından vazgeçmeye yönelik seçim hakkını kullanması, ileriye etkili sonuç doğuran bir tasarruftur. Böyle bir durumda binanın yapılmış hali itibariyle değerinden inşaatın yapılmayan kısmının oranına isabet eden bölümü, arsa sahibinin müspet zararını oluşturur.

Müspet zararın tazminine yönelik seçimlik hakla ilgili olarak değinilmesi gerektiğini düşündüğümüz son nokta ise zararın hesaplanmasında esas alınacak tarihin ne olduğudur. Doktrinde müspet zararın hesaplanmasında “tercih hakkının kullanıldığı tarihin” esas alınması gerektiği savunulsa da Yargıtay içtihatlarında temerrüt tarihinin esas alınması gerektiği kabul edilmiştir. Durumu örnek içtihatlarla açıklığa kavuşturmak gerekirse aşağıda yer verilen kararlar Yargıtay’ın bu konudaki görüşünün müspet zararın hesaplanmasında “temerrüt tarihinin esas alınması gerektiği” olduğunu gösterecektir.

Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 2005/5335 E. 2005/5448 K. sayılı 14.10.2005 tarihli kararına göre: “Olumlu zarar tutarının belirlenmesinde, yüklenilen edimin yerine getirilmesi gereken tarih esas tutulur. Başka bir anlatımla, zarar, borçlunun temerrüde düşmüş olduğu güne göre hesaplanır. Hukuksal öğretide de baskın görüş, az yukarıda açıklanan uygulama yolundadır ( Prof. Dr. M. Kemal Oğuzman – Prof. Dr. M. Turgut Öz – Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İkinci Baskı S. 374, 393; Ord. Prof. Dr. H.V. Velidedeoğlu – R. Özdemir, Türk Borçlar Kanunu Şerhi, 1987 – Sahife 246; Von TuIT, Borçlar Hukuku Cilt. 1, 1952, Sahife 674; Prof. Dr. H. Tandoğan, Özel Borç İlişkileri, Cilt. 2, Ankara 1987, Sahife: 502; Prof. Dr. Kemal Dayınarlı, İstisna Akdinde Müteahhidin ve İş Sahibinin Temerrüdü, Ankara 2003, Sahife 89 ). Dairemizin yerleşen uygulaması da, hukuksal öğretideki “baskın görüş” doğrultusundadır.”

Yargıtay 23.Hukuk Dairesi’nin 2012/ 5013 E.  2012 / 6841 K. sayılı 21.11.2012 tarihli kararına göre: “Alacaklı davacının isteyebileceği olumlu zararının konusunu ise <ifadaki çıkar>, başka bir söyleyişle sözleşmede yüklenilen edimin tümüyle ve gereği gibi yerine getirilmesi halinde elde edeceği yararı oluşturur. Olumlu zarar tutarının belirlenmesinde, yüklenilen edimin yerine getirileceği tarih esas alınır. Yani zarar, borçlunun temerrüde düştüğü güne göre hesaplanır.”

Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 2008/ 5128 E. 2009 / 3468 K. sayılı 09.06.2009 tarihli kararına göre: “Arsa sahibince anılan seçimlik hakkın arsa payı karşılığı inşaat sözleşmeleri sahasında mevcut davadaki şekliyle kullanılması durumunda ise, arsa sahibine isabet eden bağımsız bölümlere ilişkin arsa paylarının veya olaydaki gibi temlikini taahhüt ettiği bakiye arsa payının davalı yükleniciye devri karşılığında o bölümlerin teslimi gereken tarihteki bitmiş haldeki rayiç bedeline hükmedilir. Daire’mizin yerleşen uygulaması da ifade edilen doğrultudadır (Y.15.H.D. 18.03.1998 T., 1998/93 E., 1998/1059 K., 14.10.2005 T., 2005/5341 E., 2005/5450 K.,).”

Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 2012/2766 E. 2012/4181 K. sayılı 04.06.2012 tarihli kararına göre: “Alacaklının isteyebileceği olumlu zarar tazminatının konusu <ifadaki çıkarıdır>, yani sözleşmede yüklenilen edimin tümüyle yerine getirilmesi durumunda alacaklının elde edecek olduğu çıkarıdır. Olumlu zarar tutarının belirlenmesinde, yüklenilen edimin yerine getirilmesi gereken tarih esas tutulur. Başka bir anlatımla zarar, borçlunun temerrüde düşmüş olduğu güne göre hesaplanır. İfa yerine geçen olumlu zararın istenmesi demek, kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde arsa sahibi davacılara düşen bağımsız bölümlere ait arsa paylarının davalı yükleniciye temliki karşılığında o bağımsız bölümlerin, teslimi gereken tarihteki bitmiş halde rayiç bedellerin müspet zarar olarak istenmesi demektir.

Mahkemece yapılacak iş; yanlar arasındaki sözleşme hükümlerine göre, yüklenici kooperatifin teslimde temerrüdünün gerçekleştiği tarihin belirlenmesi ve bu tarih itibariyle sözleşmede kararlaştırılan dükkanın bitmiş haldeki serbest piyasa fiyatlarına göre bedelinin belirlenmesine ilişkin yerinde uzman bilirkişi kurulu aracılığıyla keşif yapılıp rapor alınmasından ve taleple bağlılık ilkesi de gözetilerek uyuşmazlığın sonuçlandırılmasından ibaret olmalıdır.”

  1. SÖZLEŞMEDEN DÖNME VE MENFİ ZARARIN TAZMİNİ TALEBİ

Yüklenicinin edimini zamanında yerine getirmeyerek temerrüde düşmesi neticesinde arsa sahibinin TBK’nın 125. maddesinden kaynaklanan bir diğer seçimlik hakkı da “sözleşmeden dönme ve menfi zararlarının tazminini isteme” hakkıdır. Arsa sahibi tarafından bu hakkın kullanılabilmesinin ilk koşulu, borçlu yüklenicinin ihtar çekilmek suretiyle temerrüde düşürülmesi ve ardından borçlu yükleniciye ek süre verilmesidir. Yukarıda “borçlunun temerrüdü” başlığı altında detaylarına yer verildiği üzere yüklenici, sözleşmede kesin vade veya belirli vadenin olması durumunda vade gününün gelmesiyle ihtara gerek olmaksızın temerrüde düşmektedir. Böyle bir durumda yükleniciye borcunu ifa etmesi için yalnızca ek süre verilmesi yeterli olacaktır. Arsa sahibinin, sözleşmeden dönme hakkını nasıl kullanması gerektiği Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 2015/4576 E. 2016/2207 K. sayılı 11.04.2016 tarihli kararında şu şekilde ifade edilmiştir: “Aynen ifayı reddederek onun yerine tazminat istemek ya da sözleşmeden dönmek kararında olan alacaklının, mütemerrit borçluya, borcunu aynen ifa etmesi için uygun bir süre vermesi gerekir. Bu sürenin bizzat belirlenmesi mümkün olduğu gibi hâkime başvurularak da belirlenmesi mümkündür. Verilen sürenin dolmasından sonra borcun ifa edilmemesi halinde alacaklının aynen ifayı reddedip diğer haklarını kullanmak istemesi durumunda bu iradenin sürenin dolmasından hemen sonra vakit geçirmeksizin borçluya bildirmesi zorunludur. Bu bildirimin amacı özellikle edimin değerindeki olası yükselme veya alçalmalara göre taraflar arasındaki menfaatler değerinin korunmasının sağlanmasıdır. Bildirimin süresinin ise olayın özelliklerine ve iş yaşamının gereklerine göre belirlenmesi gerekir.”

Sözleşmeden dönme hakkı, bozucu yenilik doğuran haklardandır. Bu yetkinin kullanılması, var olan bir hukuksal ilişkiyi ortadan kaldırır. (Yargıtay6.Hukuk Dairesi 2016/1476 E.2016/4714 K., 15.06.2016) TBK, alacaklının seçimlik haklarından olan sözleşmeden dönme hakkını 125. maddenin 3. fıkrasında şu ifadelerle belirtmiştir: “Sözleşmeden dönme hâlinde taraflar, karşılıklı olarak ifa yükümlülüğünden kurtulurlar ve daha önce ifa ettikleri edimleri geri isteyebilirler. Bu durumda borçlu, temerrüde düşmekte kusuru olmadığını ispat edemezse alacaklı, sözleşmenin hükümsüz kalması sebebiyle uğradığı zararın giderilmesini de isteyebilir.” Madde hükmünden anlaşıldığı üzere sözleşmeden dönme hakkının kullanılmasıyla birlikte sözleşmenin tarafları bir yandan ifa edilmeyen edimleri ifa etme yükümlülüğünden kurtulurken diğer yandan ise daha önce ifa edilen edimleri geri verme borcu altına girer. Bu durumda sözleşmeden dönmenin sonuçları itibariyle geçmişe etkili olduğunu söylemek mümkündür. Yargıtay 3.Hukuk Dairesi’nin 2017/729 E. 2017/267 K. sayılı 18.01.2017 tarihi kararında “Sözleşmeden dönmekle, sözleşme ilişkisi geçmişe etkili olarak ortadan kalkmıştır. Dönme ile sona eren sözleşme ilişkisi artık bir borç doğurmayacağı gibi, önceden doğmuş olan borçlar da son bulacağından tarafların birbirlerine verdikleri şeyler var ise, bunların karşılıklı olarak geri verilmesi gerekir.” ifadelerine yer verilmek suretiyle dönmenin geçmişe olan etkisi ortaya koyulmuştur.

Arsa sahibi, sözleşmeden dönme hakkını kullanmasının yanı sıra menfi zararlarının tazminini de yükleniciden talep edebilir. Zira karşısındaki kişiye güvenerek sözleşme akdetmiş olan ve haklı durumda bulunan tarafın, bu sözleşmenin karşı tarafça yerine getirilmemesinden kaynaklanan hayal kırıklığının yanında ayrıca, malvarlığında da eylemli bir azalma meydana gelmektedir (Yargıtay 23.H.D. 2014/9421 E. 2016/1340 K., 04.03.2016).  İşte menfi zararların tazmin edilmesiyle arsa sahibinin malvarlığında meydana gelen bu eylemli zararların giderilmesi amaçlanmaktadır. Ancak burada menfi zararların tazminin talep edilebilmesi, yüklenicinin kusurlu olmasına bağlıdır. Borçlu yüklenici, TBK’ya göre temerrüde düşmekte kusurlu olmadığını ispat edemediği sürece menfi zararları tazmin etme sorumluluğundan kurtulamamaktadır.  Nitekim Kanun’un açık hükmü doğrultusunda gelişen Yargıtay içtihatları da bu yöndedir. Yargıtay 23.H.D. 2014/9421 E. 2016/1340 K. sayılı 04.03.2016 tarihli kararına göre “Sözleşmede aksi kararlaştırılmamışsa, sözleşmeden haklı olarak dönen taraf, temerrüde düşmekte kusurlu olan taraftan dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan BK’nın 108. maddesi (TBK md. 125) uyarınca ancak menfi zarar talep edebilir.”

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2015/4159 E. 2015/6432 K. sayılı 09.10.2015 tarihli kararı kusur ile ilgili olarak şu detaylı ifadelere yer vermiştir: “Tazminat borcunun doğması için temel koşul “kusur” olduğundan, tazminat isteyen tarafın “kusursuz” olması gerekir. Bir tarafın “az kusurlu”, diğer tarafın “çok kusurlu” olmasının bir önemi yoktur. Az kusurlu olan taraf da sözleşmenin bozulmasına kusuruyla sebebiyet vermiş sayılacağından tazminat isteyemez. Bu gibi durumlarda feshe taraflar “ortak kusuru” ile sebebiyet vermiş olacaklarından tazminat istenemez ve sözleşmenin tasfiyesi gerekir. Tasfiyeden amaç, tarafların sözleşme etkisinden kurtulması, sözleşmenin yapıldığı tarihteki durumlarına geri döndürülmesidir. Böylelikle taraflar eser sözleşmesi nedeniyle birbirlerinin malvarlığına kattıkları değerlerin iadesini isteyebilecektir. Borçlu, alacaklının talep ettiği olumsuz zararı ödemek istemiyorsa, direnime (temerrüde) düşmekte kusurlu olmadığını kanıtlamak zorundadır. Aksi halde, zarardan sorumlu olur. Çünkü, yasa koyucu, anılan 108/2. madde hükmünde borçlunun kusurlu olduğunu karine olarak kabul etmiştir. Bu karine, alacaklı lehine olup; alacaklı, borçlunun kusurlu olduğunu kanıtlamak zorunda değildir; sadece, kendi zararını ve bunun miktarını kanıtlaması yeterlidir.”

Menfi zarar; sözleşmenin, karşı tarafça yerine getirileceğine olan güvenin boşa çıkması nedeniyle uğranılan eylemli zarardır. Başka bir anlatımla, sözleşme yapılmasaydı, uğranılmayacak olan zarardır. Dolayısıyla, karşı tarafın malvarlığına girsin veya girmesin, sözleşme nedeniyle alacaklının cebinden (malvarlığından) çıkan ve yasal olarak harcanan paradır. Doktrinde hakim olan görüşe ve Yargıtay uygulamasına göre, burada oluşan zarar menfi (olumsuz) zarardır. Menfi zarar genel bir anlatımla hukuken geçerli olmayan bir borç ilişkisinin geçerli olduğuna inanmaktan (güvenmekten) doğan zarardır. Kısaca bu zarar, alacaklının sözleşme yaptığı için uğradığı, sözleşme yapmamış olsa idi uğramayacağı zarar olup, sözleşmeye güvenilerek yapılan harcamaların (giderlerin) tamamı, başka bir anlatımla karşı tarafın malvarlığına girmese bile o sözleşme nedeniyle cepten çıkan paradır (Yargıtay 23.H.D. 2014/ 9421 E. 2016 / 1340 K. sayılı 04.03.2016).

Menfi zarar kalemlerinin neler olduğuna değinecek olursak; Sayın Fikret EREN’in, Borçlar Hukuku Genel Hükümler kitabında detaylı olarak izah ettiği üzere “sözleşmenin yapılması için harcanan paralar(noter, pul vs. giderleri), haberleşme, seyahat, hazırlık belgeleri çıkartmak için yapılan giderler, ifa beklentisi içinde yapılan harcamalar, alacaklının ihtar, süre verme, sözleşmeden dönme, dava açma ve vekâlet ücreti için ödemek zorunda olduğu giderler, alacaklının tasfiye ilişkisi içinde borçludan daha önce almış olduğu kısmi edim ve şeyleri iade etmek, kendi edimini geri almak için yaptığı giderler, sözleşmeden dönme nedeniyle alacaklının üçüncü kişilerle yaptığı sözleşmelerden doğan edimlerini ifa edememesi yüzünden bu kişilere ödemek zorunda kaldığı tazminat, ceza koşulu gibi giderler” menfi zarar kalemleri arasında yer almaktadır. (Fikret EREN, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, s.1124-1125, 14. baskı, 2012, ANKARA).

Menfi zarar kalemleriyle ilgili olarak değinilmesi gereken bir diğer nokta ise doktrinde “fırsat kaybı zararları”(Ahmet M. KILIÇOĞLU, Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt II, s.478, Turhan Kitabevi, 2001, Ankara), “yoksun kalınan kar/kaçırılan fırsat”(Fikret EREN, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, s. 1125, 14. baskı, 2012, ANKARA) olarak adlandırılan bir diğer zarar türüdür.  Kaçırılan fırsatın, menfi zarar olarak tazmin edilmesiyle birlikte, alacaklının mütemerrit borçlu ile yaptığı sözleşme nedeniyle üçüncü kişilerle daha elverişli koşullara sahip sözleşme yapabilme fırsatını kaybetmesinden doğan zararının giderilmesi sağlanmaktadır.

Kaçırılan fırsatın menfi zarar kalemlerinden olduğu ve nasıl hesaplanması gerektiği Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2013/6317 E. 2014/582 K. sayılı 30.01.2014 tarihli kararında şu şekilde izah edilmiştir: “Taraflar arasındaki 10.01.2008 tarihli arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca, işin teslimi gereken 31.12.2008 tarihinde tamamlanıp teslim edilmemesi bir yana inşaata hiç başlanmadığı, bu suretle de borçlu temerrüdüne düştüğü saptanarak, davacı arsa sahiplerinin dönme taleplerinin kabulü yerinde olmuştur. 

Davada dönme dışında, “kaçırılan fırsat” adı altında uğranılan zararların da tazmini talep edilmiştir. Belirtilen bu zararın menfi zarar olduğu açıktır. Kaçırılan fırsatın hesabında ise 10.01.2008 sözleşme tarihi itibariyle, yanlar arasında kararlaştırılan paylaşım oranına en yakın oranın tespit edilerek, dava tarihi itibariyle inşaatın emsal sözleşmelere göre paylaştırılabileceği oran saptanmak suretiyle, aradaki farkın serbest piyasa ve mahalli rayiçlerine göre konu hakkında uzmanlığı bulunan bilirkişi veya bilirkişi kuruluna hesaplattırılacak bedelinin hüküm altına alınması gerekirken, izah edilen ilkelere aykırı şekilde düzenlenen bilirkişi raporuna itibar edilerek, mevcut durumda yapılabilecek paylaşımın oranı ile 10.01.2008 tarihli sözleşmedeki farkın hesaplanarak kabulüne karar verilmesi doğru olmamıştır.”

Sözleşmeden dönülmesi halinde kaçırılan fırsat ile ilgili taleplerin akıbeti Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 2007/1093 E. 2008/3760 K. sayılı 06.06.2008 tarihli benzer kararında ise şu ifadelerle açıklanmıştır: “Sözleşmenin uygulanacağına ve yerine getirileceğine güvenerek yapılan ve mal varlığını eksilten harcama ve giderler ile başka bir kimse ile daha elverişli sözleşme yapma fırsatının kaçırılmış olmasından doğan zararlar olumsuz zararlardır.

Feshine karar verilen arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerinin kurulduğu tarih itibariyle, arsa sahiplerine, sözleşme konusu taşınmazlarda, sözleşmelerdeki koşullarla, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin yapılmasına ve yüklenicilerin teklifine en yakın sayıda bağımsız bölüm verilmesine yönelik başka kimselerce, yapılan teklifteki; yapılan teklif yok ise yapılması olanaklı sözleşme gereğince inşaat yapılsaydı arsa sahiplerinin alabileceği bağımsız bölüm sayısı ile feshine karar verilen sözleşmelerin yerine getirilmesi durumunda yükleniciler tarafından arsa sahiplerine verilmesi kararlaştırılan bağımsız bölümlerin sayıları karşılaştırılıp değerlendirilerek 25.01.2005 tarihi itibariyle, kaçırılan fırsat sebebiyle, arsa sahiplerinin azalan sayıdaki dairelerin piyasa rayiçlerine göre saptanarak bedelleri, menfi zarar kapsamında hesaplanabilir. O halde; mahkemece, açıklanan yasal yöntemle arsa sahiplerinin kaçırılan fırsat sebebiyle olumsuz zararlarının belirlenmesine yönelik uzman bilirkişi kurulu aracılığıyla inceleme yaptırılması ve varılacak sonuca göre menfi zarar istemi hakkında bir karar verilmesi gerekirken; yazılı şekilde maddi tazminatın kabulüne karar verilmesi doğru olmamıştır.”

Bu başlık altında ayrıca kar mahrumiyetine değinmenin de faydalı olacağı görüşündeyiz. Zira uygulamada, sözleşmeden dönülmesine rağmen müspet zarar kalemlerinden olan kar mahrumiyetinin de hatalı olarak talep edildiği görülmektedir. Oysaki Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatları uyarınca sözleşmeden dönülmesi halinde yalnızca menfi zararların talep edilmesi mümkündür; müspet zarar mahiyetinde olan kar mahrumiyeti/kira kaybı, sözleşmeden dönülmesi halinde talep edilemez.

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi, bahsi geçen konuyu 2016/3488 E. 2017/1821 K. sayılı 15.06.2017 tarihli kararında Yargıtay’ın yerleşik görüşünü yansıtacak şekilde şu sözlerle ifade etmiştir: “Kira mahrumiyetine ilişkin talep, hukuki mahiyeti itibariyle BK.’nun 106/II (TBK.md. 125/I) maddesinde düzenlenen gecikme tazminatı olup, müspet zarar kapsamındadır. Sözleşmenin geriye etkili feshini talep eden taraf, fesihte haklı olsa dahi, sözleşmede aksine bir hüküm bulunmadığı takdirde, müspet zararlarını değil, ancak BK’nın 108/2. (TBK. md. 125/3) maddesinde dayanağını bulan menfi zararlarını talep edilebilir.”

Sözleşmeden dönülmesi halinde tarafların daha önceden ifa ettikleri edimleri birbirlerine iade etmeleri gerektiğine yukarıda değinmiştik. Yargıtay içtihatları uyarınca edimlerin iadesi “sebepsiz zenginleşme” hükümlerine göre talep edilebilmektedir. Yüklenici, arsa sahibinin sözleşmeden dönmesi halinde, dönme geçmişe etkili sonuç doğurduğundan arsa payı talebinde bulunamaz(Cengiz KOSTAKOĞLU, İçtihatlı İnşaat Hukuku ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri, s. 698, Beta Yayıncılık, 8. baskı, 2011, İstanbul). Yüklenici, böyle bir durumda kendi malzemesi ile arsa sahibinin arsası üzerinde yaptığı inşaatın karşılığı olan bedeli, TBK’nın sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre arsa sahibinden talep etme hakkına sahiptir. Arsa sahibi, yüklenici ile akdettiği arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesine dayanarak yükleniciye tapuda arsa payı devri yapmışsa yüklenicinin bu payları arsa sahibine iade etmesi gerekir zira sözleşmeden dönme halinde sözleşme hiç yapılmamış gibi ortadan kalkar. Burada değinilmesi gereken bir diğer nokta ise yüklenicinin, arsa sahibinden devraldığı arsa paylarının bir kısmını üçüncü kişilere devretmesi durumunda bu arsa paylarının akıbetinin ne olacağıdır. Yükleniciden arsa payı satın alan üçüncü kişiler, binanın arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle yapıldığını biliyorlarsa veya bilmeleri gerekiyorsa arsa sahibine karşı iyi niyet iddiasında bulunmazlar ve arsa paylarını arsa sahibine iade etme borcu altına girerler.

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin aşağıda yer verilen 2014/10445 E. 2016/2017 K. sayılı 31.03.2016 tarihli kararında ileriye etkili fesih ile geçmişe etkili feshin sonuçları arasındaki farklar izah edilmiş ve geriye etkili fesihte yüklenicinin bağımsız bölüm talep edemeyeceği hüküm altına alınmıştır. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi aşağıda yer verdiğimiz kararında her ne kadar “geriye etkili fesih”lafzını kullanmış olsa da bu ifadenin isabetli olmadığını kabul etmek gerekir. Zira “fesih, sürekli bir borç ilişkisinde sonradan ortaya çıkan bir nedenle, sözleşmenin ileriye dönük ortadan kaldırılmasını ifade eder (Ahmet M. KILIÇOĞLU, Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt II, s.479, Turhan Kitabevi, 2001, Ankara). Bu sebeple geçmişe etkili hüküm ve sonuç doğuran, sözleşmenin etkilerini sözleşme hiç yapılmamış gibi ortadan kaldıran “sözleşmeden dönme” lafzının kullanılmasının daha uygun olacağı görüşündeyiz. Karara göre: “Dava, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin ileriye etkili feshi ve tasfiyesi istemine ilişkindir.

Sözleşme ilişkisinin sona ermesinden sonra da tarafların sözleşmenin etkisinden kurtulmaları, başka bir anlatımla, sözleşme ilişkisinin tasfiyesi gerekir. Geriye etkili fesihte arsa sahibi BK’nın 108/I (TBK md. 125) maddesine dayanarak yükleniciye veya onun halefi durumundaki kişilere verdiği tapuları geri isteyebilir. Geriye etkili feshin en önemli sonucu da tarafların sözleşmenin yapıldığı tarihteki malvarlığına getirilmeleridir. Bunun anlamı tarafların hiç sözleşme yapılmamış gibi sözleşmenin yapıldığı tarihteki malvarlığına dönmeleridir. Kısaca söylemek gerekirse, geriye etkili fesihte yükleniciye inşaatın fesih tarihindeki fiziki durumuna uygun bağımsız bölüm verilmez. Feshin geriye etkili olacağı konusunda taraf iradelerinin uyuşmaması halinde mahkemece ileriye etkili feshin koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği araştırılmalıdır. Fesih ileriye etkili sonuçlar yaratacak şekilde yapılmış veya bunun koşulları oluşmuş ise, feshin doğal sonucu olarak yapılacak tasfiye işleminde yüklenici eserin getirildiği fiziki seviyeye uygun bağımsız bölüm tapusunun devrini isteyebilir. Feshin geriye etkili olması durumunda, sözleşme hiç yapılmamış (yok) farz edilerek hüküm doğuracağından taraflar karşılıklı olarak birbirlerine verdiklerini sebepsiz zenginleşme hükümlerince geri alabilir. Örneğin, avans niteliğinde bir miktar arsa payı devredilmiş ise arsa payının adına tescili arsa sahibince; yasaya uygun bir kısım imalât gerçekleşmiş ise bunun bedeli de yüklenici tarafça istenebilir. Oysa, ileriye etkili fesihte sonuç farklıdır. Burada arsa sahibi, yüklenicinin gerçekleştirdiği inşaat oranında arsa payını devretmekle yükümlü olmakla beraber yüklenicinin kusuru nedeniyle uğradığı zararların ödenmesini de ister. İnşaatın seviyesi (tamamlanma oranı) önce belirlenmeli, davalı yüklenicinin hakettiği arsa payı ile arsa sahiplerine bağımsız bölüm ve bırakılacak pay oranı, inşaatın bitirilmiş olması durumunda yükleniciye verilmesi kararlaştırılan bağımsız bölüm (ve arsa payı) oranına kıyas yolu uygulanmalı, böylece yüklenicinin yaptığı kısmi ifanın ayni olarak karşılığı tespit edilmeli, ayni olarak bağımsız bölüm verilmesi mümkün olmadığı takdirde yapılan iş ve bağımsız bölümlerin saptanacak değerlerine göre ivaz ilavesi suretiyle tasfiye gerçekleştirilmeli, mevcut işe göre geri alınması icap eden bağımsız bölüm (arsa payı) mevcut ise bunların yükleniciye ait olduğu belirlenmelidir. Diğer anlatımla, 25.02.1984 tarih ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ileriye etkili fesih, yüklenicinin yaptığı imalatın oranına göre bedel alması anlamına gelmektedir. Dava konusu olayda kararlaştırılan bedel, arsa payı ve buna tekabül edecek bağımsız bölümler olduğundan, yüklenici işi tamamen ifa etseydi alabileceği bağımsız bölüm ve buna isabet eden arsa payı, işin yüklenici tarafından terk edildiği seviyesine oranlanarak bulunacak fiziki orana denk gelen bağımsız bölüm ve buna isabet eden arsa payıdır. Yani işin eksik bırakıldığı oranda yüklenici arsa payı almaya hak kazanamayacaktır. Bir örnek verilmek gerekirse işi tamamlasaydı yüklenici 10 adet bağımsız bölüm alacak ise ve yüklenici işi terkettiğinde yaptığı işin tamamı tüm işin %80’i ise bu halde ileriye etkili fesihte yüklenici 8 adet bölümün tapusuna hak kazanmış olacaktır. Mahkemece ileriye etkili feshin sonuçlarının bu şekilde hüküm yerinde gösterilip açıklanması, tasfiyenin gerçekleştirilmesi ve uyuşmazlığın giderilmesi gerekmektedir. Diğer anlatımla, yükleniciye ne miktar bağımsız bölüm verileceği ve bunların yerleri ve arsa payı oranları belirlenmeli, infazı kabil şekilde, mevcut inşaatta tarafların mevcut hakları açıklanarak yani, tasfiye de dikkate alınarak akdin ileriye etkili feshine karar verilmelidir. Böylece arsa sahiplerinin eksik işler bedeliyle ilgili talepleri, yüklenicinin alacağı tapu kayıtlarından indirim yapılmış olacağından karşılanmış olacaktır. Eserde eksik ve kusurlu işler varsa bunların fiziki oranı belirlerken gözetilmesi gerekir. Çünkü yüklenici ancak yaptığı imalat kadarının bedelini (arsa yapının devrini) talep edebilir. İleriye etkili fesihte yapıdaki eksik ve kusurlar inşaatın seviye tespitinde değerlendilerek yükleniciye bu oranda daha az tapu devri yapılacağından tasfiyede sorun yaratmaz.

Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 2005/10994 E. 2006/1235 K. sayılı 14.02.2006 tarihli benzer kararında ise sözleşmeden dönme halinde yüklenicinin bağımsız bölüm talep edemeyeceği şu ifadelerle ortaya koyulmuştur: “Davacı yüklenicilerin ancak %75 fiziki seviyeye getirebildikleri inşaat nedeniyle edimlerini sözleşmeye fen ve sanat kurallarına, amacına uygun ifa ettikleri kabul edilemeyeceğinden davalı arsa sahiplerinden sözleşmenin bedeli olan bağımsız bölümün tescilini talebe haklı olmadıklarında kuşku yoktur. İstenebilecek ancak yapılan inşaat sebebiyle sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanarak inşaatın bedelidir. Bu nedenlerle mahkemenin yüklenicilerin tescil talebinin reddinde usul ve yasaya aykırılık yoktur.”

 

Gayrimenkul Alım - Satımına İlişkin Yeni Dönem

Gayrimenkul Alım - Satımına İlişkin Yeni Dönem

07 Şub Çarşamba
10:44

AV.MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU- AV. BEYZA CANBOLAT:

ARSA PAYI KARŞILIĞI İNŞAAT SÖZLEŞMELERİNDE YÜKLENİCİNİN TEMERRÜDÜ VE ZARAR KALEMLERİ


İnşaat sözleşmeleri, gündelik yaşamda en sık karşılaşılan eser sözleşmeleri türlerindendir. Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 470’te yer verilen tanım uyarınca eser sözleşmesi, yüklenicinin bir eser meydana getirmeyi, arsa sahibinin de bunun karşılığında bir bedel ödemeyi üstlendiği sözleşmedir. Yapılan tanım ile açıkça anlaşıldığı üzere, inşaat sözleşmeleri tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir.

Sözleşmenin bir tarafı olan arsa sahibi, eser sözleşmesinde belirlenen veya mevcut duruma uygun bir bedel karşılığında eser meydana getirilmesi işini karşı tarafa yükleyen kişi; yüklenici ise sözleşmeyi meydana getirmeyi ve belirlenen eseri teslim etmeyi taahhüt eden kişidir. Sözleşmenin tarafları gerçek kişi olabileceği gibi, tüzel kişi veya konsorsiyumlar olabilir.

Fakat belirtmek gerekir ki sözleşmenin esaslı unsurlarından olan bedel borcunu para veya para dışında malvarlığı değeri oluşturabilir. Örneğin çalışmamızın konusunu oluşturan arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerinde, arsa sahibinin borcu, yükleniciye belirli arsa paylarının devridir. Bedelin arsa payı şeklinde ödendiği bu sözleşme tipinde, niteliği itibariyle klasik eser sözleşmesi tanımından ayrılarak karma tipli sözleşme ortaya çıkmaktadır.

Arsa payı karşılığı inşaat sözleşmeleri, süre bakımından ani edimli sözleşmelerdir. Bu sözleşmelerde borçlu, edimini bir defada ve alacaklının ifadan elde edeceği menfaati süre açısından ölçülemeyecek bir an içinde gerçekleştirmektedir. İnşa süreci, yüklenicinin teslim borcunun niteliğinden kaynaklanan ve bağımsız düşünülemeyecek hazırlama faaliyeti özelliğini taşımaktadır. İnşa sürecinin belirli bir zaman dilimine yayılması sözleşmeyi sürekli borç ilişkisine dönüştürmeyecektir. Bu nedenle inşaat sözleşmelerinde teslim gerçekleşmediği müddetçe, inşaatın meydana getirilmesine yönelik hazırlama faaliyetlerinin geldiği aşamalar yüklenicinin kısmi ifada bulunduğu kabulüne yol açmayacaktır. Dolayısıyla ani edimli borç ilişkisinin mevcut olduğu kabul edilmelidir. Bu nedenle yüklenici, edimini zaman bakımından sözleşmeye aykırı olarak teslim borcunu geç ifa ettiği takdirde temerrüde düşecektir.

Temerrüt, muaccel bir borcun, ihtarın yapılmış veya belli bir vadenin dolmuş olmasına rağmen borçlu tarafından ifa edilmemesi durumudur ve inşaat sözleşmelerinde temerrüt iki türde karşımıza çıkabilmektedir: eserin meydana getirilmesinde temerrüt ve tesliminde temerrüt.

Eserin meydana getirilmesi esnasında temerrüt oluştuğu ve bütün tahminlere göre yüklenicinin işi zamanında bitiremeyeceği açıkça anlaşılması  halinde, TBK özel hükümlerde yer alan eser sözleşmesi hükümleri uygulama alanı bulacaktır. TBK m.473/1 hükmüne göre, “Yüklenicinin işe zamanında başlamaması veya sözleşme hükümlerine aykırı olarak işi geciktirmesi ya da iş sahibine yüklenemeyecek bir sebeple ortaya çıkan gecikme yüzünden bütün tahminlere göre yüklenicinin işi kararlaştırılan zamanda bitiremeyeceği açıkça anlaşılırsa, iş sahibi teslim için belirlenen günü beklemek zorunda olmaksızın sözleşmeden dönebilir.”

Eser, yüklenici tarafından tamamlanmasına rağmen ancak teslim noktasında temerrüt oluştuğu takdirde TBK Genel Hükümler m.117 ve devamı uygulama alanı bulacaktır.

Genel hükümlere göre yüklenicinin teslim borcunda temerrüde düşmesinin koşulları şunlardır:

  • Teslim borcunun mümkün olması
  • Teslim borcunun muaccel olması
  • Teslim borcunun ifa edilmemiş olması
  • Temerrüdün objektif olarak borca aykırı olması
  • İş sahibinin ihtarda bulunması veya ihtar şartının aranmadığı durumlardan birinin bulunması

Teslim borcu, ifa imkansızlığının mevcut olmadığı durumlarda mümkündür. İfa imkansızlığı TBK m.136’da ”borcun ifası borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle imkânsızlaşırsa, borç sona erer.” şeklinde yer bulmuştur. İfa imkansızlığından söz edebilmek için imkansızlığın objektif ve sürekli olması gerekmektedir. Objektif imkansızlık, yalnızca sözleşmenin tarafı olan borçlu için değil, hiçbir şahıs tarafından ifanın mümkün olmadığı durumu ifade eder ve bu durum maddi veya hukuki sebeplere dayanabilmektedir .

İfa imkansızlığının söz konusu olduğu durumlarda yüklenicinin teslim borcu sona erecektir ve arsa sahibinin imkansızlıktan doğan zararlarını tazmin yükümlülüğü doğmayacaktır. Örneğin Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 2007/2163 E. 2007/5035 K. sayılı 20.07.2007 tarihli“İfanın imkansız hale gelmesi projenin yürütülmesi için zorunlu olan Çed olumlu belgesinin ve orman tahsis kararının idari yargı yerince iptal edilmesinden kaynaklanmaktadır. İptalin gerekçesi de uyuşmazlık konusu enerji santralinin I, II. ve III. derece doğal sit alanında kalması nedeniyle yapımına hukuken olanak bulunmamasıdır. Davalı bakanlığın mahkemelerin ve üst derece mahkemelerin kararlarını etkilemesi veya bağımsız yargı mercilerine müdahalesi Anayasa ve diğer kanunlar mucibince mümkün değildir. Kesinleşmiş yargı kararları idari merciiler de dahil olmak üzere herkesi bağlar (Anayasa m.138, İYUK.m.28). Yargı kararları ile oluşan imkansızlıktan dolayı davalı bakanlığa kusur atfetmek mümkün değildir.” kararında santralin bulunduğu alanın sit alanı ilan edilmesi sonucu gerekli belgeleri idari yargı yerince iptal edilmesi durumunu hukuki imkansızlık olarak kabul edilmiş ve kusur durumunun bulunmadığı yönünde hüküm tesis edilmiştir.

Yargıtay’ın 1977/971 E. 1977/1438 K. 29.06.1977 tarihli sayılı bir diğer kararında “O.D.T.Ü. Mühendislik Fakültesi İnşaat Bölümü Yapı Statiği ve tatbiki mekanik laboratuvarlarındaki denemenin yeterli sonuca ulaşmadığı ve Türkiye’deki fenni olanaklarda böyle bir tecrübenin yapılamayacağı sonucu ortaya çıkmıştır. Bu durumda ek sözleşmede kararlaştırılan mimari plan ve detayların yapılma borcu mümkün olmadığından davacıların sözü geçen borçtan kurtuldukları göz önünde tutularak teminat mektuplarının serbest bırakılması gerekeceği düşünülmeden…” gerekçesi ile, yapılan bilimsel araştırmalar sonucu inşaatın yapılamayacağı öngörüldüğünden yüklenicinin borcunun sona erdiği yönünde karar kurulmuştur.

Yüklenicinin temerrüdünün oluşması için yüklenicinin kusurlu olması şart değildir. Ancak temerrüt oluşması için yüklenicinin kusuru aranmasa dahi temerrüdün birtakım sonuçlarının doğması için kusur şartı bulunmaktadır. İş sahibinin, temerrüdün sonuçlarından olan aynen ifa veya aynen ifadan vazgeçerek sözleşmeden dönme talep hakkı kusur şartından bağımsızdır. Ancak, temerrüde bağlı tazminat talepleri, gecikme tazminatı, müspet zarar, menfi zarar veya aksi kararlaştırılmadıkça cezai şart yüklenicinin kusurlu olduğu durumlarda talep edilebilir. Temerrüde düşmekte kusurlu olmadığı hususunda ispat yükü ise yükleniciye aittir.

YÜKLENİCİNİN TEMERRÜDÜ HALİNDE İŞ SAHİBİNİN SEÇİMLİK HAKLARI

  1. AYNEN İFA VE GECİKME TAZMİNATI TALEBİ
  1. AYNEN İFA TALEBİ

TBK m.125’e göre, “Temerrüde düşen borçlu, verilen süre içinde, borcunu ifa etmemişse veya süre verilmesini gerektirmeyen bir durum söz konusu ise alacaklı, her zaman borcun ifasını ve gecikme sebebiyle tazminat isteme hakkına sahiptir.”

Arsa sahibinin, aynen ifayı talep edebilmesi için temerrüdün oluşması yeterlidir. Temerrüdün niteliğinden kaynaklı olarak yüklenicinin kusurlu olması zorunluluğu bulunmamaktadır. Temerrüt durumu, borçlunun borcunu sona erdirmeyecektir. Borç konusu edim, arsa sahibi tarafından talep edilebilirliğini kaybetmeyecektir.

Doktrinde kural olarak aynen ifa ve gecikme tazminatı için yükleniciye TBK m.123 uyarınca süre verilmesi şart değildir. Ancak diğer seçimlik hakların kullanılması halinde arsa sahibince yükleniciye öncelikle süre verilmelidir. Verilen süre içerisinde ifa gerçekleşmediği durumda arsa sahibi müspet zarar isteyebilir veya sözleşmeden dönebilir. Her ne kadar kabul kabul edilen görüşe göre aynen ifa talebinde yükleniciye süre tanımak zorunlu olmasa da Yargıtay birtakım kararlarında “Alacaklının aynen ifa ve gecikmeden dolayı tazminat isteyebilmesi için (BK. m.106/1), borçluya uygun bir mehil verilmiş olması ve verilen mehilden sonuç alınamaması gerekir. Bu koşulların varlığı diğer seçeneklerin kullanılabilmesinde de aranır. Borç, alacaklının tayin ettiği süre sonunda da ifa edilmezse, ayrıca bir ihtara gerek olmadan BK. m.106’daki seçeneklerden biri kullanılabilir.” gerekçesi ile süre verilmesi yönünde açıklamalara yer vermiştir. [YHGK 2015/13-737 E. 2015/2439 K.; YHGK 2015/13-804 E. 2015/2467 K.; YHGK 2015/13-809 E. 2015/2471 K.; YHGK 2014/23-724 E. 2016/168 K.]

Taraflar arasında akdedilen sözleşme uyarınca işin niteliği gereği veya sözleşmedeki düzenlemeye göre, inşaat yalnızca sözleşmenin tarafı yüklenici tarafından yerine getirilebiliyorsa ve yüklenicinin inşaatı yapması mümkün değilse imkansızlık söz konusudur. Ancak, yüklenicinin inşaatı yapması mümkün olduğu durumda, arsa sahibine ifa davası veya İİK m.30 uyarınca cebri icra yoluyla talep hakkı tanınmaktadır.

Yüklenicinin şahsen ifası zorunlu olmayan durumlarda nama ifa söz konusu olabilir. Nama ifa seçeneği TBK m.113’te düzenlenmiştir. Madde hükmü uyarınca, “Yapma borcu, borçlu tarafından ifa edilmediği takdirde alacaklı, masrafı borçluya ait olmak üzere edimin kendisi veya başkası tarafından ifasına izin verilmesini isteyebilir; her türlü giderim isteme hakkı saklıdır.”

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi 2016/6308 E. 2017/967 K. sayılı 28.03.2017 tarihli kararında arsa sahibinin kullanabileceği nama ifa hakkına şu şekilde yer verilmiştir. “TBK nın 113/1. fıkrasındaki “yapma borcu” ibaresi, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerinde sadece eksik inşaatın yapılması şeklinde değil; sözleşme gereğince yüklenici tarafından inşaatla ilgili yapılması gereken tüm işlemlerin yapılması şeklinde anlaşılması gerekir. Bu yorum tarzına göre, yüklenici tarafından yapılması gereken ancak yerine getirilmeyen tüm işlemlerin, masrafı yükleniciye ait olmak üzere arsa sahibi tarafından yapılmasına karar verilebilir. Somut olayda talebe rağmen, yüklenicinin sözleşmeden kaynaklanan Sosyal Güvenlik Kurumuna olan borcun ödenmesi ile yapı denetim şirketine hizmet bedeli ödenmesi için arsa sahibine nama ifa kapsamında yetki verilmemesi doğru olmamıştır.”

Arsa sahibinin, yüklenicinin temerrüdü durumunda aynen ifa talep edilebilmesi için ön koşul, ifanın temerrüt halinden sonra mümkün olması olup, gecikme tazminatı ve diğer tazminat türlerinde olduğu gibi yüklenicinin kusuruyla temerrüde düşme koşulu aranmamaktadır.

  1. GECİKME TAZMİNATI

Gecikme tazminatı niteliği itibariyle müspet bir zarardır ve arsa sahibinin, yüklenici temerrüde düşmeden borcunu ifa etmesi halinde sahip olacağı ekonomik durumla, temerrüt sonucunda içinde bulunduğu durum arasındaki farkı ifade eder. TBK m.125’te aynen ifa ile birlikte talep edilebilecek tazminat çeşitlerinden biridir. Kanunda bu iki istem birlikte düzenlendiğinden arsa sahibinin aynen ifadan vazgeçtiğini bildirerek yalnızca gecikme tazminatı talep etmesi mümkün değildir. Aynen ifa, muacceliyetin bir sonucu olup yüklenicinin kusuru aranmamasına rağmen, gecikme tazminatı yüklenicinin kusuruna bağlı bir taleptir. Yüklenici, temerrüde düşmekte kusurlu olmadığını ispat etmediği takdirde gecikme tazminatını ödemekle yükümlüdür.

TBK m.118’e göre, “temerrüde düşen borçlu, temerrüde düşmekte kusuru olmadığını ispat etmedikçe, borcun geç ifasından dolayı alacaklının uğradığı zararı gidermekle yükümlüdür.”

Gecikme tazminatının talebi için gerekli şartlar ise şunlardır:

  1. Borçlunun temerrüde düşmüş olması.

Bu şart incelenirken dikkat edilmesi gereken durum muacceliyet ve temerrüt arasındaki farkın tespitidir. İhtar çekildiği veya ihtarın gerekli olmadığı durumlarda muacceliyet günü temerrüt tarihidir.

  1. Borçlunun temerrüdünden kaynaklı bir zarar doğmalıdır.

Temerrüt sürecinde inşaatta meydana gelen değer düşüklükleri, yükleniciden ifayı talep için yapılan her türlü hukuki ve zorunlu giderleri, geciken edim yerine kiralanan veya satın alınan şeylerin bedelleri, depo, nakliye, işçi giderleri, ihtar masrafları, temerrüde düşen borçlu ile görüşme için yapılan seyahat ve diğer masraflar, geç ifa dolayısıyla ödemek zorunda kaldığı tazminat ve ceza koşulları gibi mevcut filli zararlar gecikme tazminatının konusunu oluşturur. Bunun yanı sıra inşaatın geç ifası dolayısıyla yoksun kalınan kar da talep edilebilir. Yoksun kalınan kar, arsa sahibinin elde etmekten mahrum kaldığı kazançları ifade etmektedir. Uygulamada en sık karşılaşılan kazanç kaybı “kira geliri”dir. Yüklenicinin temerrüdü oluşmasaydı, arsa sahibinin daha yüksek kira geliri elde edeceği veya üretim alanı olarak kullanabileceği bir inşaat söz konusu ise üretimden elde edeceği kazanç kaybı ispatlandığı durumda kira bedel farkı tazmini doğmaktadır. Ancak manevi zararlar gecikme tazminatı içerisinde değerlendirilmemektedir.

  1. Temerrüt ile doğan zarar arasında illiyet bağı bulunmalıdır.
  1. Yüklenicinin kusurlu davranışından zarar doğmuş olmalıdır.

TBK 125/1 hükmünde aynen ifa ve gecikme tazminatı bir arada düzenlenmiştir. Ancak, yukarıda yer verilen gecikme tazminatı şartları gerçekleştiği takdirde arsa sahibi tarafından aynen ifadan ayrı olarak gecikme tazminatı talebinde bulunulabilecektir. Yargıtay’ın da bu yöndeki yerleşik içtihadına göre, “Gecikme tazminatı konusuna gelince; 6098 s. TBK. m. 118/I (818 s. BK. m. 106/2)’de düzenlenen gecikme tazminatı, alacaklının borcun geç ifa edilmesinden uğradığı zararı karşılamayı amaçlar ve alacaklının borcun gecikmeden ifa edilmesindeki çıkarını sağlamaya yöneliktir. Bu nedenle gecikme tazminatı, ifa ile birlikte talep edilebileceği gibi, ifa temerrütten sonra yerine getirilmiş ve bir çekince (ihtirazi kayıt) ileri sürülmemiş olsa bile ifadan sonra talep ve dava edilebilir, ifa davasında talep edilmemiş olsa dahi gecikme tazminatı ayrıca dava edilebilir. (M. Kemal OĞUZMAN/Turgut ÖZ, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.1, İstanbul 2011, s.488) Aksinin kabulü, temerrüdün borçlu bakımından yaptırımsız kalmasına yol açar. Temerrüde düşen borçlunun “borcun geç ifasından dolayı alacaklının uğradığı zararı gidermekle yükümlüdür” hükmünü getirmiştir. Gecikme tazminatı, temerrüt tarihinden aynen ifaya kadar geçen dönem içindeki zararları kapsar (KILIÇOĞLU, a.g.e., s. 692)“

Gecikme tazminatının amacı, yüklenici temerrüde düşmeseydi arsa sahibinin içinde bulunacağı durumu arsa sahibine sağlamaktır. Bu nedenle temerrüt tarihinden aynen ifa tarihine kadar doğacak zararlar gecikme tazminatının konusunu oluşturur. En sık karşılaşılan zarar kalemi, kiraya verilebilecek inşaattan gecikme sebebiyle mahrum kalınan kira bedelleridir. Bu kira bedelleri “kira tazminatı” olarak adlandırılmaktadır. Sözleşmede, temerrüt durumunda yüklenicinin ödeyeceği kira tazminatı tutarı belirlenebileceği gibi, bu yönde bir düzenleme bulunmadığında kira bedeli rayice göre belirlenecektir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2014/1004 E. 2016/763 K. sayılı 08.06.2016 tarihli kararında kira tazminatının belirlenmesi hususunda şu yönde karar kurmuştur: “Yüklenicinin edimini zamanında ifa etmemesi nedeniyle talep edilebilecek olan kira tazminatı, teslimde gecikilen her ay için ödenecek bir miktar paradır. Kira tazminatı miktarı sözleşme yapılırken kararlaştırılabilir, bu şart geçerlidir. Tarafların maktu olarak belirledikleri miktar talep edilebilecek olan miktardır. Sözleşmede böyle bir şartın bulunmaması halinde ise talep edilebilecek tazminat miktarı, tespit edilecek olan rayice göre belirlenir.” 

Arsa sahibinin aynen ifa ile gecikme tazminatı talebinin esas olduğu noktasında kanuni bir karine mevcuttur. Nitekim 125. maddenin lafzı incelendiği takdirde görülecektir ki, temerrüt durumunda aynen ifa ve gecikme tazminatı esastır. İş sahibi tarafından müspet zarar ve sözleşmeden dönme seçimlik hakları ancak aynen ifa ve gecikme tazminatı hakkından vazgeçtiğini derhal bildirdiği takdirde kullanabilecektir. Bu yönde bir bildirimde bulunmadığında müspet zarar veya dönme seçimlik haklarını kullanmayacağı kabul edilir. İş sahibi bu hakkını, TBK m.123 gereği yükleniciye süre verme zorunluluğu bulunmadan her zaman kullanabilecektir. (bkz. Yukarıda Yargıtay’ın aksi yönde karar kurduğu kararlar) Ancak arsa sahibi aynen ifa ve gecikme tazminatı yerine TBK m.125/2’de öngörülen müspet zararın tazmini veya sözleşmeden dönme haklarından birini kullanmak istiyor ise borçluya uygun süre vermek zorundadır.

  1. MÜSPET ZARARIN TAZMİNİ TALEBİ

Yüklenicinin edimini zamanında ifa etmemesi, bir başka deyişle inşaatı teslim etmesi gereken süre içerisinde teslim etmemesi halinde arsa sahibinin sahip olduğu seçimlik haklardan bir diğeri de “müspet zararın tazminini isteme hakkı”dır. Bu hak, borçlunun temerrüdü sonucunda kullanılabilen bir hak olduğu için hakkın kullanımı, borçlunun ihtar çekilmek suretiyle temerrüde düşürülmesine bağlıdır. Arsa sahibi, müteahhidin mütemerrit olmasını takiben müteahhide borcunu ifa etmesi için ek süre de vermelidir. Arsa sahibinin bu girişimleri sonuçsuz kalmış; borçlu, edimini ek sürenin sonunda da ifa etmemişse arsa sahibinin müspet zararlarının tazminini isteme hakkı doğmaktadır.

Müspet zarar, doktrinde “borçlunun borcunu sözleşmeye uygun olarak ifa etmiş olsaydı alacaklının uğramayacağı bütün zararlar”olarak tanımlanmaktadır(Ahmet M. KILIÇOĞLU, Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt II, s.478, Turhan Kitabevi, 2001, Ankara).

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2014/9421E. 2016/1340 K. sayılı 04.03.2016 tarihli kararında ise müspet zararla ilgili şu ifadelere yer verilmiştir: “Müspet zarar, sözleşme nedeniyle cebe girmesi gereken paranın, girmemesi nedeniyle meydana gelen zarardır. Bu niteliği gereği, müspet zarar daima ileriye dönük olup, bir beklenti kaybıdır. Diğer bir ifadeyle müspet zarar, akdin hiç veya gereği gibi ifa edilmemesinden doğan zarar seklinde de tanımlanabilir.”

Müspet zararın tazminiyle alacaklının tamamıyla ve gereği gibi bir ifa sonunda edinebileceği menfaati kazanabilmesi amaçlanır. Müspet zararların tazmini, borçlu müteahhit inşaatı vaktinde tamamlamış olsaydı arsa sahibi hangi ekonomik duruma sahip olacak idiyse işte o durumun tekrardan sağlanabilmesine hizmet etmektedir. TBK’nın karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde alacaklının seçimlik haklarını düzenleyen 125. maddesi,  alacaklının sahip olduğu “müspet zararları talep hakkının” yasal dayanağını oluşturmaktadır. Adı geçen maddeye göre “Alacaklı, ayrıca borcun ifasından ve gecikme tazminatı isteme hakkından vazgeçtiğini hemen bildirerek, borcun ifa edilmemesinden doğan zararın giderilmesini isteyebilir.”

Alacaklı arsa sahibi tarafından müspet zararların tazmininin istenilebilmesi için TBK’nın 125. maddesinin 2. fıkrasından hareketle aşağıda sayılan koşulların gerçekleşmesi gerekmektedir. Koşullar şunlardır:

  • Öncelikle arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin feshedilmemiş olması gerekmektedir.
  • İkinci olarak arsa sahibinin aynen ifadan vazgeçmesi, eş deyişle sözleşmenin konusunu teşkil eden inşaatın tamamlanmasından vazgeçmesi gerekmektedir. Zira müspet zarar ancak gecikmiş ifanın reddedilmesi halinde talep edilebilen bir zarar türüdür.
  • Son olarak arsa sahibinin gecikme tazminatı talebinden de vazgeçmesi gerekmektedir.

Koşulların ilkinde bahsedildiği gibi müspet zararın talep edilebilmesi için inşaat sözleşmesinin sona erdirilmemiş, feshedilmemiş olması yani ayakta tutulması, muhafaza edilmesi gerekmektedir.

Arsa sahibi, “müspet zararın tazmini” istemli seçimlik hakkını kullanırken her ne kadar aynen ifadan vazgeçiyor olsa da burada sözleşme ilişkisi sona ermemekte, sözleşmenin yalnızca içeriği değişmektedir. Bu itibarla borçlu müteahhidin asli edim yükümlülüğünün yerini tazminat ödeme yükümlülüğü almaktadır. Nitekim bahse konu durum, Yargıtay
23.Hukuk Dairesi’nin 2012/5013 E. 2012/6841 K. sayılı  21.11.2012 tarihli kararında da şu ifadeler kullanılmak suretiyle vurgulanmıştır. Karara göre: “Gerçekten de, anılan yasa hükmünde açıklanan seçimlik haklar kapsamında; sözleşmenin temerrüde düşmeyen tarafın her zaman edimin ifasını ve gecikme nedeniyle oluşan zararın giderilmesini talep hakkı olduğu gibi, sözleşmenin yerine getirilmesinden ve gecikme nedeniyle oluşan tazminat isteminden vazgeçtiğini derhal bildirerek edimin ifa olunmamasından doğan zararının tazmin edilmesini istemesi de mümkündür. Mevcut uyuşmazlıkta da davacı belirtilen bu seçimlik hakkını kullanmıştır. İfa yerine olumlu zararın istenmesi durumunda, yanlar arasındaki sözleşme yürürlükte kalır, ancak vazgeçilen asıl borcun yerini olumlu zararın tazmini borcu alır.”

Arsa sahibinin bu seçimlik hakkını kullanması sonucunda edimini aynen ifa etme yükümlülüğünün devam edip etmediği, doktrinde ve uygulamada tartışılan ayrı bir konudur. Zira bu seçimlik hakkın kullanımında, inşaat sözleşmesi feshedilmeyip mevcudiyetini sürdürdüğünden alacaklının sorumluluğunun da devam etmesi hakkaniyet gereğidir.Arsa sahibi, doktrin ve uygulamada hâkim görüş olan fark teorisine göre mütemerrit müteahhide karşı borçlanmış olduğu edimi aynen ifa etmek mecburiyetinde değildir. Uygulamada ve doktrinde kabul gören fark teorisine göre alacaklının yapması gereken; kendi ediminin karşılığı olan değeri, borçludan alacağı tazminattan mahsup etmektir.

Yüklenicinin inşaatı vaktinde tamamlamaması sebebiyle arsa sahibinin malvarlığında doğan müspet zararları şu şekilde sıralayabiliriz: arsa sahibinin yoksun kaldığı kazançlar, yüklenicinin temerrüdü nedeniyle arsa sahibinin üçüncü kişilere ödemek zorunda kaldığı tazminatlar ve cezai şartlar, arsa sahibinin müspet zararın tazminini talep hakkını kullanabilmek için yaptığı masraflar, dava giderleri müspet zararlardandır. Müspet zararın tazminini talep hakkı, burada örnek olarak gösterdiğimiz zarar kalemlerini kapsamaktadır.

Müteahhidin inşaatı zamanında tamamlamaması sebebiyle arsa sahibinin mahrum kaldığı kazançlar, burada müspet zararın en önemli kısmını oluşturmaktadır. Bu sebeple bu zarar kalemine ayrıca değinmekte fayda görmekteyiz. Müteahhidin inşaatı sözleşmede kararlaştırılan tarihte tamamlaması halinde arsa sahibinin binadaki dairelerden kira geliri elde etmesi söz konusu olmaktadır. Müteahhit temerrüde düştüğünde ise inşaat tamamlanamadığından arsa sahibinin kira mahrumiyeti yaşaması gündeme gelmektedir. Yukarıda değinildiği gibi müspet zararın tazmini ile alacaklının tamamıyla ve gereği gibi bir ifa sonunda edinebileceği menfaati kazanabilmesi amaçlandığı için işte böyle bir durumda alacaklı lehine kira gelir kaybını talep etme hakkı doğmaktadır. Nitekim Yargıtay 23.Hukuk Dairesi’nin 2014/ 9421 E. 2016 / 1340 K. sayılı 04.03.2016 tarihli kararında da kira gelir kaybının müspet zarar kalemlerinden sayıldığı “Binaların bitirilmiş olması halinde getirmesi beklenen kira geliri kaybı, müspet zarar kapsamındaki alacak kalemlerindendir.” ifadeleriyle açıkça ortaya koyulmuştur.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2005/ 10994 E. 2006 / 1235 K. sayılı benzer kararında ise “Kira kaybı zararı ise müspet (olumlu) zarar kapsamındadır. Çünkü, kira kaybı ancak o sözleşme ifa ile bitirilse idi mal varlığının geleceği durumda kazanılan bir bakıma kar mahrumiyetindedir.” ifadelerine yer verilmek suretiyle kira kaybı zararının müspet zararlardan sayıldığı kabul edilmiştir.

Yukarıda anlatılanlara ek olarak temerrüde düşen müteahhidin işe başlamış olması ve olmaması durumuna göre arsa sahibinin talep edebileceği müspet zararların kapsamını da ayrıca incelemekte fayda görmekteyiz.

Temerrüde düşen müteahhidin haklı bir sebep olmaksızın henüz işe başlamaması durumunda aynen ifadan vazgeçen arsa sahibi, Sayın Cengiz KOSTAKOĞLU’na göre “sözleşmeye konu inşaat için müteahhide ödenmesi kararlaştırılan bedel ile bu binanın yapılmış hali itibariyle, tercih hakkının kullanıldığı tarihteki rayiç değeri arasındaki fark”ı müspet zarar olarak müteahitten talep edebilir (Cengiz KOSTAKOĞLU, İçtihatlı İnşaat Hukuku ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri, s. 589, Beta Yayıncılık, 8. baskı, 2011, İstanbul).

Temerrüde düşen müteahhit tarafından işin kısmen tamamlanması halinde ise kısmen tamamlanmış bu inşaat reddedilmez, inşaatın kal’i gerekmez. Zira arsa sahibi alacaklının inşaatın tamamlanmasından vazgeçmeye yönelik seçim hakkını kullanması, ileriye etkili sonuç doğuran bir tasarruftur. Böyle bir durumda binanın yapılmış hali itibariyle değerinden inşaatın yapılmayan kısmının oranına isabet eden bölümü, arsa sahibinin müspet zararını oluşturur.

Müspet zararın tazminine yönelik seçimlik hakla ilgili olarak değinilmesi gerektiğini düşündüğümüz son nokta ise zararın hesaplanmasında esas alınacak tarihin ne olduğudur. Doktrinde müspet zararın hesaplanmasında “tercih hakkının kullanıldığı tarihin” esas alınması gerektiği savunulsa da Yargıtay içtihatlarında temerrüt tarihinin esas alınması gerektiği kabul edilmiştir. Durumu örnek içtihatlarla açıklığa kavuşturmak gerekirse aşağıda yer verilen kararlar Yargıtay’ın bu konudaki görüşünün müspet zararın hesaplanmasında “temerrüt tarihinin esas alınması gerektiği” olduğunu gösterecektir.

Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 2005/5335 E. 2005/5448 K. sayılı 14.10.2005 tarihli kararına göre: “Olumlu zarar tutarının belirlenmesinde, yüklenilen edimin yerine getirilmesi gereken tarih esas tutulur. Başka bir anlatımla, zarar, borçlunun temerrüde düşmüş olduğu güne göre hesaplanır. Hukuksal öğretide de baskın görüş, az yukarıda açıklanan uygulama yolundadır ( Prof. Dr. M. Kemal Oğuzman – Prof. Dr. M. Turgut Öz – Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İkinci Baskı S. 374, 393; Ord. Prof. Dr. H.V. Velidedeoğlu – R. Özdemir, Türk Borçlar Kanunu Şerhi, 1987 – Sahife 246; Von TuIT, Borçlar Hukuku Cilt. 1, 1952, Sahife 674; Prof. Dr. H. Tandoğan, Özel Borç İlişkileri, Cilt. 2, Ankara 1987, Sahife: 502; Prof. Dr. Kemal Dayınarlı, İstisna Akdinde Müteahhidin ve İş Sahibinin Temerrüdü, Ankara 2003, Sahife 89 ). Dairemizin yerleşen uygulaması da, hukuksal öğretideki “baskın görüş” doğrultusundadır.”

Yargıtay 23.Hukuk Dairesi’nin 2012/ 5013 E.  2012 / 6841 K. sayılı 21.11.2012 tarihli kararına göre: “Alacaklı davacının isteyebileceği olumlu zararının konusunu ise <ifadaki çıkar>, başka bir söyleyişle sözleşmede yüklenilen edimin tümüyle ve gereği gibi yerine getirilmesi halinde elde edeceği yararı oluşturur. Olumlu zarar tutarının belirlenmesinde, yüklenilen edimin yerine getirileceği tarih esas alınır. Yani zarar, borçlunun temerrüde düştüğü güne göre hesaplanır.”

Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 2008/ 5128 E. 2009 / 3468 K. sayılı 09.06.2009 tarihli kararına göre: “Arsa sahibince anılan seçimlik hakkın arsa payı karşılığı inşaat sözleşmeleri sahasında mevcut davadaki şekliyle kullanılması durumunda ise, arsa sahibine isabet eden bağımsız bölümlere ilişkin arsa paylarının veya olaydaki gibi temlikini taahhüt ettiği bakiye arsa payının davalı yükleniciye devri karşılığında o bölümlerin teslimi gereken tarihteki bitmiş haldeki rayiç bedeline hükmedilir. Daire’mizin yerleşen uygulaması da ifade edilen doğrultudadır (Y.15.H.D. 18.03.1998 T., 1998/93 E., 1998/1059 K., 14.10.2005 T., 2005/5341 E., 2005/5450 K.,).”

Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 2012/2766 E. 2012/4181 K. sayılı 04.06.2012 tarihli kararına göre: “Alacaklının isteyebileceği olumlu zarar tazminatının konusu <ifadaki çıkarıdır>, yani sözleşmede yüklenilen edimin tümüyle yerine getirilmesi durumunda alacaklının elde edecek olduğu çıkarıdır. Olumlu zarar tutarının belirlenmesinde, yüklenilen edimin yerine getirilmesi gereken tarih esas tutulur. Başka bir anlatımla zarar, borçlunun temerrüde düşmüş olduğu güne göre hesaplanır. İfa yerine geçen olumlu zararın istenmesi demek, kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde arsa sahibi davacılara düşen bağımsız bölümlere ait arsa paylarının davalı yükleniciye temliki karşılığında o bağımsız bölümlerin, teslimi gereken tarihteki bitmiş halde rayiç bedellerin müspet zarar olarak istenmesi demektir.

Mahkemece yapılacak iş; yanlar arasındaki sözleşme hükümlerine göre, yüklenici kooperatifin teslimde temerrüdünün gerçekleştiği tarihin belirlenmesi ve bu tarih itibariyle sözleşmede kararlaştırılan dükkanın bitmiş haldeki serbest piyasa fiyatlarına göre bedelinin belirlenmesine ilişkin yerinde uzman bilirkişi kurulu aracılığıyla keşif yapılıp rapor alınmasından ve taleple bağlılık ilkesi de gözetilerek uyuşmazlığın sonuçlandırılmasından ibaret olmalıdır.”

  1. SÖZLEŞMEDEN DÖNME VE MENFİ ZARARIN TAZMİNİ TALEBİ

Yüklenicinin edimini zamanında yerine getirmeyerek temerrüde düşmesi neticesinde arsa sahibinin TBK’nın 125. maddesinden kaynaklanan bir diğer seçimlik hakkı da “sözleşmeden dönme ve menfi zararlarının tazminini isteme” hakkıdır. Arsa sahibi tarafından bu hakkın kullanılabilmesinin ilk koşulu, borçlu yüklenicinin ihtar çekilmek suretiyle temerrüde düşürülmesi ve ardından borçlu yükleniciye ek süre verilmesidir. Yukarıda “borçlunun temerrüdü” başlığı altında detaylarına yer verildiği üzere yüklenici, sözleşmede kesin vade veya belirli vadenin olması durumunda vade gününün gelmesiyle ihtara gerek olmaksızın temerrüde düşmektedir. Böyle bir durumda yükleniciye borcunu ifa etmesi için yalnızca ek süre verilmesi yeterli olacaktır. Arsa sahibinin, sözleşmeden dönme hakkını nasıl kullanması gerektiği Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 2015/4576 E. 2016/2207 K. sayılı 11.04.2016 tarihli kararında şu şekilde ifade edilmiştir: “Aynen ifayı reddederek onun yerine tazminat istemek ya da sözleşmeden dönmek kararında olan alacaklının, mütemerrit borçluya, borcunu aynen ifa etmesi için uygun bir süre vermesi gerekir. Bu sürenin bizzat belirlenmesi mümkün olduğu gibi hâkime başvurularak da belirlenmesi mümkündür. Verilen sürenin dolmasından sonra borcun ifa edilmemesi halinde alacaklının aynen ifayı reddedip diğer haklarını kullanmak istemesi durumunda bu iradenin sürenin dolmasından hemen sonra vakit geçirmeksizin borçluya bildirmesi zorunludur. Bu bildirimin amacı özellikle edimin değerindeki olası yükselme veya alçalmalara göre taraflar arasındaki menfaatler değerinin korunmasının sağlanmasıdır. Bildirimin süresinin ise olayın özelliklerine ve iş yaşamının gereklerine göre belirlenmesi gerekir.”

Sözleşmeden dönme hakkı, bozucu yenilik doğuran haklardandır. Bu yetkinin kullanılması, var olan bir hukuksal ilişkiyi ortadan kaldırır. (Yargıtay6.Hukuk Dairesi 2016/1476 E.2016/4714 K., 15.06.2016) TBK, alacaklının seçimlik haklarından olan sözleşmeden dönme hakkını 125. maddenin 3. fıkrasında şu ifadelerle belirtmiştir: “Sözleşmeden dönme hâlinde taraflar, karşılıklı olarak ifa yükümlülüğünden kurtulurlar ve daha önce ifa ettikleri edimleri geri isteyebilirler. Bu durumda borçlu, temerrüde düşmekte kusuru olmadığını ispat edemezse alacaklı, sözleşmenin hükümsüz kalması sebebiyle uğradığı zararın giderilmesini de isteyebilir.” Madde hükmünden anlaşıldığı üzere sözleşmeden dönme hakkının kullanılmasıyla birlikte sözleşmenin tarafları bir yandan ifa edilmeyen edimleri ifa etme yükümlülüğünden kurtulurken diğer yandan ise daha önce ifa edilen edimleri geri verme borcu altına girer. Bu durumda sözleşmeden dönmenin sonuçları itibariyle geçmişe etkili olduğunu söylemek mümkündür. Yargıtay 3.Hukuk Dairesi’nin 2017/729 E. 2017/267 K. sayılı 18.01.2017 tarihi kararında “Sözleşmeden dönmekle, sözleşme ilişkisi geçmişe etkili olarak ortadan kalkmıştır. Dönme ile sona eren sözleşme ilişkisi artık bir borç doğurmayacağı gibi, önceden doğmuş olan borçlar da son bulacağından tarafların birbirlerine verdikleri şeyler var ise, bunların karşılıklı olarak geri verilmesi gerekir.” ifadelerine yer verilmek suretiyle dönmenin geçmişe olan etkisi ortaya koyulmuştur.

Arsa sahibi, sözleşmeden dönme hakkını kullanmasının yanı sıra menfi zararlarının tazminini de yükleniciden talep edebilir. Zira karşısındaki kişiye güvenerek sözleşme akdetmiş olan ve haklı durumda bulunan tarafın, bu sözleşmenin karşı tarafça yerine getirilmemesinden kaynaklanan hayal kırıklığının yanında ayrıca, malvarlığında da eylemli bir azalma meydana gelmektedir (Yargıtay 23.H.D. 2014/9421 E. 2016/1340 K., 04.03.2016).  İşte menfi zararların tazmin edilmesiyle arsa sahibinin malvarlığında meydana gelen bu eylemli zararların giderilmesi amaçlanmaktadır. Ancak burada menfi zararların tazminin talep edilebilmesi, yüklenicinin kusurlu olmasına bağlıdır. Borçlu yüklenici, TBK’ya göre temerrüde düşmekte kusurlu olmadığını ispat edemediği sürece menfi zararları tazmin etme sorumluluğundan kurtulamamaktadır.  Nitekim Kanun’un açık hükmü doğrultusunda gelişen Yargıtay içtihatları da bu yöndedir. Yargıtay 23.H.D. 2014/9421 E. 2016/1340 K. sayılı 04.03.2016 tarihli kararına göre “Sözleşmede aksi kararlaştırılmamışsa, sözleşmeden haklı olarak dönen taraf, temerrüde düşmekte kusurlu olan taraftan dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan BK’nın 108. maddesi (TBK md. 125) uyarınca ancak menfi zarar talep edebilir.”

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2015/4159 E. 2015/6432 K. sayılı 09.10.2015 tarihli kararı kusur ile ilgili olarak şu detaylı ifadelere yer vermiştir: “Tazminat borcunun doğması için temel koşul “kusur” olduğundan, tazminat isteyen tarafın “kusursuz” olması gerekir. Bir tarafın “az kusurlu”, diğer tarafın “çok kusurlu” olmasının bir önemi yoktur. Az kusurlu olan taraf da sözleşmenin bozulmasına kusuruyla sebebiyet vermiş sayılacağından tazminat isteyemez. Bu gibi durumlarda feshe taraflar “ortak kusuru” ile sebebiyet vermiş olacaklarından tazminat istenemez ve sözleşmenin tasfiyesi gerekir. Tasfiyeden amaç, tarafların sözleşme etkisinden kurtulması, sözleşmenin yapıldığı tarihteki durumlarına geri döndürülmesidir. Böylelikle taraflar eser sözleşmesi nedeniyle birbirlerinin malvarlığına kattıkları değerlerin iadesini isteyebilecektir. Borçlu, alacaklının talep ettiği olumsuz zararı ödemek istemiyorsa, direnime (temerrüde) düşmekte kusurlu olmadığını kanıtlamak zorundadır. Aksi halde, zarardan sorumlu olur. Çünkü, yasa koyucu, anılan 108/2. madde hükmünde borçlunun kusurlu olduğunu karine olarak kabul etmiştir. Bu karine, alacaklı lehine olup; alacaklı, borçlunun kusurlu olduğunu kanıtlamak zorunda değildir; sadece, kendi zararını ve bunun miktarını kanıtlaması yeterlidir.”

Menfi zarar; sözleşmenin, karşı tarafça yerine getirileceğine olan güvenin boşa çıkması nedeniyle uğranılan eylemli zarardır. Başka bir anlatımla, sözleşme yapılmasaydı, uğranılmayacak olan zarardır. Dolayısıyla, karşı tarafın malvarlığına girsin veya girmesin, sözleşme nedeniyle alacaklının cebinden (malvarlığından) çıkan ve yasal olarak harcanan paradır. Doktrinde hakim olan görüşe ve Yargıtay uygulamasına göre, burada oluşan zarar menfi (olumsuz) zarardır. Menfi zarar genel bir anlatımla hukuken geçerli olmayan bir borç ilişkisinin geçerli olduğuna inanmaktan (güvenmekten) doğan zarardır. Kısaca bu zarar, alacaklının sözleşme yaptığı için uğradığı, sözleşme yapmamış olsa idi uğramayacağı zarar olup, sözleşmeye güvenilerek yapılan harcamaların (giderlerin) tamamı, başka bir anlatımla karşı tarafın malvarlığına girmese bile o sözleşme nedeniyle cepten çıkan paradır (Yargıtay 23.H.D. 2014/ 9421 E. 2016 / 1340 K. sayılı 04.03.2016).

Menfi zarar kalemlerinin neler olduğuna değinecek olursak; Sayın Fikret EREN’in, Borçlar Hukuku Genel Hükümler kitabında detaylı olarak izah ettiği üzere “sözleşmenin yapılması için harcanan paralar(noter, pul vs. giderleri), haberleşme, seyahat, hazırlık belgeleri çıkartmak için yapılan giderler, ifa beklentisi içinde yapılan harcamalar, alacaklının ihtar, süre verme, sözleşmeden dönme, dava açma ve vekâlet ücreti için ödemek zorunda olduğu giderler, alacaklının tasfiye ilişkisi içinde borçludan daha önce almış olduğu kısmi edim ve şeyleri iade etmek, kendi edimini geri almak için yaptığı giderler, sözleşmeden dönme nedeniyle alacaklının üçüncü kişilerle yaptığı sözleşmelerden doğan edimlerini ifa edememesi yüzünden bu kişilere ödemek zorunda kaldığı tazminat, ceza koşulu gibi giderler” menfi zarar kalemleri arasında yer almaktadır. (Fikret EREN, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, s.1124-1125, 14. baskı, 2012, ANKARA).

Menfi zarar kalemleriyle ilgili olarak değinilmesi gereken bir diğer nokta ise doktrinde “fırsat kaybı zararları”(Ahmet M. KILIÇOĞLU, Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt II, s.478, Turhan Kitabevi, 2001, Ankara), “yoksun kalınan kar/kaçırılan fırsat”(Fikret EREN, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, s. 1125, 14. baskı, 2012, ANKARA) olarak adlandırılan bir diğer zarar türüdür.  Kaçırılan fırsatın, menfi zarar olarak tazmin edilmesiyle birlikte, alacaklının mütemerrit borçlu ile yaptığı sözleşme nedeniyle üçüncü kişilerle daha elverişli koşullara sahip sözleşme yapabilme fırsatını kaybetmesinden doğan zararının giderilmesi sağlanmaktadır.

Kaçırılan fırsatın menfi zarar kalemlerinden olduğu ve nasıl hesaplanması gerektiği Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 2013/6317 E. 2014/582 K. sayılı 30.01.2014 tarihli kararında şu şekilde izah edilmiştir: “Taraflar arasındaki 10.01.2008 tarihli arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca, işin teslimi gereken 31.12.2008 tarihinde tamamlanıp teslim edilmemesi bir yana inşaata hiç başlanmadığı, bu suretle de borçlu temerrüdüne düştüğü saptanarak, davacı arsa sahiplerinin dönme taleplerinin kabulü yerinde olmuştur. 

Davada dönme dışında, “kaçırılan fırsat” adı altında uğranılan zararların da tazmini talep edilmiştir. Belirtilen bu zararın menfi zarar olduğu açıktır. Kaçırılan fırsatın hesabında ise 10.01.2008 sözleşme tarihi itibariyle, yanlar arasında kararlaştırılan paylaşım oranına en yakın oranın tespit edilerek, dava tarihi itibariyle inşaatın emsal sözleşmelere göre paylaştırılabileceği oran saptanmak suretiyle, aradaki farkın serbest piyasa ve mahalli rayiçlerine göre konu hakkında uzmanlığı bulunan bilirkişi veya bilirkişi kuruluna hesaplattırılacak bedelinin hüküm altına alınması gerekirken, izah edilen ilkelere aykırı şekilde düzenlenen bilirkişi raporuna itibar edilerek, mevcut durumda yapılabilecek paylaşımın oranı ile 10.01.2008 tarihli sözleşmedeki farkın hesaplanarak kabulüne karar verilmesi doğru olmamıştır.”

Sözleşmeden dönülmesi halinde kaçırılan fırsat ile ilgili taleplerin akıbeti Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 2007/1093 E. 2008/3760 K. sayılı 06.06.2008 tarihli benzer kararında ise şu ifadelerle açıklanmıştır: “Sözleşmenin uygulanacağına ve yerine getirileceğine güvenerek yapılan ve mal varlığını eksilten harcama ve giderler ile başka bir kimse ile daha elverişli sözleşme yapma fırsatının kaçırılmış olmasından doğan zararlar olumsuz zararlardır.

Feshine karar verilen arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerinin kurulduğu tarih itibariyle, arsa sahiplerine, sözleşme konusu taşınmazlarda, sözleşmelerdeki koşullarla, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin yapılmasına ve yüklenicilerin teklifine en yakın sayıda bağımsız bölüm verilmesine yönelik başka kimselerce, yapılan teklifteki; yapılan teklif yok ise yapılması olanaklı sözleşme gereğince inşaat yapılsaydı arsa sahiplerinin alabileceği bağımsız bölüm sayısı ile feshine karar verilen sözleşmelerin yerine getirilmesi durumunda yükleniciler tarafından arsa sahiplerine verilmesi kararlaştırılan bağımsız bölümlerin sayıları karşılaştırılıp değerlendirilerek 25.01.2005 tarihi itibariyle, kaçırılan fırsat sebebiyle, arsa sahiplerinin azalan sayıdaki dairelerin piyasa rayiçlerine göre saptanarak bedelleri, menfi zarar kapsamında hesaplanabilir. O halde; mahkemece, açıklanan yasal yöntemle arsa sahiplerinin kaçırılan fırsat sebebiyle olumsuz zararlarının belirlenmesine yönelik uzman bilirkişi kurulu aracılığıyla inceleme yaptırılması ve varılacak sonuca göre menfi zarar istemi hakkında bir karar verilmesi gerekirken; yazılı şekilde maddi tazminatın kabulüne karar verilmesi doğru olmamıştır.”

Bu başlık altında ayrıca kar mahrumiyetine değinmenin de faydalı olacağı görüşündeyiz. Zira uygulamada, sözleşmeden dönülmesine rağmen müspet zarar kalemlerinden olan kar mahrumiyetinin de hatalı olarak talep edildiği görülmektedir. Oysaki Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatları uyarınca sözleşmeden dönülmesi halinde yalnızca menfi zararların talep edilmesi mümkündür; müspet zarar mahiyetinde olan kar mahrumiyeti/kira kaybı, sözleşmeden dönülmesi halinde talep edilemez.

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi, bahsi geçen konuyu 2016/3488 E. 2017/1821 K. sayılı 15.06.2017 tarihli kararında Yargıtay’ın yerleşik görüşünü yansıtacak şekilde şu sözlerle ifade etmiştir: “Kira mahrumiyetine ilişkin talep, hukuki mahiyeti itibariyle BK.’nun 106/II (TBK.md. 125/I) maddesinde düzenlenen gecikme tazminatı olup, müspet zarar kapsamındadır. Sözleşmenin geriye etkili feshini talep eden taraf, fesihte haklı olsa dahi, sözleşmede aksine bir hüküm bulunmadığı takdirde, müspet zararlarını değil, ancak BK’nın 108/2. (TBK. md. 125/3) maddesinde dayanağını bulan menfi zararlarını talep edilebilir.”

Sözleşmeden dönülmesi halinde tarafların daha önceden ifa ettikleri edimleri birbirlerine iade etmeleri gerektiğine yukarıda değinmiştik. Yargıtay içtihatları uyarınca edimlerin iadesi “sebepsiz zenginleşme” hükümlerine göre talep edilebilmektedir. Yüklenici, arsa sahibinin sözleşmeden dönmesi halinde, dönme geçmişe etkili sonuç doğurduğundan arsa payı talebinde bulunamaz(Cengiz KOSTAKOĞLU, İçtihatlı İnşaat Hukuku ve Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmeleri, s. 698, Beta Yayıncılık, 8. baskı, 2011, İstanbul). Yüklenici, böyle bir durumda kendi malzemesi ile arsa sahibinin arsası üzerinde yaptığı inşaatın karşılığı olan bedeli, TBK’nın sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre arsa sahibinden talep etme hakkına sahiptir. Arsa sahibi, yüklenici ile akdettiği arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesine dayanarak yükleniciye tapuda arsa payı devri yapmışsa yüklenicinin bu payları arsa sahibine iade etmesi gerekir zira sözleşmeden dönme halinde sözleşme hiç yapılmamış gibi ortadan kalkar. Burada değinilmesi gereken bir diğer nokta ise yüklenicinin, arsa sahibinden devraldığı arsa paylarının bir kısmını üçüncü kişilere devretmesi durumunda bu arsa paylarının akıbetinin ne olacağıdır. Yükleniciden arsa payı satın alan üçüncü kişiler, binanın arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle yapıldığını biliyorlarsa veya bilmeleri gerekiyorsa arsa sahibine karşı iyi niyet iddiasında bulunmazlar ve arsa paylarını arsa sahibine iade etme borcu altına girerler.

Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin aşağıda yer verilen 2014/10445 E. 2016/2017 K. sayılı 31.03.2016 tarihli kararında ileriye etkili fesih ile geçmişe etkili feshin sonuçları arasındaki farklar izah edilmiş ve geriye etkili fesihte yüklenicinin bağımsız bölüm talep edemeyeceği hüküm altına alınmıştır. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi aşağıda yer verdiğimiz kararında her ne kadar “geriye etkili fesih”lafzını kullanmış olsa da bu ifadenin isabetli olmadığını kabul etmek gerekir. Zira “fesih, sürekli bir borç ilişkisinde sonradan ortaya çıkan bir nedenle, sözleşmenin ileriye dönük ortadan kaldırılmasını ifade eder (Ahmet M. KILIÇOĞLU, Borçlar Hukuku Genel Hükümler Cilt II, s.479, Turhan Kitabevi, 2001, Ankara). Bu sebeple geçmişe etkili hüküm ve sonuç doğuran, sözleşmenin etkilerini sözleşme hiç yapılmamış gibi ortadan kaldıran “sözleşmeden dönme” lafzının kullanılmasının daha uygun olacağı görüşündeyiz. Karara göre: “Dava, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin ileriye etkili feshi ve tasfiyesi istemine ilişkindir.

Sözleşme ilişkisinin sona ermesinden sonra da tarafların sözleşmenin etkisinden kurtulmaları, başka bir anlatımla, sözleşme ilişkisinin tasfiyesi gerekir. Geriye etkili fesihte arsa sahibi BK’nın 108/I (TBK md. 125) maddesine dayanarak yükleniciye veya onun halefi durumundaki kişilere verdiği tapuları geri isteyebilir. Geriye etkili feshin en önemli sonucu da tarafların sözleşmenin yapıldığı tarihteki malvarlığına getirilmeleridir. Bunun anlamı tarafların hiç sözleşme yapılmamış gibi sözleşmenin yapıldığı tarihteki malvarlığına dönmeleridir. Kısaca söylemek gerekirse, geriye etkili fesihte yükleniciye inşaatın fesih tarihindeki fiziki durumuna uygun bağımsız bölüm verilmez. Feshin geriye etkili olacağı konusunda taraf iradelerinin uyuşmaması halinde mahkemece ileriye etkili feshin koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği araştırılmalıdır. Fesih ileriye etkili sonuçlar yaratacak şekilde yapılmış veya bunun koşulları oluşmuş ise, feshin doğal sonucu olarak yapılacak tasfiye işleminde yüklenici eserin getirildiği fiziki seviyeye uygun bağımsız bölüm tapusunun devrini isteyebilir. Feshin geriye etkili olması durumunda, sözleşme hiç yapılmamış (yok) farz edilerek hüküm doğuracağından taraflar karşılıklı olarak birbirlerine verdiklerini sebepsiz zenginleşme hükümlerince geri alabilir. Örneğin, avans niteliğinde bir miktar arsa payı devredilmiş ise arsa payının adına tescili arsa sahibince; yasaya uygun bir kısım imalât gerçekleşmiş ise bunun bedeli de yüklenici tarafça istenebilir. Oysa, ileriye etkili fesihte sonuç farklıdır. Burada arsa sahibi, yüklenicinin gerçekleştirdiği inşaat oranında arsa payını devretmekle yükümlü olmakla beraber yüklenicinin kusuru nedeniyle uğradığı zararların ödenmesini de ister. İnşaatın seviyesi (tamamlanma oranı) önce belirlenmeli, davalı yüklenicinin hakettiği arsa payı ile arsa sahiplerine bağımsız bölüm ve bırakılacak pay oranı, inşaatın bitirilmiş olması durumunda yükleniciye verilmesi kararlaştırılan bağımsız bölüm (ve arsa payı) oranına kıyas yolu uygulanmalı, böylece yüklenicinin yaptığı kısmi ifanın ayni olarak karşılığı tespit edilmeli, ayni olarak bağımsız bölüm verilmesi mümkün olmadığı takdirde yapılan iş ve bağımsız bölümlerin saptanacak değerlerine göre ivaz ilavesi suretiyle tasfiye gerçekleştirilmeli, mevcut işe göre geri alınması icap eden bağımsız bölüm (arsa payı) mevcut ise bunların yükleniciye ait olduğu belirlenmelidir. Diğer anlatımla, 25.02.1984 tarih ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca ileriye etkili fesih, yüklenicinin yaptığı imalatın oranına göre bedel alması anlamına gelmektedir. Dava konusu olayda kararlaştırılan bedel, arsa payı ve buna tekabül edecek bağımsız bölümler olduğundan, yüklenici işi tamamen ifa etseydi alabileceği bağımsız bölüm ve buna isabet eden arsa payı, işin yüklenici tarafından terk edildiği seviyesine oranlanarak bulunacak fiziki orana denk gelen bağımsız bölüm ve buna isabet eden arsa payıdır. Yani işin eksik bırakıldığı oranda yüklenici arsa payı almaya hak kazanamayacaktır. Bir örnek verilmek gerekirse işi tamamlasaydı yüklenici 10 adet bağımsız bölüm alacak ise ve yüklenici işi terkettiğinde yaptığı işin tamamı tüm işin %80’i ise bu halde ileriye etkili fesihte yüklenici 8 adet bölümün tapusuna hak kazanmış olacaktır. Mahkemece ileriye etkili feshin sonuçlarının bu şekilde hüküm yerinde gösterilip açıklanması, tasfiyenin gerçekleştirilmesi ve uyuşmazlığın giderilmesi gerekmektedir. Diğer anlatımla, yükleniciye ne miktar bağımsız bölüm verileceği ve bunların yerleri ve arsa payı oranları belirlenmeli, infazı kabil şekilde, mevcut inşaatta tarafların mevcut hakları açıklanarak yani, tasfiye de dikkate alınarak akdin ileriye etkili feshine karar verilmelidir. Böylece arsa sahiplerinin eksik işler bedeliyle ilgili talepleri, yüklenicinin alacağı tapu kayıtlarından indirim yapılmış olacağından karşılanmış olacaktır. Eserde eksik ve kusurlu işler varsa bunların fiziki oranı belirlerken gözetilmesi gerekir. Çünkü yüklenici ancak yaptığı imalat kadarının bedelini (arsa yapının devrini) talep edebilir. İleriye etkili fesihte yapıdaki eksik ve kusurlar inşaatın seviye tespitinde değerlendilerek yükleniciye bu oranda daha az tapu devri yapılacağından tasfiyede sorun yaratmaz.

Yargıtay 14.Hukuk Dairesi’nin 2005/10994 E. 2006/1235 K. sayılı 14.02.2006 tarihli benzer kararında ise sözleşmeden dönme halinde yüklenicinin bağımsız bölüm talep edemeyeceği şu ifadelerle ortaya koyulmuştur: “Davacı yüklenicilerin ancak %75 fiziki seviyeye getirebildikleri inşaat nedeniyle edimlerini sözleşmeye fen ve sanat kurallarına, amacına uygun ifa ettikleri kabul edilemeyeceğinden davalı arsa sahiplerinden sözleşmenin bedeli olan bağımsız bölümün tescilini talebe haklı olmadıklarında kuşku yoktur. İstenebilecek ancak yapılan inşaat sebebiyle sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanarak inşaatın bedelidir. Bu nedenlerle mahkemenin yüklenicilerin tescil talebinin reddinde usul ve yasaya aykırılık yoktur.”

 

Hukuki Kamulaştırmasız El Atma

Hukuki Kamulaştırmasız El Atma

07 Şub Çarşamba
10:45

HUKUKİ KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA – AV. MURAT TEZCAN – AV. BEYZA CANBOLAT


İdareler tarafından özel mülkiyete tabi taşınmaza karşı herhangi bir fiili el atmada bulunulmasa dahi imar planının fiilen hayata geçirilmediği durumlarda da kamulaştırmasız el atma eylemi oluşmaktadır. Bu tür kamulaştırmasız el atma fiili, yargı içtihatlarında ve doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak adlandırılmaktadır. İmar planında kamu hizmetine tahsis edilen taşınmazın 2942 sayılı Kanun’da öngörülen beş yıllık makul süre içerisinde kamulaştırılmaması veya mülkiyet hakkının kullanılmasına engel teşkil edecek kısıtlılığın kaldırılmasını sağlayacak şekilde imar planı değişikliği yapılmaması hukuki kamulaştırmasız el atmaya vücut vermektedir. Danıştay içtihatlarında hukuki kamulaştırmasız el atma, “imar planı bulunan yerlerde uzun yıllar programa alınmama, imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeme, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edilme” şeklinde tanımlanmakta ve hukuki kamulaştırmasız el atmanın, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunduğu içtihat edilmektedir.

Hukuki kamulaştırmasız el atma olgusunun hukukumuza kazandırılmasına ilişkin tarihsel süreçten de bahsetmek gerekmektedir. Hukukumuzda kamulaştırmasız el atma kavramı uzun bir süre yalnızca fiili el atmaya ilişkin olarak karşılık bulmuştur. Hukuki kamulaştırmasız el atma olgusunun hukukumuza kazandırılması ise Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2010/5-662 E. 2010/651 K. sayılı 15.12.2010 tarihli kararı ile mümkün olmuştur. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun burada bahsi geçen kararına kadar yalnızca fiili el atmalar, kamulaştırmasız el atma olarak değerlendirilmiş; imar planında getirilen sınırlamalar nedeniyle taşınmazın hukuken kullanılamaması halleri kamulaştırmasız el atma olarak kabul edilmemiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.12.2010 tarihli kararında ise “… uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir. Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” ifadelerine yer verilerek imar kısıtlamalarından doğan müdahaleler ilk kez kamulaştırmasız el atma olarak kabul edilmiş ve bu durumlarda, maliklerin kamulaştırmasız el atma sebebiyle tazminat davası açabilmeleri mümkün hale getirilmiştir.

Hukuki kamulaştırmasız el atma olgusunun, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yukarıda yer verilen kararı ile hukukumuza kazandırılmasından sonra hukuki kamulaştırmasız el atmaya ilişkin ilk yasal düzenleme 11.06.2013 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 6487 sayılı Kanun’un 21. maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen geçici 6. maddenin 10. fıkrasının 3. cümlesinde yer almıştır. Yapılan düzenlemede uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabileceği belirtilmiştir.

Hukuki kamulaştırmasız el atma olgusu, mevzuatta da karşılık bulduktan sonra 2016 yılında 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun ayrı bir maddesinde yeniden düzenlenmiştir. Bu kapsamda, 20.08.2016 tarihli ve 6745 sayılı Kanun’un 33. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a ek 1. madde eklenmiş; 34. maddesiyle de 2942 sayılı Kanun’un geçici 6. maddesinin onuncu fıkrasının üçüncü cümlesi yürürlükten kaldırılmıştır. İlgili yasal değişiklik sonucunda hukuki kamulaştırmasız el atma olgusunun 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesindeki yeri sona ermiş; aynı Kanun’un ek 1. maddesinde ayrı bir hüküm olarak yer alması uygun görülmüştür. İki düzenleme arasında, hukuki el atılan taşınmazların kapsamı bakımından birtakım farklılıklar bulunmaktadır. 6487 sayılı Kanun ile eklenen geçici 6. maddede, 6745 sayılı Kanun ile eklenen ek 1. maddeden farklı olarak uygulama imar planı haricindeki planlarla ve ilgili kanunların (2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu vb.) uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar için de hükümler bulunmaktaydı. Ancak konumu itibariyle kısıtlılık içeren, özel kurallara ve kanunlara sahip alanlarda yer alan taşınmazlar, ek 1. madde kapsamına dâhil edilmemiştir. 2942 sayılı Kanun’un ek 1. maddesinin kapsamı, yalnızca uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlara ilişkindir.

6745 sayılı Kanun’un getirdiği bir diğer yenilik ise 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na geçici 11. maddenin eklenmesine ilişkindir. Geçici 11. maddede, ek 1. maddenin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen sürenin, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlayacağı düzenlenmiştir. Geçici 11. maddenin yürürlüğe girmesiyle birlikte ek 1. madde kapsamında olan ve imar planı ile hukuki el atılan taşınmazlar hakkında 07.09.2021 tarihine kadar hukuki kamulaştırmasız el atma davası açılması imkânsız hale getirilmiştir. İlgili hüküm, maliklerin kamulaştırmasız el atma davası açabilmelerini ve taşınmazlarının bedeline kavuşmalarını geciktirdiği gibi mülkiyet hakkını da ihlal etmektedir. Ancak ilgili hükmün Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle birlikte maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce uygulama imar planıyla kamu alanı olarak belirlenen taşınmazlara yönelik tazminat talep edilebilmesi için 07.09.2021 tarihine değin bekleme zorunluluğu ortadan kaldırılmıştır.

2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda hukuki kamulaştırmasız el atmaya ilişkin yapılan son değişiklik ise ek 1. maddenin 1. fıkrasının birinci cümlesi dışında kalan bölümünün Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine ilişkindir. Ek 1. maddenin 1. fıkrasının birinci cümlesi dışında kalan bölümü, ilgili idarelerin beş yıllık sürede belirtilen işlemleri yapmamaları hâlinde izlenecek süreci öngörmektedir. Anayasa Mahkemesinin ilgili iptal kararına göre ek 1. maddenin 1. fıkrasının birinci cümlesi dışında kalan kısmında yer alan düzenlemeler gereği Kanun’un geçici 6. maddesindeki malik aleyhine olan hükümlerin sürekli nitelikte uygulanması bu davalarda kamulaştırma için Anayasa’nın 46. maddesinde öngörülen güvenceleri etkisiz bırakacaktır. Bununla birlikte ek 1. maddenin geçici 6. maddeye atıf yapmayan fıkralarının da taşınmazın bedelinin gerçek karşılığa ulaşması bakımından elverişli düzenlemeler içermediği, kamulaştırmada anayasal ilkeler olarak ifade edilen nakden ve peşin olarak ödeme ile kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanmasına aykırılık teşkil ettiği gerekçeleriyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği görülmektedir. Gerçekten ek 1. maddenin 1. fıkrasının birinci cümlesi dışında kalan bölümü malik aleyhine birçok hüküm içerdiği gibi kamulaştırma için öngörülen anayasal ilkelere de aykırılık teşkil etmekteydi. Ancak ilgili bölümün iptal edilmesinden sonra yeniden bir yasal düzenleme yapılmaması hukuki kamulaştırmasız el atma davaları açısından büyük bir yasal boşluğun doğmasına neden olmuştur.

Nitekim 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun ek 1. maddesinin 1. fıkrasının birinci cümlesi dışında kalan bölümü, idarenin hukuki kamulaştırmasız el atma eylemi ile karşılaşan malikin izleyeceği yolu, hukuki kamulaştırmasız el atma davalarında görevli yargı yerini, bu davalarda uygulanacak işlemleri düzenlemekteydi. Şimdiki durumda ise malikin; hukuki kamulaştırmasız el atma davası açmadan önce idari başvuru yapıp yapmayacağı, davasını hangi mahkemede açacağı, açtığı davada yapılacak hesaplamada taşınmaz bedelinin hangi tarihteki niteliklerinin esas alınacağı, hangi tür faizin uygulanacağı, ödemelerde taksitlendirmeye gidilip gidilemeyeceği, harç ve vekâlet ücretlerinin nasıl belirleneceği ve sair hususlar belirsiz hale gelmiştir.

Burada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından açıklanan İnsan Hakları Eylem Planına da değinmekte fayda bulunmaktadır. Zira ilgili eylem planında da hukuki kamulaştırmasız el atmaya ilişkin önemli hedef ve faaliyetlere yer verilmişse de yasal boşluğun ortaya çıkardığı belirsizlikleri ortadan kaldıracak düzenlemelere yer verilmemiştir.

İnsan Hakları Eylem Planının mülkiyet hakkına ilişkin düzenlemeleri incelendiğinde öncelikli hedefin, kamulaştırma uygulamalarından kaynaklı mülkiyet hakkı ihlallerinin önlenmesi olduğu görülmektedir. Mülkiyet hakkının daha etkin korunması amacına matuf olarak öngörülen ilk hedefin, kamulaştırma işlemlerinde yaşanan sorunları çözmeye yönelik olması son derece önemlidir. İnsan Hakları Eylem Planında hukuki kamulaştırmasız el atmadan doğan uyuşmazlıklar da unutulmamış; imar planlarında, kamu hizmetine tahsis amacıyla mülkiyet hakkına getirilen sınırlandırmalar ile hukuki el atmadan kaynaklı mağduriyetlerin giderileceği düzenlenmiştir. İnsan Hakları Eylem Planında mülkiyet hakkına ilişkin önemli hedefler belirlenmiş; bu hedeflerin hayata geçirilmesinde faydalı olacağı şüphesiz çözümler, tedbirler düzenlenmiştir. Ancak hukuki kamulaştırmasız el atma bakımından hukuk devletine olan güvenin sarsılmasına engel olacak, yukarıda yer verilen belirsizlikleri önleyecek, temel insan hakkı olan mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin engellenebilmesini sağlayacak yasal düzenlemeye ihtiyaç duyulduğu şüphesizdir.

 

İcra Hukuk Mahkemesi Kararları

İcra Hukuk Mahkemesi Kararları

07 Şub Çarşamba
10:45


 Av. Murat TEZCAN & Stj. Merve TAYANÇ  İCRA HUKUK MAHKEMESİ KARARLARI

 

Kesin hüküm; maddi anlamda kesin hüküm ve şekli anlamda kesin hüküm olarak ikiye ayrılmaktadır. Şekli anlamda kesin hüküm; mahkeme kararına karşı bütün olağan yasa yollarının kapanması anlamına gelmektedir. Maddi anlamda kesin hüküm ise aynı taraflar arasında, aynı vakıalarla aynı talebin konu edilememesi anlamına gelir. Maddi anlamda kesin hükmün oluşması için şekli anlamda kesin hükmün varlığı gerekmektedir.

İcra mahkemelerinin vermiş olduğu kararlar, yargı yoluna açık olmaları nedeniyle kesin hüküm teşkil ediyor olsalar da maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmezler. Bunun nedenleri ise;

1-      İcra mahkemelerinin sınırlı yargılama ve sınırlı inceleme yetkileri vardır. İstisnalar haricinde icra hukuk mahkemeleri ancak tarafların belirli şartlara uygun olarak sunmuş oldukları delilleri inceleyebilirler.

2-      İcra hukuk mahkemesinde yapılacak yargılamaların asıl amacı maddi gerçeği bulmak değildir. Takip hukuku bakımından uyuşmazlığı çözüme kavuşturmak asıl amacı teşkil etmektedir.

İcra mahkemesi kararlarının maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmemesi icra mahkemesinde karara bağlanan bir hususun daha sonra genel mahkemelerde dava konusu yapılabilmesini sağlamaktadır. Bu ifadelerden yola çıkarak, icra mahkemesinin itirazın kaldırılması talebinin kabul veya reddi, kambiyo senedinin şekil şartlarının eksikliği sebebiyle verdiği iptal kararları, genel mahkemelerde temel borç ilişkisine dayanılarak ikame edilecek maddi hukuk davalarına kesin hüküm engeli oluşturmaz.1

Önemle belirtmek gerekir ki icra hukuk mahkemelerinin kararları maddi anlamda kesin hüküm oluşturmasa dahi tarafları ve konusu takip işlemi için kesinlik oluşturmakta olup başka bir icra mahkemesi de aynı takip için yeni bir karar verememektedir. Buna ilişkin olarak;

·         Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 2020/5062 E. ve 2020/8062 K. Sayılı Kararında” İcra mahkemesince verilen kararlar, kural olarak maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmemekle birlikte, aynı takip dosyası nedeniyle, aynı taraflar arasında ve aynı konuda daha önce verilen icra mahkemesi kararları, kesinleşmek koşuluyla sonradan


1 İyilikli, a.g.e, s.59

 

oluşturulacak aynı konuda, aynı takiple ilgili ve tarafları aynı olan kararlar yönünden birbirlerine karşı kesin hükmün sonuçlarını doğururlar.” şeklinde ifade edilmiştir. Kararda icra mahkemesinin vermiş olduğu kararların takip hukuku açısından kesin hüküm teşkil ettiği belirtilmiştir.

B-ÖZEL DURUMLAR:

 

® İhalenin Feshi (İİK 134)

 

Cebri icra yoluyla yapılan açık arttırmalarda ve ihalede bir usulsüzlüğün bulunması halinde bu cebri icra işleminin iptali yani ihalenin feshi talep edilebilir. İhalenin feshi icra mahkemesine yapılan şikayetin özel hali olarak tanımlanabilir. Kural olarak tanık ve yemin delillerine başvuramayan icra mahkemesi, ihalenin feshi istemlerinde tanık beyanlarına ve tarafların istemi üzerine yemine başvurabilmektedir. Öte yandan bilirkişiye başvurulabileceği gibi keşif incelemesi de yapılabilmektedir. İhalenin feshi yargılama usulü bakımından genel hükümlere başvurulmak suretiyle incelendiğinden maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmektedir.

Yargıtayın eski tarihli kararlarında icra hukuk mahkemelerinin kararlarının kesin hüküm oluşturmayacağı belirtildikten sonra ihalenin feshi davalarının bu hususa istisna teşkil ettiği hükme bağlanmaktaydı. Ancak Yargıtay’ın son dönemde vermiş olduğu kararlar incelendiğinde ihalenin feshi istemine yönelik kararların kesin hüküm teşkil etmesine rağmen genel mahkemede yolsuz tescil davası açılabileceğine ilişkin kararlar verdiği görülmektedir. Buna ilişkin olarak;

·         Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 2017/1045 E. ve 2017/5994 K. Sayılı Kararında “Mahkemece, ihalenin feshi davasını açan ... Kollektif Şirketinin temsilcisi ...'ın şikayeti üzerine ihale feshedilmişken, temyiz aşamasında davasından feragat etmesi nedeniyle ihalenin kesinleştiği ve bu nedenle 4721 sayılı TMK'nun 2. maddesi gereğince davacının eldeki davayı açma hakkının bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine ilişkin karar, Dairece “... İcra İflas Kanunu'nun 134. maddesi hükmü çerçevesinde ihalenin usulsüzlüğünden bahisle feshi istenebileceği gibi, ihale sonucu edinilen mülkiyete dayalı tescilin yolsuz olduğu ileri sürülerek tapu iptal ve tescil davası açılmasına da yasal engel yoktur. Hal böyle olunca, işin esasının incelenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması isabetsizdir...” gerekçesiyle bozulmuş, bozmaya uyularak yapılan yargılama neticesinde davanın kabulüne karar verilmiştir.” şeklinde karar

 

verilmiştir. Bu karara göre ihalenin feshi için bir yıllık süre geçse de tapu iptal ve tescil davası açılabilmektedir.

·         Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 2011/63 E. Ve 2011/5251 K. Sayılı Kararında “ Öte yandan, İİK'nın 18. maddesi uyarınca icra yargılaması basit usule tabidir. Aynı Yasa'nın 134. maddesinin ikinci fıkrasında ise, ihalenin feshi, BK'nın 226. maddesinde yazılı sebepler de dahil olmak üzere, ... yalnız tetkik merciinden şikayet yoluyla ihale tarihinden itibaren yedi gün içinde istenebilir. İlgililerin ihale yapıldığı ana kadar cereyan eden muamelelerdeki yolsuzluklara en geç ihale günü ıttıla peyda ettiği kabul edilir hükmü düzenlenmiştir. Görüldüğü üzere anılan hükümler, icra hukuku ile sınırlı olan, basit yargılamaya tabi bulunan ve İcra Tetkik merciinden şikayet yoluyla istenebilen fesihleri tanımlamaktadır. Bu kapsamda kalan bir soruşturma ve değerlendirmenin, tapu kayıtlarının oluşumundaki illilik prensibi karşısında mülkiyet hakkının illetini teşkil eden nedenin varlığına ya da yokluğuna delalet edemeyeceği; değişik ifadeyle, ihalenin feshi isteklerinin reddedilmiş olması keyfiyetinin, temelde yolsuz tescil nedenini ortadan kaldırmayacağı kabul edilmelidir.” denilerek ihalenin feshi talebinin reddedilmiş olması durumunun yolsuz tescil nedenini ortadan kaldırmayacağına karar verilmiştir.

® Ancak Yargıtay 12. Hukuk dairesi yeni tarihli kararlarında ihalenin feshi isteminin reddine yönelik kararların maddi anlamda kesin hüküm teşkil ettiği belirtilmektedir. Buna ilişkin olarak;

·         Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 2022/4018E. 2022/5778 K. Ve 16.05.2022 Tarihli kararında İcra mahkemesince verilen kararlar (istihkak davalarında verilen kararlar ile ihalenin feshi isteminin reddi kararları hariç), kural olarak maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmediğinden bu kararlara karşı yargılamanın yenilenmesi yoluna başvurulamaz.

Somut olayda, yargılamanın yenilenmesi talep edilen icra mahkemesi kararı, ihalenin feshi talebinin reddine ilişkin olup, yargılamanın yenilenmesi talep edilecek kararlardan olduğu gibi davacı tarafından (yargılamanın yenilenmesine konu ihalenin feshi talebinin reddine dair kararın 23/06/2021 tarihinde kesinleştiği gözetildiğinde) 06/08/2021 tarihinde yapılan başvuru süresindedir.” Şeklinde hüküm kurulmuştur. İşbu karara göre ihalenin feshi talebinin reddine ilişkin kararlar maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmesi

 

nedeniyle     bu     ret    kararına     ilişkin     yargılamanın     yenilenmesi     talep edilebilmektedir.

C-İSTİHKAK DAVASI:

 

İcra takibinde ödeme emrinin kesinleşmesiyle birlikte, alacaklı borçlunun taşınır, taşınmaz mallarını veya üçüncü kişilerde bulunan alacaklarını haczedebilir. Alacaklının borçlunun mallarını haczetmesi sırasında borçlu veya üçüncü kişi tarafından söz konusu mallar üzerinde mülkiyet veya rehin hakkı iddiasında bulunulması durumunda ise istihkak iddiası ve istihkak davası gündeme gelmektedir. Alacaklı tarafından borçlunun mallarının haczedilmesi durumunda borçlu veya üçüncü kişi istihkak iddiasında bulunabilir. İstihkak davası, icra mahkemesi tarafından basit yargılama usulüne ve genel hükümlere göre çözülmektedir. Bu doğrultuda da istihkak davalarında icra mahkemesi tanık ve yemin deliline ve bilirkişi incelemesine başvurabilmektedir.

Doktrinde istihkak davalarının maddi anlamda kesin hüküm teşkil edip etmediğine ilişkin olarak iki farklı görüş bulunmaktadır:

1)      Birinci görüşe göre istihkak davası sonucunda verilen hüküm aynı taraflar, aynı dava konusu ve aynı hak söz konusu olduğunda açılacak bir başka dava için kesin hüküm teşkil etmektedir. Zira icra mahkemesi bu davayı genel hükümlere göre ve delilleri serbestçe takdir ederek karara bağlamaktadır.

2)      Doktrindeki diğer bir görüşe göre, istihkak davalarının amacı malın maddi hukuk anlamında kime ait olduğunu belirlemek değildir. Asıl amaç icra takip hukuku bakımından uyuşmazlığı çözmektedir.

3)      Yargıtay içtihatlarına baktığımız zaman çok yeni tarihli ve aralarında çok az bir zaman bulunan kararlarında dahi içtihat birliği olmadığını söylememiz mümkündür. Zira

·         Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 2022/5105 E. 2023/3724 K. sayılı ve 25.05.2023 tarihli kararında “ 1-İstihkak davalarında, geçerli bir haczin varlığı davanın ön koşullarından biridir. Haczin mevcut olup olmadığının, mahkemece, davanın her aşamasında                                     resen      gözetilmesi                   gerekir. İcra mahkemesince verilen kararlar, kural olarak maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmemekle birlikte, aynı takip dosyası nedeniyle, aynı taraflar arasında ve aynı konuda daha önce verilen icra mahkemesi kararları, kesinleşmek koşuluyla sonraki şikayet yönünden kesin                                      hüküm                         teşkil        ederler.

 

Her ne kadar istihkak davalarına umumi hükümler dairesinde bakılıp, her türlü delil ileri sürülebilir ise de, istihkak davalarında amacın, hacizli mal üzerinde üçüncü kişinin iddia ettiği hakkın maddi hukuka göre mevcut olup olmadığının tespit edilmesi değildir. Aksine davanın amacı, haczedilen belli bir mal üzerinde cebri icranın cereyan edip etmeyeceğinin belirlenmesidir. Yani İstihkak davası sadece takip hukuku alanında ve derdest somut icra takibi bakımından sonuç doğurabilir. Bu nedenle dava sonunda verilen karar da yalnız derdest takip bakımından kesin hüküm teşkil edebilir. Söz konusu karar başka bir takip bakımından kesin hüküm teşkil etmez. (Hacizde istihkak davası Dr. Kudret Aslan) Öte yandan; İİK'nin 97/son maddesine göre istihkak davaları süratle ve diğer davalardan önce karara bağlanması gerekir.” şeklinde hüküm kurulmuştur. Bu karara göre istihkak davası; her ne kadar genel hükümler çerçevesinde incelense dahi sadece somut icra takibi bakımından sonuç doğurabilmektedir.

·         Yine Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 2022 / 4018 E. 2022 / 5778 K. ve 16.05.2022 tarihli kararında “İcra mahkemesince verilen kararlar (istihkak davalarında verilen kararlar ile ihalenin feshi isteminin reddi kararları hariç), kural olarak maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmediğinden bu kararlara karşı yargılamanın yenilenmesi yoluna başvurulamaz.” şeklinde belirtilmiştir. Bu kararda ise icra hukuk mahkemelerinin incelediği istihkak davalarının ve ihalenin feshi istemlerinin istisna niteliğinde olduğu yani maddi anlamda kesin hüküm teşkil ettiği belirtilmiştir.

Görüldüğü üzere istihkak davaları bakımından Yargı kararları arasında bir tutarlılık bulunmamaktadır. Aynı dairenin çok kısa aralıklarla vermiş olduğu iki farklı kararda bu husus açıkça anlaşılmaktadır.

SONUÇ OLARAK;

 

İcra Hukuk Mahkemesinin vermiş olduğu kararlar, kural olarak maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmemektedir. Zira icra hukuk mahkemesi tarafından yargılama basit yargılama usulüne göre ve sınırlı delil incelemesiyle yapılmaktadır. Ancak delillerin serbestçe değerlendirildiği ihalenin feshi ve istihkak davalarının sonucunda verilen kararların kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağına ilişkin gerek doktrinde gerek de Yargıtay tarafında tartışmalıdır. Yargıtay

12. Hukuk Dairesinin bu davalara ilişkin vermiş olduğu kararlar birbirinden farklı olsa da yeni tarihli kararlarında genel olarak ihalenin feshi istemlerinin reddine ilişkin kararların maddi anlamda kesin hüküm teşkil ettiği hükme bağlanmaktadır.

İdarenin Kamulaştırmasız El Atma Uygulamalarını Kanunla Hukuka Uygun Hale Getirmek 6487 Sayılı Kanunla Kamulaştırma Kanununa Eklenen Geçici 7. Maddenin Değerlendirilmesi

İdarenin Kamulaştırmasız El Atma Uygulamalarını Kanunla Hukuka Uygun Hale Getirmek 6487 Sayılı Kanunla Kamulaştırma Kanununa Eklenen Geçici 7. Maddenin Değerlendirilmesi

07 Şub Çarşamba
10:47

AV. MURAT TEZCAN: İDARENİN KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA UYGULAMALARINI KANUNLA HUKUKA UYGUN HALE GETİRMEK: 6487 SAYILI KANUNLA KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENEN GEÇİCİ 7. MADDENİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Giriş:

Kamuoyunca Alkol Düzenlemesi olarak bilinen 6487 Sayılı torba kanunun 22. Maddesi ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’a geçici 7. madde kenar başlığı ile incelenmeye değer bir madde eklemiştir. Söz konusu düzenleme ile birçok kamulaştırmasız el atma veya kamulaştırma bedelinin arttırılması(tezyidi bedel) davalarının temelini oluşturan hukuka aykırılıklar kanunla bertaraf edilmek istenmiştir.

Eklenen geçici 7. madde,  gerek 6830 Sayılı İstimlâk Kanunu’nu 16. ve 17. Maddeleri gerekse 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un mülga 16.  ve 17. Maddeleriyle birlikte mahkemelerin idare adına verdiği tescil kararlarına ilişkindir. Kamulaştırma süreçleri sonucunda idare adına tescil edilen taşınmazlar için yapılan usulsüz tebligat ve diğer işlemlerin hukuka aykırı olması durumunda bile dava konusu edilemeyeceği düzenlenmiştir.  Ayrıca ilgili maddenin ikinci fıkrası, bu kamulaştırma işlemleri sebebiyle hiçbir hak ve alacak talebinde bulunulamayacağını ve kamulaştırmaya veya bedeline ilişkin itiraz davası açılamayacağı açıkça belirtilmiştir. Bununla birlikte ilgili düzenlemenin “açılmış ve devam eden” tüm davaları da kapsar nitelikte olduğu vurgulanmıştır.

Yapılan düzenleme ile idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan tazminat davalarını ve mülga 6830 sayılı İstimlâk Kanunu çerçevesinde açılan kamulaştırma bedelinin arttırılması davalarını konusuz bırakma amacı dikkat çekmektedir.

  1. A. Maddenin Düzenleniş Biçimine ve Gerekçesine İlişkin Eleştiriler:

Kamulaştırılması tamamlanan taşınmazlar mahkeme kararıyla idare adına tescil edilirler. Fakat madde metni özensiz bir biçimde  “…mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen kamulaştırmalarda…”  ifadesiyle sanki kamulaştırma sürecinin kendisi tescil edilir gibi bir anlam yaratmaktadır. Hâlbuki hukuka uygun kamulaştırma süreçlerinin kamulaştırma bedelinin eksiksiz bir biçimde malik lehine depo edilmesiyle idare adına taşınmazların tescil kararıverilebilmektedir. 

Dilin kullanılış yanlışlığın yanı sıra, lafzi yoruma göre sakınca yaratacak bir başka unsur da, maddenin,  usule uygun kamulaştırma işlemleri yapılmamış taşınmazlar için kamulaştırma işlemlerinin tamamlandığı varsayımına dayanmaktadır. Oysaki bitmiş bir kamulaştırma süreci bulunmadığı gibi taşınmaz malikinin de değişimi söz konusu değildir. Bu hukuki niteleme madde metinin gerekçesinde “mahkemelerce tescil kararı verilebilmesi için yine bu maddeler kapsamında kamu yararı kararının kesinleşmiş olması, kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin hak sahipleri adına bankaya bloke edilmiş olması, dava dosyası üzerinden hak sahiplerinin duruşmaya davet edilmesi, ayrıca mahkemece arazinin durum tespiti yapılmış olması ve sonuçta verilen kararın tapuya tescil edilecek hale gelebilmesi için hak sahiplerine tebliğ edilmiş olması şartlarının yerine getirilmiş olması zorunludur.”  İfadesiyle teyit edilmektedir. 

Gerekçede özetle bu durum açıkça ifade edilmiş olsa da yine gerekçenin son cümlesinde,  “5999 sayılı Kanunla 2942 sayılı Kanuna eklenen Geçici 6 ncı madde kapsamında idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma sebebiyle tazminat davaları açılmakta ve bu davalarda mülga 6830 Kanun ve 2942 sayılı Kanunun mülga 16 ncı ve 17 nci maddelerine göre kamulaştırmaları tamamlandığı hususları göz önünde bulundurulmaksızın idare aleyhine tazminatlara karar verilmektedir.”  denilerek açılan davaların “haksız” olduğu tespiti yapılmaktadır. Aynı paragrafta birbiriyle taban tabana çelişen iki değerlendirmenin bulunması maddenin konuluş amacını anlamamız için önemli bir ipucu niteliğindedir.

  1. B. 6830 Sayılı İstimlâk Kanun’un 16.  ve 17. Maddeleri ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun2un Mülga 16. ve 17. Maddelerine İlişkin Değerlendirme.

Her iki kanunda özü itibariyle birbirinin tekrarı olan ilgili maddelerin maddede isimleri geçen kanunlara göre ayrı ayrı değerlendirilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu nedenle 2942 sayılı Kanun’un 05.05.2001 tarihli 4650 sayılı kanunla mülga edilen 16. ve 17. Maddelerin açıklanmasının yeterli olacağını düşünmekteyiz.

  1. a. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 16. Maddesi

“Acele işlerde el koyma ve tescil” kenar başlığı ile düzenlenen madde taşınmaza hemen el konulmasına idarece zorunluluk görülen hallerde, kamulaştırma işlemine ilişkin yürütmenin durdurulmasına karar verilmedikçe davaların sonucuna bakılmaksızın kamulaştırılan taşınmazın süratle kamulaştırma amacına tahsis imkânı sağlanması öngörülmüştür.

Bu amaçla kamulaştırmaya konu olan taşınmazın mahkemece idare adına tescil edilebilmesi için, birkaç şartın bir arada bulunması gerekmektedir. Bunlar,

–kamulaştırma işleminin davalı mal sahibine tebliğ edilmesi; 

–kamulaştırma işleminin iptali için idari yargıya dava açılmışsa, ya idare mahkemesince yürütmenin durdurulmasına dair karar verilmemiş olması veya kamulaştırma işleminin iptaline dair esas hakkında karar verilmemiş olması veyahut kamulaştırmanın 6. maddenin son fıkrası uyarınca yapılmış olması;

– taşınmaz mala kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin tamamı nakit olarak, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olamadan malik adına bankaya yatırılması; kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin ya da payın idare ile çekişmeli olmaması veya taşınmazın yüzölçümü ile ilgili ihtilafın bulunmaması şeklinde sıralanabilir. 

Görüldüğü gibi tescil sıkı kurallara bağlanmıştır. Özellikle idare aleyhine açılan davalarda usulsüz tebligat, kamulaştırma bedelinin bankaya yatırılmamış olması ve çekişmeli taşınmazın idare lehine tecil edilmiş olması konularında yoğunlaşmaktadır.

  1. b. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 17. Maddesi

Bu madde kamulaştırılan taşınmazın mal sahibinin rızasına bakılmaksızın idareye geçmesi kuralının sonucudur. Tebliğ edilen kamulaştırma işlemine karşın idari ve adli yargı mercilerine başvurulmadığı veya bu konuda açılan davalar kesinleşmesi sonrasında tescil sağlanabilir. Bununla birlikte mal sahibi rızası ile taşınmazın idare adına tesciline yanaşmadığı hallerde takdir edilen ve varsa artırılan değerin bankaya dair yatırıldığına dair makbuz ilgili belge örnekleri ile birlikte idarece mahkemeye verildiğinde mahkeme iki tarafı derhal davet ederek gelmeseler dahi gıyaplarında belgeleri incelemek suretiyle idare adına tescile karar verebilecektir. Ancak bu iki durumda da mahkeme kamulaştırmanın usulüne uygun tamamlanıp tamamlanmadığını incelemekle görevlendirilmiştir.

İlgili maddeye göre taşınmazın idare adına tescil edilebilmesi için;

  • – Kamulaştırılan taşınmazın tapuda kayıtlı olması,
  • – Kamulaştırma işleminin usulüne uygun olarak tebliğ edilmesi neticesi kesinleşmiş olması,
  • – Kamulaştırma bedelinin peşin, nakit, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olmadan mal sahibi adına bankaya yatırılmış olması ve bu konudaki makbuzların bankaya sunulması gerekmektedir.

Madde metninden ve gerekçesinden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın idare adına tescilde yukarıda açıkladığımız 16. Maddedekine benzer sıkı şekil kuralları getirilmiştir. Burada da usulüne uygun tebligat ve kamulaştırma işleminin adli ve idari yönden kesinleşmesi gerekir kurallarının arandığı belirtilmektedir. 

  1. C. Kamulaştırmada İdarenin Mülkiyeti Kazanma Anına ve Tescile İlişkin Değerlendirme.

Türk Medeni Kanun’un 705. Maddesinin ikinci fıkrasına göre “Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.”  Kamulaştırma asli kazanma yollarından biri olup, bununla taşınmaz mal üzerinde eskisinden tamamen bağımsız, asli ve yeni bir mülkiyet hakkı doğar.

Kamulaştırılan taşınmazın idare adına tescili daha çok açıklayıcı niteliktedir. Yani burada taşınmaz mülkiyeti tapu sicilinden bağımsız olarak tescilden önce kazanılmakta, tescil, kurucu değil, hukuki durumu bildiren, açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Ancak, malikin bu yolla kazanmış olduğu taşınmaz üzerinde tasarruf işlemlerinde bulunabilmesi için tapu kütüğüne tescil yaptırması gerektirmektedir. Dolayısıyla 2942 sayılı mülga 16. ve 17. Maddelerde bahsi geçen tescil kurucu nitelik taşımayan bildirici nitelikteki bir tescildir. 

Bildirici tescilin konumuz açısından en önemli özelliği, idare, taşınmazın mülkiyetini hukuka uygun kamulaştırma işlemi ile birlikte esasen mülkiyeti kazanma sebepleri daha önce gerçekleşmiş, tescilden önce ve ondan bağımsız olarak kazanmıştır. Tescilin temelini oluşturan işlem kamulaştırma işlemi olup, söz konusu işlemin sağlıklı olup olmaması tescilin hukuka uygun olmasını belirleyecektir.

Doktrin üzerinde ittifakla mutabık kaldığı görüş, 2492 sayılı kanunu değiştiren 4650 sayılı kanun öncesi, kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin geçiş anı, idari safhada kamulaştırmanın tamamlanması ile idarenin mülkiyeti kazandığına ilişkindir.Fakat 4650 sayılı kanunla, kamulaştırma Kanun’da yapılan değişikliklerle birlikte mülkiyetin kazanılma anına yapılan değerlendirmeler değişmektedir. Buna göre satın alma ve trampa usulünün uygulandığı olaylarda taşınmaz malikinin tescil beyanı ile kazanılır. Buna karşılık diğer hallerde mahkemenin kesinleşmiş kararı ile kazanılır.

Özetle 4650 sayılı kanun öncesi tescil kurucu nitelikte değildir. Dolayısıyla kurucu nitelik taşımayan tescil kararlarına karşı, kamulaştırmanın özünü oluşturan eksikliklere karşı süresinde dava açmak mümkündür, çünkü tescil yenilik doğurucu bir hak yaratmamaktadır.

  1. D. Kamulaştırmada Usulsüz Tebligat  ve Mülkiyet Hakkına Etkisi.

Hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işleminin tebliği esastır. 4650 Sayılı kanun öncesi kamulaştırma kanununda, kamulaştırma için 13. Madde ile özel tebligat hükmü düzenlenmiştir.  2942 sayılı kanunun mülga 13. Maddesi tebligat usulünü yine mülga 14/1. Maddesi ise tebligattan sonra adli ve idari yargıda açılacak dava açma sürelerini göstermiştir. 

2942 sayılı kanunun 25. Madde hükmü 4650 sayılı kanun değişikliğinin öncesinde de sonrasında da, hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi açısından kamulaştırma işlemini usulüne uygun tebligatla başlatmaktadır. Yasanın bu şekilde düzenleniyor olmasının nedeni ve amacını hukuksal bir kurum olarak tebligatın anlamıyla anlamamız gerekir.

Bu kapsamda genel olarak tebligat, hukuksal bir işlemden, ilgili kimsenin haber almasını sağlamak amacıyla yetkili makamın yasal biçimde ve yazı veya ilan ile yapacağı belgeleme işlemidir. Çoğu kez işlemler tebligat ile hukuksal sonuç doğurur hale gelirler. Aksi takdirde, yani tebliği gereken işlem tebliğ edilmedikçe, o işlemin ortaya çıkarması gereken hukuksal sonuçlar doğmaz.

Özellikle 4650 sayılı kanun öncesi tebligatın yapılıp yapılmaması dava açma süreleri ve dolayısıyla adalete erişim hakkının kullanılabilmesi için hayatidir. Zira kural olarak dava açma için zorunlu olan 30 günlük hak düşürücü süre mal sahibi için başlamayacaktır. Hatta Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 1999/6260E. , 1999/7840K. sayılı 10.05.1999 tarihli kararında “…mal sahibinin idareye giderek elden kamulaştırma evraklarını imza mukabili alsa bile yasal tebligat bulunmadığı…” gerekçesiyle hak düşürücü sürelerin başlamayacağına hükmetmiştir. Ancak malikin tapuda idare lehine ferağ vermesi söz konusu ise 30 günlük hak düşürücü süre ferağ tarihinden başlayacaktır. Bu doğrultuda usulsüz tebligatla ya da herhangi bir tebligat olmaksızın yapılan kamulaştırma işlemi sonucunda taşınmaz idare lehine tescil edilmiş olsa dahi hak düşürücü süreler işlemeyeceği gibi kamulaştırmanın gerçekleştiği de düşünülemez.

         Mülkiyet hakkını doğrudan sınırlandıran bir işlem olan kamulaştırma işleminde maliki bilgilendirme işlevine Yargıtay kararlarında öğretiyi dahi geride bırakan kararlara imza atmıştır. Bu itibarla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 5.12.1962 tarihli kararında şöyle denilmektedir: “…bankaya yatırılan paranın kamulaştırılan malın maliki tarafından alınmış olması, Kamulaştırma Kanunu’nun 13. Maddesi gereğince tebliğ yerine geçmez. Malik, sadece kamulaştırma işlemini ve parasını öğrenmekle, Kanun onun öğrenmesi istediği bütün olayları kesin olarak öğrenmiş bulunamaz. Önemli bir hak düşüren sürenin başlangıcı olan öğrenmenin, tamamiyle özel hükümde gösterilen usule uygun bir tebliğin sonucu olması, kanunkoyucunun Kamulaştırma Kanunu’nun da tebliğe ilişkin özel hükümler koymakla güttüğü amaca da uygun olacaktır.” Söz konusu karar, doktrinde ve bazı yargı kararlarında Tebligat Kanun’un 32. Maddesi gerekçe gösterilerek bazı eleştirilere maruz kalsa da Yargıtay haklı olarak tebligatın sadece kamulaştırma işlemini bildiren bir işlem olmadığını, aynı zamanda malikin diğer haklarını da gösteren ve dolayısıyla mülkiyet hakkını koruma işlevine de vurgu yaparak böylesi kararlar vermiştir.

SONUÇ: 

4650 Sayılı kanunla değişik 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen geçici 7. Madde yine aynı kanunda yer alan ve kanuna eklenmemiş olan geçici 1. Madde nedeniyle büyük önem arz etmektedir. Özellikle devam eden birçok kamulaştırmasız el atma davasının dayanağını teşkil eden, usulsüz kamulaştırma işlemlerine dayanarak yapılan idare adına tescillerin geçerli olmayacağı savı, yapılan düzenlemeyle konusuz bırakılmak istenmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde, yapılan düzenleme ile kamulaştırma işlemleri sonrasında idare lehine tesis edilen açıklayıcı(bildirici) nitelikteki tescil işlemleri, kamulaştırma işlemleri sakat olsa dahi tescile kurucu hüviyeti kazandırılmaktadır.

 Kamulaştırma hukukunun doğasına ve Anayasa’nın mülkiyet hakkına ilişkin 35. Maddesiyle çelişir nitelikteki düzenleme,  kamulaştırmasız el atma davaları nedeniyle oluşan tazminatları azaltma gayesini taşımaktadır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi söz konusu düzenlemeyi iptal etse bile, Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi gereğince birçok derdest dosya konusuz kalacak ve hazine önemli bir mali yükten kurtulacaktır.

Fakat mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 Numaralı Ek Protokolü’nün 1. Maddesi yapılan düzenlemeye kesinlikle cevaz vermemektedir. Bu kapsamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, kamulaştırılan taşınmazın sahibine işlemlerin süresinde tebliğ edilmemesi, daha sonra da geçerli bir bildirimin yapılmaması ve başvurucuların yasal haklarını kullanamaması gerekçesiyle 11.04.2006 tarihli, Akıllı- Türkiye davasında önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Adı geçen kararda  “ her ne kadar yakınılan uygulamaların yürürlükte olan bir yasaya dayanılarak yapılsa da, kamu yararı ile kişisel hakların korunması arasında var olması gereken dengeyi sağlayabilecek herhangi bir işlem başlatılmadığını saptamıştır. Bu türden müdahaleler yalnızca keyfi olarak değerlendirilebilir.”ifadesiyle daha önce verdiği kararlarda olduğu gibi yürürlükteki yasalarla hakkın özüne dokunulamayacağı yönündeki yorumlarını pekiştirmiştir. Aynı doğrultuda 1967 darbesi sonucu Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın özel bir yasa ile deniz kenarındaki kişilere ait geniş ve değerli arazilere el koyan özel yasa hükmünün 1. Numaralı protokolün 1. Maddesinin ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

İncelemeye çalıştığımız madde, ulusal ve uluslar arası yargı kararlarının ve çözümlemeye çalıştığımız diğer hukuki prensipler ışığında düşünüldüğünde,  yapılan yasal düzenlemelerin mülkiyet hakkının “zaman ötesi” niteliğini göz ardı ederek yok etmeye çalıştığı duraksamaya yer olmayacak şekilde açıktır.  

 

İdareye Taşınmaz Mal Kazandıran Uygulamalar “Bedelsiz Terk”

İdareye Taşınmaz Mal Kazandıran Uygulamalar “Bedelsiz Terk”

07 Şub Çarşamba
10:47

AV. MURAT TEZCAN: İDARENİN KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA UYGULAMALARINI KANUNLA HUKUKA UYGUN HALE GETİRMEK: 6487 SAYILI KANUNLA KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENEN GEÇİCİ 7. MADDENİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Giriş:

Kamuoyunca Alkol Düzenlemesi olarak bilinen 6487 Sayılı torba kanunun 22. Maddesi ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’a geçici 7. madde kenar başlığı ile incelenmeye değer bir madde eklemiştir. Söz konusu düzenleme ile birçok kamulaştırmasız el atma veya kamulaştırma bedelinin arttırılması(tezyidi bedel) davalarının temelini oluşturan hukuka aykırılıklar kanunla bertaraf edilmek istenmiştir.

Eklenen geçici 7. madde,  gerek 6830 Sayılı İstimlâk Kanunu’nu 16. ve 17. Maddeleri gerekse 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un mülga 16.  ve 17. Maddeleriyle birlikte mahkemelerin idare adına verdiği tescil kararlarına ilişkindir. Kamulaştırma süreçleri sonucunda idare adına tescil edilen taşınmazlar için yapılan usulsüz tebligat ve diğer işlemlerin hukuka aykırı olması durumunda bile dava konusu edilemeyeceği düzenlenmiştir.  Ayrıca ilgili maddenin ikinci fıkrası, bu kamulaştırma işlemleri sebebiyle hiçbir hak ve alacak talebinde bulunulamayacağını ve kamulaştırmaya veya bedeline ilişkin itiraz davası açılamayacağı açıkça belirtilmiştir. Bununla birlikte ilgili düzenlemenin “açılmış ve devam eden” tüm davaları da kapsar nitelikte olduğu vurgulanmıştır.

Yapılan düzenleme ile idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan tazminat davalarını ve mülga 6830 sayılı İstimlâk Kanunu çerçevesinde açılan kamulaştırma bedelinin arttırılması davalarını konusuz bırakma amacı dikkat çekmektedir.

  1. A. Maddenin Düzenleniş Biçimine ve Gerekçesine İlişkin Eleştiriler:

Kamulaştırılması tamamlanan taşınmazlar mahkeme kararıyla idare adına tescil edilirler. Fakat madde metni özensiz bir biçimde  “…mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen kamulaştırmalarda…”  ifadesiyle sanki kamulaştırma sürecinin kendisi tescil edilir gibi bir anlam yaratmaktadır. Hâlbuki hukuka uygun kamulaştırma süreçlerinin kamulaştırma bedelinin eksiksiz bir biçimde malik lehine depo edilmesiyle idare adına taşınmazların tescil kararıverilebilmektedir. 

Dilin kullanılış yanlışlığın yanı sıra, lafzi yoruma göre sakınca yaratacak bir başka unsur da, maddenin,  usule uygun kamulaştırma işlemleri yapılmamış taşınmazlar için kamulaştırma işlemlerinin tamamlandığı varsayımına dayanmaktadır. Oysaki bitmiş bir kamulaştırma süreci bulunmadığı gibi taşınmaz malikinin de değişimi söz konusu değildir. Bu hukuki niteleme madde metinin gerekçesinde “mahkemelerce tescil kararı verilebilmesi için yine bu maddeler kapsamında kamu yararı kararının kesinleşmiş olması, kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin hak sahipleri adına bankaya bloke edilmiş olması, dava dosyası üzerinden hak sahiplerinin duruşmaya davet edilmesi, ayrıca mahkemece arazinin durum tespiti yapılmış olması ve sonuçta verilen kararın tapuya tescil edilecek hale gelebilmesi için hak sahiplerine tebliğ edilmiş olması şartlarının yerine getirilmiş olması zorunludur.”  İfadesiyle teyit edilmektedir. 

Gerekçede özetle bu durum açıkça ifade edilmiş olsa da yine gerekçenin son cümlesinde,  “5999 sayılı Kanunla 2942 sayılı Kanuna eklenen Geçici 6 ncı madde kapsamında idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma sebebiyle tazminat davaları açılmakta ve bu davalarda mülga 6830 Kanun ve 2942 sayılı Kanunun mülga 16 ncı ve 17 nci maddelerine göre kamulaştırmaları tamamlandığı hususları göz önünde bulundurulmaksızın idare aleyhine tazminatlara karar verilmektedir.”  denilerek açılan davaların “haksız” olduğu tespiti yapılmaktadır. Aynı paragrafta birbiriyle taban tabana çelişen iki değerlendirmenin bulunması maddenin konuluş amacını anlamamız için önemli bir ipucu niteliğindedir.

  1. B. 6830 Sayılı İstimlâk Kanun’un 16.  ve 17. Maddeleri ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun2un Mülga 16. ve 17. Maddelerine İlişkin Değerlendirme.

Her iki kanunda özü itibariyle birbirinin tekrarı olan ilgili maddelerin maddede isimleri geçen kanunlara göre ayrı ayrı değerlendirilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu nedenle 2942 sayılı Kanun’un 05.05.2001 tarihli 4650 sayılı kanunla mülga edilen 16. ve 17. Maddelerin açıklanmasının yeterli olacağını düşünmekteyiz.

  1. a. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 16. Maddesi

“Acele işlerde el koyma ve tescil” kenar başlığı ile düzenlenen madde taşınmaza hemen el konulmasına idarece zorunluluk görülen hallerde, kamulaştırma işlemine ilişkin yürütmenin durdurulmasına karar verilmedikçe davaların sonucuna bakılmaksızın kamulaştırılan taşınmazın süratle kamulaştırma amacına tahsis imkânı sağlanması öngörülmüştür.

Bu amaçla kamulaştırmaya konu olan taşınmazın mahkemece idare adına tescil edilebilmesi için, birkaç şartın bir arada bulunması gerekmektedir. Bunlar,

–kamulaştırma işleminin davalı mal sahibine tebliğ edilmesi; 

–kamulaştırma işleminin iptali için idari yargıya dava açılmışsa, ya idare mahkemesince yürütmenin durdurulmasına dair karar verilmemiş olması veya kamulaştırma işleminin iptaline dair esas hakkında karar verilmemiş olması veyahut kamulaştırmanın 6. maddenin son fıkrası uyarınca yapılmış olması;

– taşınmaz mala kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin tamamı nakit olarak, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olamadan malik adına bankaya yatırılması; kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin ya da payın idare ile çekişmeli olmaması veya taşınmazın yüzölçümü ile ilgili ihtilafın bulunmaması şeklinde sıralanabilir. 

Görüldüğü gibi tescil sıkı kurallara bağlanmıştır. Özellikle idare aleyhine açılan davalarda usulsüz tebligat, kamulaştırma bedelinin bankaya yatırılmamış olması ve çekişmeli taşınmazın idare lehine tecil edilmiş olması konularında yoğunlaşmaktadır.

  1. b. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 17. Maddesi

Bu madde kamulaştırılan taşınmazın mal sahibinin rızasına bakılmaksızın idareye geçmesi kuralının sonucudur. Tebliğ edilen kamulaştırma işlemine karşın idari ve adli yargı mercilerine başvurulmadığı veya bu konuda açılan davalar kesinleşmesi sonrasında tescil sağlanabilir. Bununla birlikte mal sahibi rızası ile taşınmazın idare adına tesciline yanaşmadığı hallerde takdir edilen ve varsa artırılan değerin bankaya dair yatırıldığına dair makbuz ilgili belge örnekleri ile birlikte idarece mahkemeye verildiğinde mahkeme iki tarafı derhal davet ederek gelmeseler dahi gıyaplarında belgeleri incelemek suretiyle idare adına tescile karar verebilecektir. Ancak bu iki durumda da mahkeme kamulaştırmanın usulüne uygun tamamlanıp tamamlanmadığını incelemekle görevlendirilmiştir.

İlgili maddeye göre taşınmazın idare adına tescil edilebilmesi için;

  • – Kamulaştırılan taşınmazın tapuda kayıtlı olması,
  • – Kamulaştırma işleminin usulüne uygun olarak tebliğ edilmesi neticesi kesinleşmiş olması,
  • – Kamulaştırma bedelinin peşin, nakit, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olmadan mal sahibi adına bankaya yatırılmış olması ve bu konudaki makbuzların bankaya sunulması gerekmektedir.

Madde metninden ve gerekçesinden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın idare adına tescilde yukarıda açıkladığımız 16. Maddedekine benzer sıkı şekil kuralları getirilmiştir. Burada da usulüne uygun tebligat ve kamulaştırma işleminin adli ve idari yönden kesinleşmesi gerekir kurallarının arandığı belirtilmektedir. 

  1. C. Kamulaştırmada İdarenin Mülkiyeti Kazanma Anına ve Tescile İlişkin Değerlendirme.

Türk Medeni Kanun’un 705. Maddesinin ikinci fıkrasına göre “Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.”  Kamulaştırma asli kazanma yollarından biri olup, bununla taşınmaz mal üzerinde eskisinden tamamen bağımsız, asli ve yeni bir mülkiyet hakkı doğar.

Kamulaştırılan taşınmazın idare adına tescili daha çok açıklayıcı niteliktedir. Yani burada taşınmaz mülkiyeti tapu sicilinden bağımsız olarak tescilden önce kazanılmakta, tescil, kurucu değil, hukuki durumu bildiren, açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Ancak, malikin bu yolla kazanmış olduğu taşınmaz üzerinde tasarruf işlemlerinde bulunabilmesi için tapu kütüğüne tescil yaptırması gerektirmektedir. Dolayısıyla 2942 sayılı mülga 16. ve 17. Maddelerde bahsi geçen tescil kurucu nitelik taşımayan bildirici nitelikteki bir tescildir. 

Bildirici tescilin konumuz açısından en önemli özelliği, idare, taşınmazın mülkiyetini hukuka uygun kamulaştırma işlemi ile birlikte esasen mülkiyeti kazanma sebepleri daha önce gerçekleşmiş, tescilden önce ve ondan bağımsız olarak kazanmıştır. Tescilin temelini oluşturan işlem kamulaştırma işlemi olup, söz konusu işlemin sağlıklı olup olmaması tescilin hukuka uygun olmasını belirleyecektir.

Doktrin üzerinde ittifakla mutabık kaldığı görüş, 2492 sayılı kanunu değiştiren 4650 sayılı kanun öncesi, kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin geçiş anı, idari safhada kamulaştırmanın tamamlanması ile idarenin mülkiyeti kazandığına ilişkindir.Fakat 4650 sayılı kanunla, kamulaştırma Kanun’da yapılan değişikliklerle birlikte mülkiyetin kazanılma anına yapılan değerlendirmeler değişmektedir. Buna göre satın alma ve trampa usulünün uygulandığı olaylarda taşınmaz malikinin tescil beyanı ile kazanılır. Buna karşılık diğer hallerde mahkemenin kesinleşmiş kararı ile kazanılır.

Özetle 4650 sayılı kanun öncesi tescil kurucu nitelikte değildir. Dolayısıyla kurucu nitelik taşımayan tescil kararlarına karşı, kamulaştırmanın özünü oluşturan eksikliklere karşı süresinde dava açmak mümkündür, çünkü tescil yenilik doğurucu bir hak yaratmamaktadır.

  1. D. Kamulaştırmada Usulsüz Tebligat  ve Mülkiyet Hakkına Etkisi.

Hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işleminin tebliği esastır. 4650 Sayılı kanun öncesi kamulaştırma kanununda, kamulaştırma için 13. Madde ile özel tebligat hükmü düzenlenmiştir.  2942 sayılı kanunun mülga 13. Maddesi tebligat usulünü yine mülga 14/1. Maddesi ise tebligattan sonra adli ve idari yargıda açılacak dava açma sürelerini göstermiştir. 

2942 sayılı kanunun 25. Madde hükmü 4650 sayılı kanun değişikliğinin öncesinde de sonrasında da, hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi açısından kamulaştırma işlemini usulüne uygun tebligatla başlatmaktadır. Yasanın bu şekilde düzenleniyor olmasının nedeni ve amacını hukuksal bir kurum olarak tebligatın anlamıyla anlamamız gerekir.

Bu kapsamda genel olarak tebligat, hukuksal bir işlemden, ilgili kimsenin haber almasını sağlamak amacıyla yetkili makamın yasal biçimde ve yazı veya ilan ile yapacağı belgeleme işlemidir. Çoğu kez işlemler tebligat ile hukuksal sonuç doğurur hale gelirler. Aksi takdirde, yani tebliği gereken işlem tebliğ edilmedikçe, o işlemin ortaya çıkarması gereken hukuksal sonuçlar doğmaz.

Özellikle 4650 sayılı kanun öncesi tebligatın yapılıp yapılmaması dava açma süreleri ve dolayısıyla adalete erişim hakkının kullanılabilmesi için hayatidir. Zira kural olarak dava açma için zorunlu olan 30 günlük hak düşürücü süre mal sahibi için başlamayacaktır. Hatta Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 1999/6260E. , 1999/7840K. sayılı 10.05.1999 tarihli kararında “…mal sahibinin idareye giderek elden kamulaştırma evraklarını imza mukabili alsa bile yasal tebligat bulunmadığı…” gerekçesiyle hak düşürücü sürelerin başlamayacağına hükmetmiştir. Ancak malikin tapuda idare lehine ferağ vermesi söz konusu ise 30 günlük hak düşürücü süre ferağ tarihinden başlayacaktır. Bu doğrultuda usulsüz tebligatla ya da herhangi bir tebligat olmaksızın yapılan kamulaştırma işlemi sonucunda taşınmaz idare lehine tescil edilmiş olsa dahi hak düşürücü süreler işlemeyeceği gibi kamulaştırmanın gerçekleştiği de düşünülemez.

         Mülkiyet hakkını doğrudan sınırlandıran bir işlem olan kamulaştırma işleminde maliki bilgilendirme işlevine Yargıtay kararlarında öğretiyi dahi geride bırakan kararlara imza atmıştır. Bu itibarla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 5.12.1962 tarihli kararında şöyle denilmektedir: “…bankaya yatırılan paranın kamulaştırılan malın maliki tarafından alınmış olması, Kamulaştırma Kanunu’nun 13. Maddesi gereğince tebliğ yerine geçmez. Malik, sadece kamulaştırma işlemini ve parasını öğrenmekle, Kanun onun öğrenmesi istediği bütün olayları kesin olarak öğrenmiş bulunamaz. Önemli bir hak düşüren sürenin başlangıcı olan öğrenmenin, tamamiyle özel hükümde gösterilen usule uygun bir tebliğin sonucu olması, kanunkoyucunun Kamulaştırma Kanunu’nun da tebliğe ilişkin özel hükümler koymakla güttüğü amaca da uygun olacaktır.” Söz konusu karar, doktrinde ve bazı yargı kararlarında Tebligat Kanun’un 32. Maddesi gerekçe gösterilerek bazı eleştirilere maruz kalsa da Yargıtay haklı olarak tebligatın sadece kamulaştırma işlemini bildiren bir işlem olmadığını, aynı zamanda malikin diğer haklarını da gösteren ve dolayısıyla mülkiyet hakkını koruma işlevine de vurgu yaparak böylesi kararlar vermiştir.

SONUÇ: 

4650 Sayılı kanunla değişik 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen geçici 7. Madde yine aynı kanunda yer alan ve kanuna eklenmemiş olan geçici 1. Madde nedeniyle büyük önem arz etmektedir. Özellikle devam eden birçok kamulaştırmasız el atma davasının dayanağını teşkil eden, usulsüz kamulaştırma işlemlerine dayanarak yapılan idare adına tescillerin geçerli olmayacağı savı, yapılan düzenlemeyle konusuz bırakılmak istenmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde, yapılan düzenleme ile kamulaştırma işlemleri sonrasında idare lehine tesis edilen açıklayıcı(bildirici) nitelikteki tescil işlemleri, kamulaştırma işlemleri sakat olsa dahi tescile kurucu hüviyeti kazandırılmaktadır.

 Kamulaştırma hukukunun doğasına ve Anayasa’nın mülkiyet hakkına ilişkin 35. Maddesiyle çelişir nitelikteki düzenleme,  kamulaştırmasız el atma davaları nedeniyle oluşan tazminatları azaltma gayesini taşımaktadır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi söz konusu düzenlemeyi iptal etse bile, Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi gereğince birçok derdest dosya konusuz kalacak ve hazine önemli bir mali yükten kurtulacaktır.

Fakat mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 Numaralı Ek Protokolü’nün 1. Maddesi yapılan düzenlemeye kesinlikle cevaz vermemektedir. Bu kapsamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, kamulaştırılan taşınmazın sahibine işlemlerin süresinde tebliğ edilmemesi, daha sonra da geçerli bir bildirimin yapılmaması ve başvurucuların yasal haklarını kullanamaması gerekçesiyle 11.04.2006 tarihli, Akıllı- Türkiye davasında önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Adı geçen kararda  “ her ne kadar yakınılan uygulamaların yürürlükte olan bir yasaya dayanılarak yapılsa da, kamu yararı ile kişisel hakların korunması arasında var olması gereken dengeyi sağlayabilecek herhangi bir işlem başlatılmadığını saptamıştır. Bu türden müdahaleler yalnızca keyfi olarak değerlendirilebilir.”ifadesiyle daha önce verdiği kararlarda olduğu gibi yürürlükteki yasalarla hakkın özüne dokunulamayacağı yönündeki yorumlarını pekiştirmiştir. Aynı doğrultuda 1967 darbesi sonucu Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın özel bir yasa ile deniz kenarındaki kişilere ait geniş ve değerli arazilere el koyan özel yasa hükmünün 1. Numaralı protokolün 1. Maddesinin ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

İncelemeye çalıştığımız madde, ulusal ve uluslar arası yargı kararlarının ve çözümlemeye çalıştığımız diğer hukuki prensipler ışığında düşünüldüğünde,  yapılan yasal düzenlemelerin mülkiyet hakkının “zaman ötesi” niteliğini göz ardı ederek yok etmeye çalıştığı duraksamaya yer olmayacak şekilde açıktır.  

 

İmar Barışı

İmar Barışı

07 Şub Çarşamba
10:48

AV. MURAT TEZCAN: İDARENİN KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA UYGULAMALARINI KANUNLA HUKUKA UYGUN HALE GETİRMEK: 6487 SAYILI KANUNLA KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENEN GEÇİCİ 7. MADDENİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Giriş:

Kamuoyunca Alkol Düzenlemesi olarak bilinen 6487 Sayılı torba kanunun 22. Maddesi ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’a geçici 7. madde kenar başlığı ile incelenmeye değer bir madde eklemiştir. Söz konusu düzenleme ile birçok kamulaştırmasız el atma veya kamulaştırma bedelinin arttırılması(tezyidi bedel) davalarının temelini oluşturan hukuka aykırılıklar kanunla bertaraf edilmek istenmiştir.

Eklenen geçici 7. madde,  gerek 6830 Sayılı İstimlâk Kanunu’nu 16. ve 17. Maddeleri gerekse 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un mülga 16.  ve 17. Maddeleriyle birlikte mahkemelerin idare adına verdiği tescil kararlarına ilişkindir. Kamulaştırma süreçleri sonucunda idare adına tescil edilen taşınmazlar için yapılan usulsüz tebligat ve diğer işlemlerin hukuka aykırı olması durumunda bile dava konusu edilemeyeceği düzenlenmiştir.  Ayrıca ilgili maddenin ikinci fıkrası, bu kamulaştırma işlemleri sebebiyle hiçbir hak ve alacak talebinde bulunulamayacağını ve kamulaştırmaya veya bedeline ilişkin itiraz davası açılamayacağı açıkça belirtilmiştir. Bununla birlikte ilgili düzenlemenin “açılmış ve devam eden” tüm davaları da kapsar nitelikte olduğu vurgulanmıştır.

Yapılan düzenleme ile idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan tazminat davalarını ve mülga 6830 sayılı İstimlâk Kanunu çerçevesinde açılan kamulaştırma bedelinin arttırılması davalarını konusuz bırakma amacı dikkat çekmektedir.

  1. A. Maddenin Düzenleniş Biçimine ve Gerekçesine İlişkin Eleştiriler:

Kamulaştırılması tamamlanan taşınmazlar mahkeme kararıyla idare adına tescil edilirler. Fakat madde metni özensiz bir biçimde  “…mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen kamulaştırmalarda…”  ifadesiyle sanki kamulaştırma sürecinin kendisi tescil edilir gibi bir anlam yaratmaktadır. Hâlbuki hukuka uygun kamulaştırma süreçlerinin kamulaştırma bedelinin eksiksiz bir biçimde malik lehine depo edilmesiyle idare adına taşınmazların tescil kararıverilebilmektedir. 

Dilin kullanılış yanlışlığın yanı sıra, lafzi yoruma göre sakınca yaratacak bir başka unsur da, maddenin,  usule uygun kamulaştırma işlemleri yapılmamış taşınmazlar için kamulaştırma işlemlerinin tamamlandığı varsayımına dayanmaktadır. Oysaki bitmiş bir kamulaştırma süreci bulunmadığı gibi taşınmaz malikinin de değişimi söz konusu değildir. Bu hukuki niteleme madde metinin gerekçesinde “mahkemelerce tescil kararı verilebilmesi için yine bu maddeler kapsamında kamu yararı kararının kesinleşmiş olması, kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin hak sahipleri adına bankaya bloke edilmiş olması, dava dosyası üzerinden hak sahiplerinin duruşmaya davet edilmesi, ayrıca mahkemece arazinin durum tespiti yapılmış olması ve sonuçta verilen kararın tapuya tescil edilecek hale gelebilmesi için hak sahiplerine tebliğ edilmiş olması şartlarının yerine getirilmiş olması zorunludur.”  İfadesiyle teyit edilmektedir. 

Gerekçede özetle bu durum açıkça ifade edilmiş olsa da yine gerekçenin son cümlesinde,  “5999 sayılı Kanunla 2942 sayılı Kanuna eklenen Geçici 6 ncı madde kapsamında idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma sebebiyle tazminat davaları açılmakta ve bu davalarda mülga 6830 Kanun ve 2942 sayılı Kanunun mülga 16 ncı ve 17 nci maddelerine göre kamulaştırmaları tamamlandığı hususları göz önünde bulundurulmaksızın idare aleyhine tazminatlara karar verilmektedir.”  denilerek açılan davaların “haksız” olduğu tespiti yapılmaktadır. Aynı paragrafta birbiriyle taban tabana çelişen iki değerlendirmenin bulunması maddenin konuluş amacını anlamamız için önemli bir ipucu niteliğindedir.

  1. B. 6830 Sayılı İstimlâk Kanun’un 16.  ve 17. Maddeleri ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun2un Mülga 16. ve 17. Maddelerine İlişkin Değerlendirme.

Her iki kanunda özü itibariyle birbirinin tekrarı olan ilgili maddelerin maddede isimleri geçen kanunlara göre ayrı ayrı değerlendirilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu nedenle 2942 sayılı Kanun’un 05.05.2001 tarihli 4650 sayılı kanunla mülga edilen 16. ve 17. Maddelerin açıklanmasının yeterli olacağını düşünmekteyiz.

  1. a. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 16. Maddesi

“Acele işlerde el koyma ve tescil” kenar başlığı ile düzenlenen madde taşınmaza hemen el konulmasına idarece zorunluluk görülen hallerde, kamulaştırma işlemine ilişkin yürütmenin durdurulmasına karar verilmedikçe davaların sonucuna bakılmaksızın kamulaştırılan taşınmazın süratle kamulaştırma amacına tahsis imkânı sağlanması öngörülmüştür.

Bu amaçla kamulaştırmaya konu olan taşınmazın mahkemece idare adına tescil edilebilmesi için, birkaç şartın bir arada bulunması gerekmektedir. Bunlar,

–kamulaştırma işleminin davalı mal sahibine tebliğ edilmesi; 

–kamulaştırma işleminin iptali için idari yargıya dava açılmışsa, ya idare mahkemesince yürütmenin durdurulmasına dair karar verilmemiş olması veya kamulaştırma işleminin iptaline dair esas hakkında karar verilmemiş olması veyahut kamulaştırmanın 6. maddenin son fıkrası uyarınca yapılmış olması;

– taşınmaz mala kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin tamamı nakit olarak, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olamadan malik adına bankaya yatırılması; kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin ya da payın idare ile çekişmeli olmaması veya taşınmazın yüzölçümü ile ilgili ihtilafın bulunmaması şeklinde sıralanabilir. 

Görüldüğü gibi tescil sıkı kurallara bağlanmıştır. Özellikle idare aleyhine açılan davalarda usulsüz tebligat, kamulaştırma bedelinin bankaya yatırılmamış olması ve çekişmeli taşınmazın idare lehine tecil edilmiş olması konularında yoğunlaşmaktadır.

  1. b. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 17. Maddesi

Bu madde kamulaştırılan taşınmazın mal sahibinin rızasına bakılmaksızın idareye geçmesi kuralının sonucudur. Tebliğ edilen kamulaştırma işlemine karşın idari ve adli yargı mercilerine başvurulmadığı veya bu konuda açılan davalar kesinleşmesi sonrasında tescil sağlanabilir. Bununla birlikte mal sahibi rızası ile taşınmazın idare adına tesciline yanaşmadığı hallerde takdir edilen ve varsa artırılan değerin bankaya dair yatırıldığına dair makbuz ilgili belge örnekleri ile birlikte idarece mahkemeye verildiğinde mahkeme iki tarafı derhal davet ederek gelmeseler dahi gıyaplarında belgeleri incelemek suretiyle idare adına tescile karar verebilecektir. Ancak bu iki durumda da mahkeme kamulaştırmanın usulüne uygun tamamlanıp tamamlanmadığını incelemekle görevlendirilmiştir.

İlgili maddeye göre taşınmazın idare adına tescil edilebilmesi için;

  • – Kamulaştırılan taşınmazın tapuda kayıtlı olması,
  • – Kamulaştırma işleminin usulüne uygun olarak tebliğ edilmesi neticesi kesinleşmiş olması,
  • – Kamulaştırma bedelinin peşin, nakit, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olmadan mal sahibi adına bankaya yatırılmış olması ve bu konudaki makbuzların bankaya sunulması gerekmektedir.

Madde metninden ve gerekçesinden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın idare adına tescilde yukarıda açıkladığımız 16. Maddedekine benzer sıkı şekil kuralları getirilmiştir. Burada da usulüne uygun tebligat ve kamulaştırma işleminin adli ve idari yönden kesinleşmesi gerekir kurallarının arandığı belirtilmektedir. 

  1. C. Kamulaştırmada İdarenin Mülkiyeti Kazanma Anına ve Tescile İlişkin Değerlendirme.

Türk Medeni Kanun’un 705. Maddesinin ikinci fıkrasına göre “Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.”  Kamulaştırma asli kazanma yollarından biri olup, bununla taşınmaz mal üzerinde eskisinden tamamen bağımsız, asli ve yeni bir mülkiyet hakkı doğar.

Kamulaştırılan taşınmazın idare adına tescili daha çok açıklayıcı niteliktedir. Yani burada taşınmaz mülkiyeti tapu sicilinden bağımsız olarak tescilden önce kazanılmakta, tescil, kurucu değil, hukuki durumu bildiren, açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Ancak, malikin bu yolla kazanmış olduğu taşınmaz üzerinde tasarruf işlemlerinde bulunabilmesi için tapu kütüğüne tescil yaptırması gerektirmektedir. Dolayısıyla 2942 sayılı mülga 16. ve 17. Maddelerde bahsi geçen tescil kurucu nitelik taşımayan bildirici nitelikteki bir tescildir. 

Bildirici tescilin konumuz açısından en önemli özelliği, idare, taşınmazın mülkiyetini hukuka uygun kamulaştırma işlemi ile birlikte esasen mülkiyeti kazanma sebepleri daha önce gerçekleşmiş, tescilden önce ve ondan bağımsız olarak kazanmıştır. Tescilin temelini oluşturan işlem kamulaştırma işlemi olup, söz konusu işlemin sağlıklı olup olmaması tescilin hukuka uygun olmasını belirleyecektir.

Doktrin üzerinde ittifakla mutabık kaldığı görüş, 2492 sayılı kanunu değiştiren 4650 sayılı kanun öncesi, kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin geçiş anı, idari safhada kamulaştırmanın tamamlanması ile idarenin mülkiyeti kazandığına ilişkindir.Fakat 4650 sayılı kanunla, kamulaştırma Kanun’da yapılan değişikliklerle birlikte mülkiyetin kazanılma anına yapılan değerlendirmeler değişmektedir. Buna göre satın alma ve trampa usulünün uygulandığı olaylarda taşınmaz malikinin tescil beyanı ile kazanılır. Buna karşılık diğer hallerde mahkemenin kesinleşmiş kararı ile kazanılır.

Özetle 4650 sayılı kanun öncesi tescil kurucu nitelikte değildir. Dolayısıyla kurucu nitelik taşımayan tescil kararlarına karşı, kamulaştırmanın özünü oluşturan eksikliklere karşı süresinde dava açmak mümkündür, çünkü tescil yenilik doğurucu bir hak yaratmamaktadır.

  1. D. Kamulaştırmada Usulsüz Tebligat  ve Mülkiyet Hakkına Etkisi.

Hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işleminin tebliği esastır. 4650 Sayılı kanun öncesi kamulaştırma kanununda, kamulaştırma için 13. Madde ile özel tebligat hükmü düzenlenmiştir.  2942 sayılı kanunun mülga 13. Maddesi tebligat usulünü yine mülga 14/1. Maddesi ise tebligattan sonra adli ve idari yargıda açılacak dava açma sürelerini göstermiştir. 

2942 sayılı kanunun 25. Madde hükmü 4650 sayılı kanun değişikliğinin öncesinde de sonrasında da, hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi açısından kamulaştırma işlemini usulüne uygun tebligatla başlatmaktadır. Yasanın bu şekilde düzenleniyor olmasının nedeni ve amacını hukuksal bir kurum olarak tebligatın anlamıyla anlamamız gerekir.

Bu kapsamda genel olarak tebligat, hukuksal bir işlemden, ilgili kimsenin haber almasını sağlamak amacıyla yetkili makamın yasal biçimde ve yazı veya ilan ile yapacağı belgeleme işlemidir. Çoğu kez işlemler tebligat ile hukuksal sonuç doğurur hale gelirler. Aksi takdirde, yani tebliği gereken işlem tebliğ edilmedikçe, o işlemin ortaya çıkarması gereken hukuksal sonuçlar doğmaz.

Özellikle 4650 sayılı kanun öncesi tebligatın yapılıp yapılmaması dava açma süreleri ve dolayısıyla adalete erişim hakkının kullanılabilmesi için hayatidir. Zira kural olarak dava açma için zorunlu olan 30 günlük hak düşürücü süre mal sahibi için başlamayacaktır. Hatta Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 1999/6260E. , 1999/7840K. sayılı 10.05.1999 tarihli kararında “…mal sahibinin idareye giderek elden kamulaştırma evraklarını imza mukabili alsa bile yasal tebligat bulunmadığı…” gerekçesiyle hak düşürücü sürelerin başlamayacağına hükmetmiştir. Ancak malikin tapuda idare lehine ferağ vermesi söz konusu ise 30 günlük hak düşürücü süre ferağ tarihinden başlayacaktır. Bu doğrultuda usulsüz tebligatla ya da herhangi bir tebligat olmaksızın yapılan kamulaştırma işlemi sonucunda taşınmaz idare lehine tescil edilmiş olsa dahi hak düşürücü süreler işlemeyeceği gibi kamulaştırmanın gerçekleştiği de düşünülemez.

         Mülkiyet hakkını doğrudan sınırlandıran bir işlem olan kamulaştırma işleminde maliki bilgilendirme işlevine Yargıtay kararlarında öğretiyi dahi geride bırakan kararlara imza atmıştır. Bu itibarla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 5.12.1962 tarihli kararında şöyle denilmektedir: “…bankaya yatırılan paranın kamulaştırılan malın maliki tarafından alınmış olması, Kamulaştırma Kanunu’nun 13. Maddesi gereğince tebliğ yerine geçmez. Malik, sadece kamulaştırma işlemini ve parasını öğrenmekle, Kanun onun öğrenmesi istediği bütün olayları kesin olarak öğrenmiş bulunamaz. Önemli bir hak düşüren sürenin başlangıcı olan öğrenmenin, tamamiyle özel hükümde gösterilen usule uygun bir tebliğin sonucu olması, kanunkoyucunun Kamulaştırma Kanunu’nun da tebliğe ilişkin özel hükümler koymakla güttüğü amaca da uygun olacaktır.” Söz konusu karar, doktrinde ve bazı yargı kararlarında Tebligat Kanun’un 32. Maddesi gerekçe gösterilerek bazı eleştirilere maruz kalsa da Yargıtay haklı olarak tebligatın sadece kamulaştırma işlemini bildiren bir işlem olmadığını, aynı zamanda malikin diğer haklarını da gösteren ve dolayısıyla mülkiyet hakkını koruma işlevine de vurgu yaparak böylesi kararlar vermiştir.

SONUÇ: 

4650 Sayılı kanunla değişik 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen geçici 7. Madde yine aynı kanunda yer alan ve kanuna eklenmemiş olan geçici 1. Madde nedeniyle büyük önem arz etmektedir. Özellikle devam eden birçok kamulaştırmasız el atma davasının dayanağını teşkil eden, usulsüz kamulaştırma işlemlerine dayanarak yapılan idare adına tescillerin geçerli olmayacağı savı, yapılan düzenlemeyle konusuz bırakılmak istenmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde, yapılan düzenleme ile kamulaştırma işlemleri sonrasında idare lehine tesis edilen açıklayıcı(bildirici) nitelikteki tescil işlemleri, kamulaştırma işlemleri sakat olsa dahi tescile kurucu hüviyeti kazandırılmaktadır.

 Kamulaştırma hukukunun doğasına ve Anayasa’nın mülkiyet hakkına ilişkin 35. Maddesiyle çelişir nitelikteki düzenleme,  kamulaştırmasız el atma davaları nedeniyle oluşan tazminatları azaltma gayesini taşımaktadır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi söz konusu düzenlemeyi iptal etse bile, Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi gereğince birçok derdest dosya konusuz kalacak ve hazine önemli bir mali yükten kurtulacaktır.

Fakat mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 Numaralı Ek Protokolü’nün 1. Maddesi yapılan düzenlemeye kesinlikle cevaz vermemektedir. Bu kapsamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, kamulaştırılan taşınmazın sahibine işlemlerin süresinde tebliğ edilmemesi, daha sonra da geçerli bir bildirimin yapılmaması ve başvurucuların yasal haklarını kullanamaması gerekçesiyle 11.04.2006 tarihli, Akıllı- Türkiye davasında önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Adı geçen kararda  “ her ne kadar yakınılan uygulamaların yürürlükte olan bir yasaya dayanılarak yapılsa da, kamu yararı ile kişisel hakların korunması arasında var olması gereken dengeyi sağlayabilecek herhangi bir işlem başlatılmadığını saptamıştır. Bu türden müdahaleler yalnızca keyfi olarak değerlendirilebilir.”ifadesiyle daha önce verdiği kararlarda olduğu gibi yürürlükteki yasalarla hakkın özüne dokunulamayacağı yönündeki yorumlarını pekiştirmiştir. Aynı doğrultuda 1967 darbesi sonucu Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın özel bir yasa ile deniz kenarındaki kişilere ait geniş ve değerli arazilere el koyan özel yasa hükmünün 1. Numaralı protokolün 1. Maddesinin ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

İncelemeye çalıştığımız madde, ulusal ve uluslar arası yargı kararlarının ve çözümlemeye çalıştığımız diğer hukuki prensipler ışığında düşünüldüğünde,  yapılan yasal düzenlemelerin mülkiyet hakkının “zaman ötesi” niteliğini göz ardı ederek yok etmeye çalıştığı duraksamaya yer olmayacak şekilde açıktır.  

 

İmar Para Cezaları

İmar Para Cezaları

07 Şub Çarşamba
10:49

AV. MURAT TEZCAN: İDARENİN KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA UYGULAMALARINI KANUNLA HUKUKA UYGUN HALE GETİRMEK: 6487 SAYILI KANUNLA KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENEN GEÇİCİ 7. MADDENİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Giriş:

Kamuoyunca Alkol Düzenlemesi olarak bilinen 6487 Sayılı torba kanunun 22. Maddesi ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’a geçici 7. madde kenar başlığı ile incelenmeye değer bir madde eklemiştir. Söz konusu düzenleme ile birçok kamulaştırmasız el atma veya kamulaştırma bedelinin arttırılması(tezyidi bedel) davalarının temelini oluşturan hukuka aykırılıklar kanunla bertaraf edilmek istenmiştir.

Eklenen geçici 7. madde,  gerek 6830 Sayılı İstimlâk Kanunu’nu 16. ve 17. Maddeleri gerekse 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un mülga 16.  ve 17. Maddeleriyle birlikte mahkemelerin idare adına verdiği tescil kararlarına ilişkindir. Kamulaştırma süreçleri sonucunda idare adına tescil edilen taşınmazlar için yapılan usulsüz tebligat ve diğer işlemlerin hukuka aykırı olması durumunda bile dava konusu edilemeyeceği düzenlenmiştir.  Ayrıca ilgili maddenin ikinci fıkrası, bu kamulaştırma işlemleri sebebiyle hiçbir hak ve alacak talebinde bulunulamayacağını ve kamulaştırmaya veya bedeline ilişkin itiraz davası açılamayacağı açıkça belirtilmiştir. Bununla birlikte ilgili düzenlemenin “açılmış ve devam eden” tüm davaları da kapsar nitelikte olduğu vurgulanmıştır.

Yapılan düzenleme ile idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan tazminat davalarını ve mülga 6830 sayılı İstimlâk Kanunu çerçevesinde açılan kamulaştırma bedelinin arttırılması davalarını konusuz bırakma amacı dikkat çekmektedir.

  1. A. Maddenin Düzenleniş Biçimine ve Gerekçesine İlişkin Eleştiriler:

Kamulaştırılması tamamlanan taşınmazlar mahkeme kararıyla idare adına tescil edilirler. Fakat madde metni özensiz bir biçimde  “…mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen kamulaştırmalarda…”  ifadesiyle sanki kamulaştırma sürecinin kendisi tescil edilir gibi bir anlam yaratmaktadır. Hâlbuki hukuka uygun kamulaştırma süreçlerinin kamulaştırma bedelinin eksiksiz bir biçimde malik lehine depo edilmesiyle idare adına taşınmazların tescil kararıverilebilmektedir. 

Dilin kullanılış yanlışlığın yanı sıra, lafzi yoruma göre sakınca yaratacak bir başka unsur da, maddenin,  usule uygun kamulaştırma işlemleri yapılmamış taşınmazlar için kamulaştırma işlemlerinin tamamlandığı varsayımına dayanmaktadır. Oysaki bitmiş bir kamulaştırma süreci bulunmadığı gibi taşınmaz malikinin de değişimi söz konusu değildir. Bu hukuki niteleme madde metinin gerekçesinde “mahkemelerce tescil kararı verilebilmesi için yine bu maddeler kapsamında kamu yararı kararının kesinleşmiş olması, kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin hak sahipleri adına bankaya bloke edilmiş olması, dava dosyası üzerinden hak sahiplerinin duruşmaya davet edilmesi, ayrıca mahkemece arazinin durum tespiti yapılmış olması ve sonuçta verilen kararın tapuya tescil edilecek hale gelebilmesi için hak sahiplerine tebliğ edilmiş olması şartlarının yerine getirilmiş olması zorunludur.”  İfadesiyle teyit edilmektedir. 

Gerekçede özetle bu durum açıkça ifade edilmiş olsa da yine gerekçenin son cümlesinde,  “5999 sayılı Kanunla 2942 sayılı Kanuna eklenen Geçici 6 ncı madde kapsamında idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma sebebiyle tazminat davaları açılmakta ve bu davalarda mülga 6830 Kanun ve 2942 sayılı Kanunun mülga 16 ncı ve 17 nci maddelerine göre kamulaştırmaları tamamlandığı hususları göz önünde bulundurulmaksızın idare aleyhine tazminatlara karar verilmektedir.”  denilerek açılan davaların “haksız” olduğu tespiti yapılmaktadır. Aynı paragrafta birbiriyle taban tabana çelişen iki değerlendirmenin bulunması maddenin konuluş amacını anlamamız için önemli bir ipucu niteliğindedir.

  1. B. 6830 Sayılı İstimlâk Kanun’un 16.  ve 17. Maddeleri ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun2un Mülga 16. ve 17. Maddelerine İlişkin Değerlendirme.

Her iki kanunda özü itibariyle birbirinin tekrarı olan ilgili maddelerin maddede isimleri geçen kanunlara göre ayrı ayrı değerlendirilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu nedenle 2942 sayılı Kanun’un 05.05.2001 tarihli 4650 sayılı kanunla mülga edilen 16. ve 17. Maddelerin açıklanmasının yeterli olacağını düşünmekteyiz.

  1. a. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 16. Maddesi

“Acele işlerde el koyma ve tescil” kenar başlığı ile düzenlenen madde taşınmaza hemen el konulmasına idarece zorunluluk görülen hallerde, kamulaştırma işlemine ilişkin yürütmenin durdurulmasına karar verilmedikçe davaların sonucuna bakılmaksızın kamulaştırılan taşınmazın süratle kamulaştırma amacına tahsis imkânı sağlanması öngörülmüştür.

Bu amaçla kamulaştırmaya konu olan taşınmazın mahkemece idare adına tescil edilebilmesi için, birkaç şartın bir arada bulunması gerekmektedir. Bunlar,

–kamulaştırma işleminin davalı mal sahibine tebliğ edilmesi; 

–kamulaştırma işleminin iptali için idari yargıya dava açılmışsa, ya idare mahkemesince yürütmenin durdurulmasına dair karar verilmemiş olması veya kamulaştırma işleminin iptaline dair esas hakkında karar verilmemiş olması veyahut kamulaştırmanın 6. maddenin son fıkrası uyarınca yapılmış olması;

– taşınmaz mala kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin tamamı nakit olarak, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olamadan malik adına bankaya yatırılması; kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin ya da payın idare ile çekişmeli olmaması veya taşınmazın yüzölçümü ile ilgili ihtilafın bulunmaması şeklinde sıralanabilir. 

Görüldüğü gibi tescil sıkı kurallara bağlanmıştır. Özellikle idare aleyhine açılan davalarda usulsüz tebligat, kamulaştırma bedelinin bankaya yatırılmamış olması ve çekişmeli taşınmazın idare lehine tecil edilmiş olması konularında yoğunlaşmaktadır.

  1. b. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 17. Maddesi

Bu madde kamulaştırılan taşınmazın mal sahibinin rızasına bakılmaksızın idareye geçmesi kuralının sonucudur. Tebliğ edilen kamulaştırma işlemine karşın idari ve adli yargı mercilerine başvurulmadığı veya bu konuda açılan davalar kesinleşmesi sonrasında tescil sağlanabilir. Bununla birlikte mal sahibi rızası ile taşınmazın idare adına tesciline yanaşmadığı hallerde takdir edilen ve varsa artırılan değerin bankaya dair yatırıldığına dair makbuz ilgili belge örnekleri ile birlikte idarece mahkemeye verildiğinde mahkeme iki tarafı derhal davet ederek gelmeseler dahi gıyaplarında belgeleri incelemek suretiyle idare adına tescile karar verebilecektir. Ancak bu iki durumda da mahkeme kamulaştırmanın usulüne uygun tamamlanıp tamamlanmadığını incelemekle görevlendirilmiştir.

İlgili maddeye göre taşınmazın idare adına tescil edilebilmesi için;

  • – Kamulaştırılan taşınmazın tapuda kayıtlı olması,
  • – Kamulaştırma işleminin usulüne uygun olarak tebliğ edilmesi neticesi kesinleşmiş olması,
  • – Kamulaştırma bedelinin peşin, nakit, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olmadan mal sahibi adına bankaya yatırılmış olması ve bu konudaki makbuzların bankaya sunulması gerekmektedir.

Madde metninden ve gerekçesinden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın idare adına tescilde yukarıda açıkladığımız 16. Maddedekine benzer sıkı şekil kuralları getirilmiştir. Burada da usulüne uygun tebligat ve kamulaştırma işleminin adli ve idari yönden kesinleşmesi gerekir kurallarının arandığı belirtilmektedir. 

  1. C. Kamulaştırmada İdarenin Mülkiyeti Kazanma Anına ve Tescile İlişkin Değerlendirme.

Türk Medeni Kanun’un 705. Maddesinin ikinci fıkrasına göre “Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.”  Kamulaştırma asli kazanma yollarından biri olup, bununla taşınmaz mal üzerinde eskisinden tamamen bağımsız, asli ve yeni bir mülkiyet hakkı doğar.

Kamulaştırılan taşınmazın idare adına tescili daha çok açıklayıcı niteliktedir. Yani burada taşınmaz mülkiyeti tapu sicilinden bağımsız olarak tescilden önce kazanılmakta, tescil, kurucu değil, hukuki durumu bildiren, açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Ancak, malikin bu yolla kazanmış olduğu taşınmaz üzerinde tasarruf işlemlerinde bulunabilmesi için tapu kütüğüne tescil yaptırması gerektirmektedir. Dolayısıyla 2942 sayılı mülga 16. ve 17. Maddelerde bahsi geçen tescil kurucu nitelik taşımayan bildirici nitelikteki bir tescildir. 

Bildirici tescilin konumuz açısından en önemli özelliği, idare, taşınmazın mülkiyetini hukuka uygun kamulaştırma işlemi ile birlikte esasen mülkiyeti kazanma sebepleri daha önce gerçekleşmiş, tescilden önce ve ondan bağımsız olarak kazanmıştır. Tescilin temelini oluşturan işlem kamulaştırma işlemi olup, söz konusu işlemin sağlıklı olup olmaması tescilin hukuka uygun olmasını belirleyecektir.

Doktrin üzerinde ittifakla mutabık kaldığı görüş, 2492 sayılı kanunu değiştiren 4650 sayılı kanun öncesi, kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin geçiş anı, idari safhada kamulaştırmanın tamamlanması ile idarenin mülkiyeti kazandığına ilişkindir.Fakat 4650 sayılı kanunla, kamulaştırma Kanun’da yapılan değişikliklerle birlikte mülkiyetin kazanılma anına yapılan değerlendirmeler değişmektedir. Buna göre satın alma ve trampa usulünün uygulandığı olaylarda taşınmaz malikinin tescil beyanı ile kazanılır. Buna karşılık diğer hallerde mahkemenin kesinleşmiş kararı ile kazanılır.

Özetle 4650 sayılı kanun öncesi tescil kurucu nitelikte değildir. Dolayısıyla kurucu nitelik taşımayan tescil kararlarına karşı, kamulaştırmanın özünü oluşturan eksikliklere karşı süresinde dava açmak mümkündür, çünkü tescil yenilik doğurucu bir hak yaratmamaktadır.

  1. D. Kamulaştırmada Usulsüz Tebligat  ve Mülkiyet Hakkına Etkisi.

Hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işleminin tebliği esastır. 4650 Sayılı kanun öncesi kamulaştırma kanununda, kamulaştırma için 13. Madde ile özel tebligat hükmü düzenlenmiştir.  2942 sayılı kanunun mülga 13. Maddesi tebligat usulünü yine mülga 14/1. Maddesi ise tebligattan sonra adli ve idari yargıda açılacak dava açma sürelerini göstermiştir. 

2942 sayılı kanunun 25. Madde hükmü 4650 sayılı kanun değişikliğinin öncesinde de sonrasında da, hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi açısından kamulaştırma işlemini usulüne uygun tebligatla başlatmaktadır. Yasanın bu şekilde düzenleniyor olmasının nedeni ve amacını hukuksal bir kurum olarak tebligatın anlamıyla anlamamız gerekir.

Bu kapsamda genel olarak tebligat, hukuksal bir işlemden, ilgili kimsenin haber almasını sağlamak amacıyla yetkili makamın yasal biçimde ve yazı veya ilan ile yapacağı belgeleme işlemidir. Çoğu kez işlemler tebligat ile hukuksal sonuç doğurur hale gelirler. Aksi takdirde, yani tebliği gereken işlem tebliğ edilmedikçe, o işlemin ortaya çıkarması gereken hukuksal sonuçlar doğmaz.

Özellikle 4650 sayılı kanun öncesi tebligatın yapılıp yapılmaması dava açma süreleri ve dolayısıyla adalete erişim hakkının kullanılabilmesi için hayatidir. Zira kural olarak dava açma için zorunlu olan 30 günlük hak düşürücü süre mal sahibi için başlamayacaktır. Hatta Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 1999/6260E. , 1999/7840K. sayılı 10.05.1999 tarihli kararında “…mal sahibinin idareye giderek elden kamulaştırma evraklarını imza mukabili alsa bile yasal tebligat bulunmadığı…” gerekçesiyle hak düşürücü sürelerin başlamayacağına hükmetmiştir. Ancak malikin tapuda idare lehine ferağ vermesi söz konusu ise 30 günlük hak düşürücü süre ferağ tarihinden başlayacaktır. Bu doğrultuda usulsüz tebligatla ya da herhangi bir tebligat olmaksızın yapılan kamulaştırma işlemi sonucunda taşınmaz idare lehine tescil edilmiş olsa dahi hak düşürücü süreler işlemeyeceği gibi kamulaştırmanın gerçekleştiği de düşünülemez.

         Mülkiyet hakkını doğrudan sınırlandıran bir işlem olan kamulaştırma işleminde maliki bilgilendirme işlevine Yargıtay kararlarında öğretiyi dahi geride bırakan kararlara imza atmıştır. Bu itibarla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 5.12.1962 tarihli kararında şöyle denilmektedir: “…bankaya yatırılan paranın kamulaştırılan malın maliki tarafından alınmış olması, Kamulaştırma Kanunu’nun 13. Maddesi gereğince tebliğ yerine geçmez. Malik, sadece kamulaştırma işlemini ve parasını öğrenmekle, Kanun onun öğrenmesi istediği bütün olayları kesin olarak öğrenmiş bulunamaz. Önemli bir hak düşüren sürenin başlangıcı olan öğrenmenin, tamamiyle özel hükümde gösterilen usule uygun bir tebliğin sonucu olması, kanunkoyucunun Kamulaştırma Kanunu’nun da tebliğe ilişkin özel hükümler koymakla güttüğü amaca da uygun olacaktır.” Söz konusu karar, doktrinde ve bazı yargı kararlarında Tebligat Kanun’un 32. Maddesi gerekçe gösterilerek bazı eleştirilere maruz kalsa da Yargıtay haklı olarak tebligatın sadece kamulaştırma işlemini bildiren bir işlem olmadığını, aynı zamanda malikin diğer haklarını da gösteren ve dolayısıyla mülkiyet hakkını koruma işlevine de vurgu yaparak böylesi kararlar vermiştir.

SONUÇ: 

4650 Sayılı kanunla değişik 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen geçici 7. Madde yine aynı kanunda yer alan ve kanuna eklenmemiş olan geçici 1. Madde nedeniyle büyük önem arz etmektedir. Özellikle devam eden birçok kamulaştırmasız el atma davasının dayanağını teşkil eden, usulsüz kamulaştırma işlemlerine dayanarak yapılan idare adına tescillerin geçerli olmayacağı savı, yapılan düzenlemeyle konusuz bırakılmak istenmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde, yapılan düzenleme ile kamulaştırma işlemleri sonrasında idare lehine tesis edilen açıklayıcı(bildirici) nitelikteki tescil işlemleri, kamulaştırma işlemleri sakat olsa dahi tescile kurucu hüviyeti kazandırılmaktadır.

 Kamulaştırma hukukunun doğasına ve Anayasa’nın mülkiyet hakkına ilişkin 35. Maddesiyle çelişir nitelikteki düzenleme,  kamulaştırmasız el atma davaları nedeniyle oluşan tazminatları azaltma gayesini taşımaktadır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi söz konusu düzenlemeyi iptal etse bile, Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi gereğince birçok derdest dosya konusuz kalacak ve hazine önemli bir mali yükten kurtulacaktır.

Fakat mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 Numaralı Ek Protokolü’nün 1. Maddesi yapılan düzenlemeye kesinlikle cevaz vermemektedir. Bu kapsamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, kamulaştırılan taşınmazın sahibine işlemlerin süresinde tebliğ edilmemesi, daha sonra da geçerli bir bildirimin yapılmaması ve başvurucuların yasal haklarını kullanamaması gerekçesiyle 11.04.2006 tarihli, Akıllı- Türkiye davasında önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Adı geçen kararda  “ her ne kadar yakınılan uygulamaların yürürlükte olan bir yasaya dayanılarak yapılsa da, kamu yararı ile kişisel hakların korunması arasında var olması gereken dengeyi sağlayabilecek herhangi bir işlem başlatılmadığını saptamıştır. Bu türden müdahaleler yalnızca keyfi olarak değerlendirilebilir.”ifadesiyle daha önce verdiği kararlarda olduğu gibi yürürlükteki yasalarla hakkın özüne dokunulamayacağı yönündeki yorumlarını pekiştirmiştir. Aynı doğrultuda 1967 darbesi sonucu Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın özel bir yasa ile deniz kenarındaki kişilere ait geniş ve değerli arazilere el koyan özel yasa hükmünün 1. Numaralı protokolün 1. Maddesinin ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

İncelemeye çalıştığımız madde, ulusal ve uluslar arası yargı kararlarının ve çözümlemeye çalıştığımız diğer hukuki prensipler ışığında düşünüldüğünde,  yapılan yasal düzenlemelerin mülkiyet hakkının “zaman ötesi” niteliğini göz ardı ederek yok etmeye çalıştığı duraksamaya yer olmayacak şekilde açıktır.  

 

İnançlı İşlem

İnançlı İşlem

07 Şub Çarşamba
10:50

AV. MURAT TEZCAN: İDARENİN KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA UYGULAMALARINI KANUNLA HUKUKA UYGUN HALE GETİRMEK: 6487 SAYILI KANUNLA KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENEN GEÇİCİ 7. MADDENİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Giriş:

Kamuoyunca Alkol Düzenlemesi olarak bilinen 6487 Sayılı torba kanunun 22. Maddesi ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’a geçici 7. madde kenar başlığı ile incelenmeye değer bir madde eklemiştir. Söz konusu düzenleme ile birçok kamulaştırmasız el atma veya kamulaştırma bedelinin arttırılması(tezyidi bedel) davalarının temelini oluşturan hukuka aykırılıklar kanunla bertaraf edilmek istenmiştir.

Eklenen geçici 7. madde,  gerek 6830 Sayılı İstimlâk Kanunu’nu 16. ve 17. Maddeleri gerekse 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un mülga 16.  ve 17. Maddeleriyle birlikte mahkemelerin idare adına verdiği tescil kararlarına ilişkindir. Kamulaştırma süreçleri sonucunda idare adına tescil edilen taşınmazlar için yapılan usulsüz tebligat ve diğer işlemlerin hukuka aykırı olması durumunda bile dava konusu edilemeyeceği düzenlenmiştir.  Ayrıca ilgili maddenin ikinci fıkrası, bu kamulaştırma işlemleri sebebiyle hiçbir hak ve alacak talebinde bulunulamayacağını ve kamulaştırmaya veya bedeline ilişkin itiraz davası açılamayacağı açıkça belirtilmiştir. Bununla birlikte ilgili düzenlemenin “açılmış ve devam eden” tüm davaları da kapsar nitelikte olduğu vurgulanmıştır.

Yapılan düzenleme ile idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan tazminat davalarını ve mülga 6830 sayılı İstimlâk Kanunu çerçevesinde açılan kamulaştırma bedelinin arttırılması davalarını konusuz bırakma amacı dikkat çekmektedir.

  1. A. Maddenin Düzenleniş Biçimine ve Gerekçesine İlişkin Eleştiriler:

Kamulaştırılması tamamlanan taşınmazlar mahkeme kararıyla idare adına tescil edilirler. Fakat madde metni özensiz bir biçimde  “…mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen kamulaştırmalarda…”  ifadesiyle sanki kamulaştırma sürecinin kendisi tescil edilir gibi bir anlam yaratmaktadır. Hâlbuki hukuka uygun kamulaştırma süreçlerinin kamulaştırma bedelinin eksiksiz bir biçimde malik lehine depo edilmesiyle idare adına taşınmazların tescil kararıverilebilmektedir. 

Dilin kullanılış yanlışlığın yanı sıra, lafzi yoruma göre sakınca yaratacak bir başka unsur da, maddenin,  usule uygun kamulaştırma işlemleri yapılmamış taşınmazlar için kamulaştırma işlemlerinin tamamlandığı varsayımına dayanmaktadır. Oysaki bitmiş bir kamulaştırma süreci bulunmadığı gibi taşınmaz malikinin de değişimi söz konusu değildir. Bu hukuki niteleme madde metinin gerekçesinde “mahkemelerce tescil kararı verilebilmesi için yine bu maddeler kapsamında kamu yararı kararının kesinleşmiş olması, kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin hak sahipleri adına bankaya bloke edilmiş olması, dava dosyası üzerinden hak sahiplerinin duruşmaya davet edilmesi, ayrıca mahkemece arazinin durum tespiti yapılmış olması ve sonuçta verilen kararın tapuya tescil edilecek hale gelebilmesi için hak sahiplerine tebliğ edilmiş olması şartlarının yerine getirilmiş olması zorunludur.”  İfadesiyle teyit edilmektedir. 

Gerekçede özetle bu durum açıkça ifade edilmiş olsa da yine gerekçenin son cümlesinde,  “5999 sayılı Kanunla 2942 sayılı Kanuna eklenen Geçici 6 ncı madde kapsamında idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma sebebiyle tazminat davaları açılmakta ve bu davalarda mülga 6830 Kanun ve 2942 sayılı Kanunun mülga 16 ncı ve 17 nci maddelerine göre kamulaştırmaları tamamlandığı hususları göz önünde bulundurulmaksızın idare aleyhine tazminatlara karar verilmektedir.”  denilerek açılan davaların “haksız” olduğu tespiti yapılmaktadır. Aynı paragrafta birbiriyle taban tabana çelişen iki değerlendirmenin bulunması maddenin konuluş amacını anlamamız için önemli bir ipucu niteliğindedir.

  1. B. 6830 Sayılı İstimlâk Kanun’un 16.  ve 17. Maddeleri ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun2un Mülga 16. ve 17. Maddelerine İlişkin Değerlendirme.

Her iki kanunda özü itibariyle birbirinin tekrarı olan ilgili maddelerin maddede isimleri geçen kanunlara göre ayrı ayrı değerlendirilmesine ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu nedenle 2942 sayılı Kanun’un 05.05.2001 tarihli 4650 sayılı kanunla mülga edilen 16. ve 17. Maddelerin açıklanmasının yeterli olacağını düşünmekteyiz.

  1. a. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 16. Maddesi

“Acele işlerde el koyma ve tescil” kenar başlığı ile düzenlenen madde taşınmaza hemen el konulmasına idarece zorunluluk görülen hallerde, kamulaştırma işlemine ilişkin yürütmenin durdurulmasına karar verilmedikçe davaların sonucuna bakılmaksızın kamulaştırılan taşınmazın süratle kamulaştırma amacına tahsis imkânı sağlanması öngörülmüştür.

Bu amaçla kamulaştırmaya konu olan taşınmazın mahkemece idare adına tescil edilebilmesi için, birkaç şartın bir arada bulunması gerekmektedir. Bunlar,

–kamulaştırma işleminin davalı mal sahibine tebliğ edilmesi; 

–kamulaştırma işleminin iptali için idari yargıya dava açılmışsa, ya idare mahkemesince yürütmenin durdurulmasına dair karar verilmemiş olması veya kamulaştırma işleminin iptaline dair esas hakkında karar verilmemiş olması veyahut kamulaştırmanın 6. maddenin son fıkrası uyarınca yapılmış olması;

– taşınmaz mala kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin tamamı nakit olarak, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olamadan malik adına bankaya yatırılması; kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin ya da payın idare ile çekişmeli olmaması veya taşınmazın yüzölçümü ile ilgili ihtilafın bulunmaması şeklinde sıralanabilir. 

Görüldüğü gibi tescil sıkı kurallara bağlanmıştır. Özellikle idare aleyhine açılan davalarda usulsüz tebligat, kamulaştırma bedelinin bankaya yatırılmamış olması ve çekişmeli taşınmazın idare lehine tecil edilmiş olması konularında yoğunlaşmaktadır.

  1. b. 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un Mülga 17. Maddesi

Bu madde kamulaştırılan taşınmazın mal sahibinin rızasına bakılmaksızın idareye geçmesi kuralının sonucudur. Tebliğ edilen kamulaştırma işlemine karşın idari ve adli yargı mercilerine başvurulmadığı veya bu konuda açılan davalar kesinleşmesi sonrasında tescil sağlanabilir. Bununla birlikte mal sahibi rızası ile taşınmazın idare adına tesciline yanaşmadığı hallerde takdir edilen ve varsa artırılan değerin bankaya dair yatırıldığına dair makbuz ilgili belge örnekleri ile birlikte idarece mahkemeye verildiğinde mahkeme iki tarafı derhal davet ederek gelmeseler dahi gıyaplarında belgeleri incelemek suretiyle idare adına tescile karar verebilecektir. Ancak bu iki durumda da mahkeme kamulaştırmanın usulüne uygun tamamlanıp tamamlanmadığını incelemekle görevlendirilmiştir.

İlgili maddeye göre taşınmazın idare adına tescil edilebilmesi için;

  • – Kamulaştırılan taşınmazın tapuda kayıtlı olması,
  • – Kamulaştırma işleminin usulüne uygun olarak tebliğ edilmesi neticesi kesinleşmiş olması,
  • – Kamulaştırma bedelinin peşin, nakit, koşulsuz ve herhangi bir kısıtlama olmadan mal sahibi adına bankaya yatırılmış olması ve bu konudaki makbuzların bankaya sunulması gerekmektedir.

Madde metninden ve gerekçesinden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın idare adına tescilde yukarıda açıkladığımız 16. Maddedekine benzer sıkı şekil kuralları getirilmiştir. Burada da usulüne uygun tebligat ve kamulaştırma işleminin adli ve idari yönden kesinleşmesi gerekir kurallarının arandığı belirtilmektedir. 

  1. C. Kamulaştırmada İdarenin Mülkiyeti Kazanma Anına ve Tescile İlişkin Değerlendirme.

Türk Medeni Kanun’un 705. Maddesinin ikinci fıkrasına göre “Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.”  Kamulaştırma asli kazanma yollarından biri olup, bununla taşınmaz mal üzerinde eskisinden tamamen bağımsız, asli ve yeni bir mülkiyet hakkı doğar.

Kamulaştırılan taşınmazın idare adına tescili daha çok açıklayıcı niteliktedir. Yani burada taşınmaz mülkiyeti tapu sicilinden bağımsız olarak tescilden önce kazanılmakta, tescil, kurucu değil, hukuki durumu bildiren, açıklayıcı bir nitelik taşımaktadır. Ancak, malikin bu yolla kazanmış olduğu taşınmaz üzerinde tasarruf işlemlerinde bulunabilmesi için tapu kütüğüne tescil yaptırması gerektirmektedir. Dolayısıyla 2942 sayılı mülga 16. ve 17. Maddelerde bahsi geçen tescil kurucu nitelik taşımayan bildirici nitelikteki bir tescildir. 

Bildirici tescilin konumuz açısından en önemli özelliği, idare, taşınmazın mülkiyetini hukuka uygun kamulaştırma işlemi ile birlikte esasen mülkiyeti kazanma sebepleri daha önce gerçekleşmiş, tescilden önce ve ondan bağımsız olarak kazanmıştır. Tescilin temelini oluşturan işlem kamulaştırma işlemi olup, söz konusu işlemin sağlıklı olup olmaması tescilin hukuka uygun olmasını belirleyecektir.

Doktrin üzerinde ittifakla mutabık kaldığı görüş, 2492 sayılı kanunu değiştiren 4650 sayılı kanun öncesi, kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin geçiş anı, idari safhada kamulaştırmanın tamamlanması ile idarenin mülkiyeti kazandığına ilişkindir.Fakat 4650 sayılı kanunla, kamulaştırma Kanun’da yapılan değişikliklerle birlikte mülkiyetin kazanılma anına yapılan değerlendirmeler değişmektedir. Buna göre satın alma ve trampa usulünün uygulandığı olaylarda taşınmaz malikinin tescil beyanı ile kazanılır. Buna karşılık diğer hallerde mahkemenin kesinleşmiş kararı ile kazanılır.

Özetle 4650 sayılı kanun öncesi tescil kurucu nitelikte değildir. Dolayısıyla kurucu nitelik taşımayan tescil kararlarına karşı, kamulaştırmanın özünü oluşturan eksikliklere karşı süresinde dava açmak mümkündür, çünkü tescil yenilik doğurucu bir hak yaratmamaktadır.

  1. D. Kamulaştırmada Usulsüz Tebligat  ve Mülkiyet Hakkına Etkisi.

Hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işleminin tebliği esastır. 4650 Sayılı kanun öncesi kamulaştırma kanununda, kamulaştırma için 13. Madde ile özel tebligat hükmü düzenlenmiştir.  2942 sayılı kanunun mülga 13. Maddesi tebligat usulünü yine mülga 14/1. Maddesi ise tebligattan sonra adli ve idari yargıda açılacak dava açma sürelerini göstermiştir. 

2942 sayılı kanunun 25. Madde hükmü 4650 sayılı kanun değişikliğinin öncesinde de sonrasında da, hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi açısından kamulaştırma işlemini usulüne uygun tebligatla başlatmaktadır. Yasanın bu şekilde düzenleniyor olmasının nedeni ve amacını hukuksal bir kurum olarak tebligatın anlamıyla anlamamız gerekir.

Bu kapsamda genel olarak tebligat, hukuksal bir işlemden, ilgili kimsenin haber almasını sağlamak amacıyla yetkili makamın yasal biçimde ve yazı veya ilan ile yapacağı belgeleme işlemidir. Çoğu kez işlemler tebligat ile hukuksal sonuç doğurur hale gelirler. Aksi takdirde, yani tebliği gereken işlem tebliğ edilmedikçe, o işlemin ortaya çıkarması gereken hukuksal sonuçlar doğmaz.

Özellikle 4650 sayılı kanun öncesi tebligatın yapılıp yapılmaması dava açma süreleri ve dolayısıyla adalete erişim hakkının kullanılabilmesi için hayatidir. Zira kural olarak dava açma için zorunlu olan 30 günlük hak düşürücü süre mal sahibi için başlamayacaktır. Hatta Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 1999/6260E. , 1999/7840K. sayılı 10.05.1999 tarihli kararında “…mal sahibinin idareye giderek elden kamulaştırma evraklarını imza mukabili alsa bile yasal tebligat bulunmadığı…” gerekçesiyle hak düşürücü sürelerin başlamayacağına hükmetmiştir. Ancak malikin tapuda idare lehine ferağ vermesi söz konusu ise 30 günlük hak düşürücü süre ferağ tarihinden başlayacaktır. Bu doğrultuda usulsüz tebligatla ya da herhangi bir tebligat olmaksızın yapılan kamulaştırma işlemi sonucunda taşınmaz idare lehine tescil edilmiş olsa dahi hak düşürücü süreler işlemeyeceği gibi kamulaştırmanın gerçekleştiği de düşünülemez.

         Mülkiyet hakkını doğrudan sınırlandıran bir işlem olan kamulaştırma işleminde maliki bilgilendirme işlevine Yargıtay kararlarında öğretiyi dahi geride bırakan kararlara imza atmıştır. Bu itibarla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 5.12.1962 tarihli kararında şöyle denilmektedir: “…bankaya yatırılan paranın kamulaştırılan malın maliki tarafından alınmış olması, Kamulaştırma Kanunu’nun 13. Maddesi gereğince tebliğ yerine geçmez. Malik, sadece kamulaştırma işlemini ve parasını öğrenmekle, Kanun onun öğrenmesi istediği bütün olayları kesin olarak öğrenmiş bulunamaz. Önemli bir hak düşüren sürenin başlangıcı olan öğrenmenin, tamamiyle özel hükümde gösterilen usule uygun bir tebliğin sonucu olması, kanunkoyucunun Kamulaştırma Kanunu’nun da tebliğe ilişkin özel hükümler koymakla güttüğü amaca da uygun olacaktır.” Söz konusu karar, doktrinde ve bazı yargı kararlarında Tebligat Kanun’un 32. Maddesi gerekçe gösterilerek bazı eleştirilere maruz kalsa da Yargıtay haklı olarak tebligatın sadece kamulaştırma işlemini bildiren bir işlem olmadığını, aynı zamanda malikin diğer haklarını da gösteren ve dolayısıyla mülkiyet hakkını koruma işlevine de vurgu yaparak böylesi kararlar vermiştir.

SONUÇ: 

4650 Sayılı kanunla değişik 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen geçici 7. Madde yine aynı kanunda yer alan ve kanuna eklenmemiş olan geçici 1. Madde nedeniyle büyük önem arz etmektedir. Özellikle devam eden birçok kamulaştırmasız el atma davasının dayanağını teşkil eden, usulsüz kamulaştırma işlemlerine dayanarak yapılan idare adına tescillerin geçerli olmayacağı savı, yapılan düzenlemeyle konusuz bırakılmak istenmiştir.

Yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde, yapılan düzenleme ile kamulaştırma işlemleri sonrasında idare lehine tesis edilen açıklayıcı(bildirici) nitelikteki tescil işlemleri, kamulaştırma işlemleri sakat olsa dahi tescile kurucu hüviyeti kazandırılmaktadır.

 Kamulaştırma hukukunun doğasına ve Anayasa’nın mülkiyet hakkına ilişkin 35. Maddesiyle çelişir nitelikteki düzenleme,  kamulaştırmasız el atma davaları nedeniyle oluşan tazminatları azaltma gayesini taşımaktadır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi söz konusu düzenlemeyi iptal etse bile, Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi gereğince birçok derdest dosya konusuz kalacak ve hazine önemli bir mali yükten kurtulacaktır.

Fakat mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 Numaralı Ek Protokolü’nün 1. Maddesi yapılan düzenlemeye kesinlikle cevaz vermemektedir. Bu kapsamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, kamulaştırılan taşınmazın sahibine işlemlerin süresinde tebliğ edilmemesi, daha sonra da geçerli bir bildirimin yapılmaması ve başvurucuların yasal haklarını kullanamaması gerekçesiyle 11.04.2006 tarihli, Akıllı- Türkiye davasında önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Adı geçen kararda  “ her ne kadar yakınılan uygulamaların yürürlükte olan bir yasaya dayanılarak yapılsa da, kamu yararı ile kişisel hakların korunması arasında var olması gereken dengeyi sağlayabilecek herhangi bir işlem başlatılmadığını saptamıştır. Bu türden müdahaleler yalnızca keyfi olarak değerlendirilebilir.”ifadesiyle daha önce verdiği kararlarda olduğu gibi yürürlükteki yasalarla hakkın özüne dokunulamayacağı yönündeki yorumlarını pekiştirmiştir. Aynı doğrultuda 1967 darbesi sonucu Yunanistan’da iktidarı ele geçiren askeri cuntanın özel bir yasa ile deniz kenarındaki kişilere ait geniş ve değerli arazilere el koyan özel yasa hükmünün 1. Numaralı protokolün 1. Maddesinin ihlali olduğu sonucuna varmıştır.

İncelemeye çalıştığımız madde, ulusal ve uluslar arası yargı kararlarının ve çözümlemeye çalıştığımız diğer hukuki prensipler ışığında düşünüldüğünde,  yapılan yasal düzenlemelerin mülkiyet hakkının “zaman ötesi” niteliğini göz ardı ederek yok etmeye çalıştığı duraksamaya yer olmayacak şekilde açıktır.  

 

İpotek

İpotek

07 Şub Çarşamba
10:50

İPOTEK – AV. MURAT TEZCAN- ALEYNA ARSLAN


Rehin, borçlunun, alacaklıya, borç ödeninceye kadar, borcunu ödeyeceğine güvence olarak bıraktığı değerdir.

Rehin, sınırsız ayni hak olan “mülkiyetin” ve sınırlı ayni hak olan “ir­tifakın” verdiği yetkileri sağlamaz. Rehnin sağladığı tek yetki, borç ödenmediği takdirde malı sattırıp paraya çevirtme ve bu sayede alacağı elde etmedir.

Rehin, taşınmazlar üzerinde de kurulabilir.

Türk Medeni Kanunu m. 850’ye göre, “Taşınmaz rehni, ancak ipotek, ipotekli borç senedi veya irat senedi şeklinde kurulabilir.”

İpotekli borç senedi ve irat senedi arazinin değerini tedahül ettirme amacı ile kurulan taşınmaz rehinleriyken ipotek, kişisel bir alacağı teminat altına alma amacıyla kurulan taşınmaz rehnidir.

İpotek işlemi için her iki tarafa ait kimlik belgeleri ve ipotek edilecek olan taşınmaza ait tapu belgesi gerekmektedir. Taraflardan biri tüzel kişi ise vergi levhası fotokopisi, imza sirküleri, ticaret sicil belgesi örneği, yetki belgesi, güncel faaliyet belgesi ve kaşe örneği de ibraz edilmelidir.herhangi bir problem yoksa ilgili taşınmaza ait tapuya ipotek şerhi düşülür.

İpoteğinin kaldırılması için ise ilk olarak ipotek konusu borcun tamamının ödenmiş olması gerekir.Söz konusu borç ödendikten sonra, ipotek fek yazısıyla beraber Tapu Sicil Müdürlüğü’ne başvurulmalıdır. İpotek fek yazısının ise banka tarafından yahut borcun alınmış durumda olduğu bir diğer kurum ve şahıslar tarafından hazırlanması gerekmektedir.

Doktrinin, rehin için Türk Medeni Kanunu çerçevesinde türettiği belirlilik, kamuya açıklık ve fer’ilik ilkeleri bir rehin türü olan ipotek için de oldukça önemlidir.

1) Belirlilik

  • Alacak belirli olmalıdır :

TMK m. 851 gereği, ipotek kurulabilmesi için alacağın tutarı belirli olmalıdır. Bu doğrultuda, tutar belli ise, belli olan tutarın tapuya tescil edilmesi anapara (kapital) ipotektir. Tutar belli değilse, alacaklının tüm istemlerini karşılayacak şekilde, taşınmazın teminat teşkil edeceği üst sınır resmi senette yer alır ve tescil edilir; bu, üst sınır (maksimal) ipoteğidir.

Söz konusu tutar Türk Lirası olarak gösterilmelidir. Bunun yanı sıra, TMK 851’deki bazı koşulların varlığı halinde tutarın yabancı para cinsinden gösterilmesi de mümkündür.

İki ipotek türü de alacağın belirliliği ilkesini gerçekleştirir. Ancak, faiz ve takip giderleri gibi yan alacakların istenme şekli, iki ipotek türü açısından farklılık arz eder. Bu hususlar, üst sınır ipoteğinde tapuda gösterilen ipotek miktarı içinde talep edilirken anapara ipoteğinde tapuda gösterilen ipotek miktarına ilaveten taşınmazın değerinden talep edilebilir.

  • Taşınmaz belirli olmalıdır :

TMK m. 853 gereği, rehin hakkı ancak tapuya kayıtlı taşınmazlar üzerinde kurulabilir.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas: 2017/ 2005 Karar: 2021 / 478 sayılı kararında “İpoteğin taşınmaz bakımından belirli olması ise, ipotekle yüklenecek taşınmazın belirli, tapuya kayıtlı bir taşınmaz olması gerektiğidir. Tapuya kayıtlı olmayan taşınmazlar üzerinde taşınmaz rehni kurulamaz. TMK m. 704’e göre, arazi, tapu kütüğünde bağımsız ve sürekli olmak üzere kaydedilen haklar ve kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler taşınmaz olarak kabul edilmiş, TMK’nın 998. maddesinde de bu üç kategoride belirtilen taşınmazların tapu siciline kaydedileceği ifade edilmiştir. Kat mülkiyeti tesis edilmiş binalarda kat mülkiyeti maliki, bağımsız bölümü üzerine taşınmaz rehni kurabilir (Kat Mülkiyeti Kanunu m. 15)” diyerek ifade etmiştir.

Taşınmazın parçaları ayrı rehin konusu yapılamaz. Bununla birlikte, paylı mülkiyette paylar, ayrıca rehin konusu yapılabilir. Elbirliği mülkiyetinde pay kavramı olmadığından taşınmazın tamamı üzerinde rehin kurulabilir.

Toplu Rehin :

Birden çok taşınmaz için tek rehin gösterilebilir. Bununla birlikte, TMK m. 855’te toplu rehnin söz konusu olabileceği iki duruma yer verilmiştir.

Nitekim Yargıtay Esas: 2020/ 5870 Karar: 2021 / 754  sayılı kararında “Yasa metninde de açıkça ifade edildiği gibi bu rehin türü “üzerinde kurulmak istenen taşınmazlarının mülkiyetinin aynı kişiye ait olması” ya da “taşınmazların ayrı kişilerin mülkiyetinde yani taşınmazların malikleri farklı kimseler ise, bu kişilerin güvence altına alınmak istenen borçtan müteselsil olarak sorumlu bulunmaları” hallerinde kurulabilmektedir. Bu şartlar yoksa toplu rehin kurulamaz.” diyerek bu hususa değinmiştir.

Sabit Dereceler Sistemi :

Tek taşınmaz için birden çok rehin gösterilebilir. Bu sistemde rehin konusu taşınmazın değeri, rehin dereceleri denilen farazi kısımlara ayrılır. Her derecede, derecenin değeri kadar rehin kurulabilir.

Rehin hakları, sıralarını diğer sınırlı ayni haklardan farklı olarak, kuruluş tarihlerine göre değil, tescil edildikleri derecenin sırasına göre alır.

Bir rehin derecesi, kısmen veya tamamen boşalırsa, taşınmaz maliki burada yeni bir rehin hakkı kurabilir.

Taşınmazda rehin hakkı kurulurken, taşınmaz malikinin birinci dereceden başlamasına gerek yoktur; önceki derece boş bırakılıp sonraki dereceye rehin hakkı kurmak mümkündür.

2) Kamuya Açıklık

Kamuya açıklık, rehnin kuruluşunun ve sona ermesinin herkes tarafından anlaşılabilecek biçimde olmasıdır.

Rehnin kuruluşu bakımından söz konusu aleniyet sözleşme veya kanun hükmü gereği sözleşme olmaksızın sağlanmaktadır.

Rehin sözleşmesinin de resmi şekilde yapılması gerekmektedir. İstisnaen şekle tabi olmayan haller vardır: Tapu Kanunu m. 84.

Kanun hükmü ise kural olarak rehin hakkı sahibine ipoteğin tescilini talep hakkı verir.  Bunun tipik örneği, TMK m. 893’teki durumlardır. İstisnaen, tescile gerek olmayan haller vardır. Bu noktada kanun hükmü hem hukuki sebebi hem tescili sağlamış olur: TMK m. 865/3 ve 876.

Rehnin sona ermesi bakımından aleniyet alacak ve rehin için ayrı değerlendirilmektedir.

Fer’ilik ilkesinin doğal bir sonucu olarak, alacağın sona ermesi, taşınmaz rehnini de sona erdirmektedir. Bu halde TMK m. 883 kapsamında rehin hakkı sahibinin terkin ettirme zorunluluğu gündeme gelir. Eğer rehin hakkı sahibi terkin işlemini gerçekleştirmezse TMK 1025’e dayalı dava açılarak terkin sağlanır.

Rehnin sona ermesi ise ikiye ayrılır: rehin hakkı sahibinin terkini ile veya terkinsiz. Kamulaştırma ve rehnedilen taşınmazın yok olması halleri terkinsiz sona erme halleridir. Bu hallerde açıklayıcı terkinde bulunulması gerekir.

3) Ferilik

İpotek, alacağa bağlı feri bir hak niteliğindedir. Alacaktaki herhangi bir değişiklik, ipoteği de etkileyecektir.

Alacak geçersizse, tapudaki yolsuz ipoteğin hiçbir anlamı kalmaz. Bununla birlikte, tapudaki aksaklıktan ötürü alacak yolsuz hale gelmişse orada tapu siciline güven ilkesi devreye girebilir.

İpoteğin kurulması için tescil gerekir. Ancak, tescil, ipoteğin teminat teşkil ettiği alacağın varlığına karine değildir ayrıca alacağın da varlığı – geçerliliği ispat edilmelidir.

Sicildeki tescile güvenilip, geçersiz bir alacak hakkı iyiniyetle kazanılmaz.

Alacak için ipotek verilmesi, kişisel sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır; bir üçüncü kişi, borçlu için taşınmazını rehin gösterebilir (TMK m. 887). Bu üçüncü kişi borçlu sıfatını kazanmaz, sadece taşınmazını rehin gösteren üçüncü kişidir. Üçüncü kişi, alacağı ödediğinde, alacağa halef olur.

Kişisel sorumluluk olduğu için, taşınmaz paraya çevrildiğinde, alacak karşılanmazsa, borçlunun diğer malvarlığı değerlerine gidilebilmektedir.

Taşınmaz paraya çevrilirken nelerle birlikte paraya çevrilir?

Taşınmaz rehni, bütünleyici parça ve eklentileri de kapsamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas: 2017/ 327 Karar: 2019 / 891 sayılı kararnda “…ipotekli taşınmazın, ipotek akit tablosunda sayılı ve eklentisini teliğindeki menkuller, taşınmazdan ayrı haczedilemeyeceği gibi, ikinci fıkra gereğince Türk Medeni Kanunu’nun 862. maddesi hükmü saklı tutulmuş olup, bu maddeye göre rehin, taşınmazı, bütünleyici parçaları ve eklentileri ile birlikte yükümlü kıldığından, akit tablosunda yazılı olmasa bile ipotekli taşınmazın eklentisi niteliğindeki mahcuzlar da taşınmazdan ayrı haczedilip satılamaz.” diyerek bu durumu belirtmiştir.

Bunların yanı sıra, TMK m. 863 ve 879’a göre, kira bedelleri ve sigorta tazminatı da taşınmaz rehni kapsamındadır.

TMK m. 873 – Lex Commissoria Yasağı

Borç ödenmediği takdirde, rehin konusunun rehin alanın mülkiyetine geçeceğine ilişkin sözleşmeler geçersizdir. İcra – iflas prosedürünün başlatılması gerekmektedir.

Bu yasak, alacak muaccel olmadan öncesi için geçerlidir. Bununla birlikte, rehinli alacak muaccel olduktan sonra, taraflar, ifa yerine edim olarak bunu kararlaştırılabilirler. Ayrıca, muacceliyet öncesinde aradaki farkın alacaklı tarafından ödenmesi suretiyle taşınmazın devralınması da yasağın ihlali değildir.

Taşınmaz rehni neler için teminat teşkil eder ?

1) Tutarı belli olan alacağın kendisi.

2) Rehnin paraya çevrilmesi için yapılan takip giderleri.

3) Gecikme faizi.

4) Anapara için kararlaştırılan sözleşme faizi.

5) Zorunlu masraflar.

 

 

Kamulaştırma Hukukunda Faiz

Kamulaştırma Hukukunda Faiz

07 Şub Çarşamba
10:51

İPOTEK – AV. MURAT TEZCAN- ALEYNA ARSLAN


Rehin, borçlunun, alacaklıya, borç ödeninceye kadar, borcunu ödeyeceğine güvence olarak bıraktığı değerdir.

Rehin, sınırsız ayni hak olan “mülkiyetin” ve sınırlı ayni hak olan “ir­tifakın” verdiği yetkileri sağlamaz. Rehnin sağladığı tek yetki, borç ödenmediği takdirde malı sattırıp paraya çevirtme ve bu sayede alacağı elde etmedir.

Rehin, taşınmazlar üzerinde de kurulabilir.

Türk Medeni Kanunu m. 850’ye göre, “Taşınmaz rehni, ancak ipotek, ipotekli borç senedi veya irat senedi şeklinde kurulabilir.”

İpotekli borç senedi ve irat senedi arazinin değerini tedahül ettirme amacı ile kurulan taşınmaz rehinleriyken ipotek, kişisel bir alacağı teminat altına alma amacıyla kurulan taşınmaz rehnidir.

İpotek işlemi için her iki tarafa ait kimlik belgeleri ve ipotek edilecek olan taşınmaza ait tapu belgesi gerekmektedir. Taraflardan biri tüzel kişi ise vergi levhası fotokopisi, imza sirküleri, ticaret sicil belgesi örneği, yetki belgesi, güncel faaliyet belgesi ve kaşe örneği de ibraz edilmelidir.herhangi bir problem yoksa ilgili taşınmaza ait tapuya ipotek şerhi düşülür.

İpoteğinin kaldırılması için ise ilk olarak ipotek konusu borcun tamamının ödenmiş olması gerekir.Söz konusu borç ödendikten sonra, ipotek fek yazısıyla beraber Tapu Sicil Müdürlüğü’ne başvurulmalıdır. İpotek fek yazısının ise banka tarafından yahut borcun alınmış durumda olduğu bir diğer kurum ve şahıslar tarafından hazırlanması gerekmektedir.

Doktrinin, rehin için Türk Medeni Kanunu çerçevesinde türettiği belirlilik, kamuya açıklık ve fer’ilik ilkeleri bir rehin türü olan ipotek için de oldukça önemlidir.

1) Belirlilik

  • Alacak belirli olmalıdır :

TMK m. 851 gereği, ipotek kurulabilmesi için alacağın tutarı belirli olmalıdır. Bu doğrultuda, tutar belli ise, belli olan tutarın tapuya tescil edilmesi anapara (kapital) ipotektir. Tutar belli değilse, alacaklının tüm istemlerini karşılayacak şekilde, taşınmazın teminat teşkil edeceği üst sınır resmi senette yer alır ve tescil edilir; bu, üst sınır (maksimal) ipoteğidir.

Söz konusu tutar Türk Lirası olarak gösterilmelidir. Bunun yanı sıra, TMK 851’deki bazı koşulların varlığı halinde tutarın yabancı para cinsinden gösterilmesi de mümkündür.

İki ipotek türü de alacağın belirliliği ilkesini gerçekleştirir. Ancak, faiz ve takip giderleri gibi yan alacakların istenme şekli, iki ipotek türü açısından farklılık arz eder. Bu hususlar, üst sınır ipoteğinde tapuda gösterilen ipotek miktarı içinde talep edilirken anapara ipoteğinde tapuda gösterilen ipotek miktarına ilaveten taşınmazın değerinden talep edilebilir.

  • Taşınmaz belirli olmalıdır :

TMK m. 853 gereği, rehin hakkı ancak tapuya kayıtlı taşınmazlar üzerinde kurulabilir.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas: 2017/ 2005 Karar: 2021 / 478 sayılı kararında “İpoteğin taşınmaz bakımından belirli olması ise, ipotekle yüklenecek taşınmazın belirli, tapuya kayıtlı bir taşınmaz olması gerektiğidir. Tapuya kayıtlı olmayan taşınmazlar üzerinde taşınmaz rehni kurulamaz. TMK m. 704’e göre, arazi, tapu kütüğünde bağımsız ve sürekli olmak üzere kaydedilen haklar ve kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler taşınmaz olarak kabul edilmiş, TMK’nın 998. maddesinde de bu üç kategoride belirtilen taşınmazların tapu siciline kaydedileceği ifade edilmiştir. Kat mülkiyeti tesis edilmiş binalarda kat mülkiyeti maliki, bağımsız bölümü üzerine taşınmaz rehni kurabilir (Kat Mülkiyeti Kanunu m. 15)” diyerek ifade etmiştir.

Taşınmazın parçaları ayrı rehin konusu yapılamaz. Bununla birlikte, paylı mülkiyette paylar, ayrıca rehin konusu yapılabilir. Elbirliği mülkiyetinde pay kavramı olmadığından taşınmazın tamamı üzerinde rehin kurulabilir.

Toplu Rehin :

Birden çok taşınmaz için tek rehin gösterilebilir. Bununla birlikte, TMK m. 855’te toplu rehnin söz konusu olabileceği iki duruma yer verilmiştir.

Nitekim Yargıtay Esas: 2020/ 5870 Karar: 2021 / 754  sayılı kararında “Yasa metninde de açıkça ifade edildiği gibi bu rehin türü “üzerinde kurulmak istenen taşınmazlarının mülkiyetinin aynı kişiye ait olması” ya da “taşınmazların ayrı kişilerin mülkiyetinde yani taşınmazların malikleri farklı kimseler ise, bu kişilerin güvence altına alınmak istenen borçtan müteselsil olarak sorumlu bulunmaları” hallerinde kurulabilmektedir. Bu şartlar yoksa toplu rehin kurulamaz.” diyerek bu hususa değinmiştir.

Sabit Dereceler Sistemi :

Tek taşınmaz için birden çok rehin gösterilebilir. Bu sistemde rehin konusu taşınmazın değeri, rehin dereceleri denilen farazi kısımlara ayrılır. Her derecede, derecenin değeri kadar rehin kurulabilir.

Rehin hakları, sıralarını diğer sınırlı ayni haklardan farklı olarak, kuruluş tarihlerine göre değil, tescil edildikleri derecenin sırasına göre alır.

Bir rehin derecesi, kısmen veya tamamen boşalırsa, taşınmaz maliki burada yeni bir rehin hakkı kurabilir.

Taşınmazda rehin hakkı kurulurken, taşınmaz malikinin birinci dereceden başlamasına gerek yoktur; önceki derece boş bırakılıp sonraki dereceye rehin hakkı kurmak mümkündür.

2) Kamuya Açıklık

Kamuya açıklık, rehnin kuruluşunun ve sona ermesinin herkes tarafından anlaşılabilecek biçimde olmasıdır.

Rehnin kuruluşu bakımından söz konusu aleniyet sözleşme veya kanun hükmü gereği sözleşme olmaksızın sağlanmaktadır.

Rehin sözleşmesinin de resmi şekilde yapılması gerekmektedir. İstisnaen şekle tabi olmayan haller vardır: Tapu Kanunu m. 84.

Kanun hükmü ise kural olarak rehin hakkı sahibine ipoteğin tescilini talep hakkı verir.  Bunun tipik örneği, TMK m. 893’teki durumlardır. İstisnaen, tescile gerek olmayan haller vardır. Bu noktada kanun hükmü hem hukuki sebebi hem tescili sağlamış olur: TMK m. 865/3 ve 876.

Rehnin sona ermesi bakımından aleniyet alacak ve rehin için ayrı değerlendirilmektedir.

Fer’ilik ilkesinin doğal bir sonucu olarak, alacağın sona ermesi, taşınmaz rehnini de sona erdirmektedir. Bu halde TMK m. 883 kapsamında rehin hakkı sahibinin terkin ettirme zorunluluğu gündeme gelir. Eğer rehin hakkı sahibi terkin işlemini gerçekleştirmezse TMK 1025’e dayalı dava açılarak terkin sağlanır.

Rehnin sona ermesi ise ikiye ayrılır: rehin hakkı sahibinin terkini ile veya terkinsiz. Kamulaştırma ve rehnedilen taşınmazın yok olması halleri terkinsiz sona erme halleridir. Bu hallerde açıklayıcı terkinde bulunulması gerekir.

3) Ferilik

İpotek, alacağa bağlı feri bir hak niteliğindedir. Alacaktaki herhangi bir değişiklik, ipoteği de etkileyecektir.

Alacak geçersizse, tapudaki yolsuz ipoteğin hiçbir anlamı kalmaz. Bununla birlikte, tapudaki aksaklıktan ötürü alacak yolsuz hale gelmişse orada tapu siciline güven ilkesi devreye girebilir.

İpoteğin kurulması için tescil gerekir. Ancak, tescil, ipoteğin teminat teşkil ettiği alacağın varlığına karine değildir ayrıca alacağın da varlığı – geçerliliği ispat edilmelidir.

Sicildeki tescile güvenilip, geçersiz bir alacak hakkı iyiniyetle kazanılmaz.

Alacak için ipotek verilmesi, kişisel sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır; bir üçüncü kişi, borçlu için taşınmazını rehin gösterebilir (TMK m. 887). Bu üçüncü kişi borçlu sıfatını kazanmaz, sadece taşınmazını rehin gösteren üçüncü kişidir. Üçüncü kişi, alacağı ödediğinde, alacağa halef olur.

Kişisel sorumluluk olduğu için, taşınmaz paraya çevrildiğinde, alacak karşılanmazsa, borçlunun diğer malvarlığı değerlerine gidilebilmektedir.

Taşınmaz paraya çevrilirken nelerle birlikte paraya çevrilir?

Taşınmaz rehni, bütünleyici parça ve eklentileri de kapsamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas: 2017/ 327 Karar: 2019 / 891 sayılı kararnda “…ipotekli taşınmazın, ipotek akit tablosunda sayılı ve eklentisini teliğindeki menkuller, taşınmazdan ayrı haczedilemeyeceği gibi, ikinci fıkra gereğince Türk Medeni Kanunu’nun 862. maddesi hükmü saklı tutulmuş olup, bu maddeye göre rehin, taşınmazı, bütünleyici parçaları ve eklentileri ile birlikte yükümlü kıldığından, akit tablosunda yazılı olmasa bile ipotekli taşınmazın eklentisi niteliğindeki mahcuzlar da taşınmazdan ayrı haczedilip satılamaz.” diyerek bu durumu belirtmiştir.

Bunların yanı sıra, TMK m. 863 ve 879’a göre, kira bedelleri ve sigorta tazminatı da taşınmaz rehni kapsamındadır.

TMK m. 873 – Lex Commissoria Yasağı

Borç ödenmediği takdirde, rehin konusunun rehin alanın mülkiyetine geçeceğine ilişkin sözleşmeler geçersizdir. İcra – iflas prosedürünün başlatılması gerekmektedir.

Bu yasak, alacak muaccel olmadan öncesi için geçerlidir. Bununla birlikte, rehinli alacak muaccel olduktan sonra, taraflar, ifa yerine edim olarak bunu kararlaştırılabilirler. Ayrıca, muacceliyet öncesinde aradaki farkın alacaklı tarafından ödenmesi suretiyle taşınmazın devralınması da yasağın ihlali değildir.

Taşınmaz rehni neler için teminat teşkil eder ?

1) Tutarı belli olan alacağın kendisi.

2) Rehnin paraya çevrilmesi için yapılan takip giderleri.

3) Gecikme faizi.

4) Anapara için kararlaştırılan sözleşme faizi.

5) Zorunlu masraflar.

 

 

Kamulaştırma Kanunu 10-11 Ve12. Maddelerdeki Önemli Değişikliklerin Değerlendirilmesi

Kamulaştırma Kanunu 10-11 Ve12. Maddelerdeki Önemli Değişikliklerin Değerlendirilmesi

07 Şub Çarşamba
10:52

İPOTEK – AV. MURAT TEZCAN- ALEYNA ARSLAN


Rehin, borçlunun, alacaklıya, borç ödeninceye kadar, borcunu ödeyeceğine güvence olarak bıraktığı değerdir.

Rehin, sınırsız ayni hak olan “mülkiyetin” ve sınırlı ayni hak olan “ir­tifakın” verdiği yetkileri sağlamaz. Rehnin sağladığı tek yetki, borç ödenmediği takdirde malı sattırıp paraya çevirtme ve bu sayede alacağı elde etmedir.

Rehin, taşınmazlar üzerinde de kurulabilir.

Türk Medeni Kanunu m. 850’ye göre, “Taşınmaz rehni, ancak ipotek, ipotekli borç senedi veya irat senedi şeklinde kurulabilir.”

İpotekli borç senedi ve irat senedi arazinin değerini tedahül ettirme amacı ile kurulan taşınmaz rehinleriyken ipotek, kişisel bir alacağı teminat altına alma amacıyla kurulan taşınmaz rehnidir.

İpotek işlemi için her iki tarafa ait kimlik belgeleri ve ipotek edilecek olan taşınmaza ait tapu belgesi gerekmektedir. Taraflardan biri tüzel kişi ise vergi levhası fotokopisi, imza sirküleri, ticaret sicil belgesi örneği, yetki belgesi, güncel faaliyet belgesi ve kaşe örneği de ibraz edilmelidir.herhangi bir problem yoksa ilgili taşınmaza ait tapuya ipotek şerhi düşülür.

İpoteğinin kaldırılması için ise ilk olarak ipotek konusu borcun tamamının ödenmiş olması gerekir.Söz konusu borç ödendikten sonra, ipotek fek yazısıyla beraber Tapu Sicil Müdürlüğü’ne başvurulmalıdır. İpotek fek yazısının ise banka tarafından yahut borcun alınmış durumda olduğu bir diğer kurum ve şahıslar tarafından hazırlanması gerekmektedir.

Doktrinin, rehin için Türk Medeni Kanunu çerçevesinde türettiği belirlilik, kamuya açıklık ve fer’ilik ilkeleri bir rehin türü olan ipotek için de oldukça önemlidir.

1) Belirlilik

  • Alacak belirli olmalıdır :

TMK m. 851 gereği, ipotek kurulabilmesi için alacağın tutarı belirli olmalıdır. Bu doğrultuda, tutar belli ise, belli olan tutarın tapuya tescil edilmesi anapara (kapital) ipotektir. Tutar belli değilse, alacaklının tüm istemlerini karşılayacak şekilde, taşınmazın teminat teşkil edeceği üst sınır resmi senette yer alır ve tescil edilir; bu, üst sınır (maksimal) ipoteğidir.

Söz konusu tutar Türk Lirası olarak gösterilmelidir. Bunun yanı sıra, TMK 851’deki bazı koşulların varlığı halinde tutarın yabancı para cinsinden gösterilmesi de mümkündür.

İki ipotek türü de alacağın belirliliği ilkesini gerçekleştirir. Ancak, faiz ve takip giderleri gibi yan alacakların istenme şekli, iki ipotek türü açısından farklılık arz eder. Bu hususlar, üst sınır ipoteğinde tapuda gösterilen ipotek miktarı içinde talep edilirken anapara ipoteğinde tapuda gösterilen ipotek miktarına ilaveten taşınmazın değerinden talep edilebilir.

  • Taşınmaz belirli olmalıdır :

TMK m. 853 gereği, rehin hakkı ancak tapuya kayıtlı taşınmazlar üzerinde kurulabilir.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas: 2017/ 2005 Karar: 2021 / 478 sayılı kararında “İpoteğin taşınmaz bakımından belirli olması ise, ipotekle yüklenecek taşınmazın belirli, tapuya kayıtlı bir taşınmaz olması gerektiğidir. Tapuya kayıtlı olmayan taşınmazlar üzerinde taşınmaz rehni kurulamaz. TMK m. 704’e göre, arazi, tapu kütüğünde bağımsız ve sürekli olmak üzere kaydedilen haklar ve kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler taşınmaz olarak kabul edilmiş, TMK’nın 998. maddesinde de bu üç kategoride belirtilen taşınmazların tapu siciline kaydedileceği ifade edilmiştir. Kat mülkiyeti tesis edilmiş binalarda kat mülkiyeti maliki, bağımsız bölümü üzerine taşınmaz rehni kurabilir (Kat Mülkiyeti Kanunu m. 15)” diyerek ifade etmiştir.

Taşınmazın parçaları ayrı rehin konusu yapılamaz. Bununla birlikte, paylı mülkiyette paylar, ayrıca rehin konusu yapılabilir. Elbirliği mülkiyetinde pay kavramı olmadığından taşınmazın tamamı üzerinde rehin kurulabilir.

Toplu Rehin :

Birden çok taşınmaz için tek rehin gösterilebilir. Bununla birlikte, TMK m. 855’te toplu rehnin söz konusu olabileceği iki duruma yer verilmiştir.

Nitekim Yargıtay Esas: 2020/ 5870 Karar: 2021 / 754  sayılı kararında “Yasa metninde de açıkça ifade edildiği gibi bu rehin türü “üzerinde kurulmak istenen taşınmazlarının mülkiyetinin aynı kişiye ait olması” ya da “taşınmazların ayrı kişilerin mülkiyetinde yani taşınmazların malikleri farklı kimseler ise, bu kişilerin güvence altına alınmak istenen borçtan müteselsil olarak sorumlu bulunmaları” hallerinde kurulabilmektedir. Bu şartlar yoksa toplu rehin kurulamaz.” diyerek bu hususa değinmiştir.

Sabit Dereceler Sistemi :

Tek taşınmaz için birden çok rehin gösterilebilir. Bu sistemde rehin konusu taşınmazın değeri, rehin dereceleri denilen farazi kısımlara ayrılır. Her derecede, derecenin değeri kadar rehin kurulabilir.

Rehin hakları, sıralarını diğer sınırlı ayni haklardan farklı olarak, kuruluş tarihlerine göre değil, tescil edildikleri derecenin sırasına göre alır.

Bir rehin derecesi, kısmen veya tamamen boşalırsa, taşınmaz maliki burada yeni bir rehin hakkı kurabilir.

Taşınmazda rehin hakkı kurulurken, taşınmaz malikinin birinci dereceden başlamasına gerek yoktur; önceki derece boş bırakılıp sonraki dereceye rehin hakkı kurmak mümkündür.

2) Kamuya Açıklık

Kamuya açıklık, rehnin kuruluşunun ve sona ermesinin herkes tarafından anlaşılabilecek biçimde olmasıdır.

Rehnin kuruluşu bakımından söz konusu aleniyet sözleşme veya kanun hükmü gereği sözleşme olmaksızın sağlanmaktadır.

Rehin sözleşmesinin de resmi şekilde yapılması gerekmektedir. İstisnaen şekle tabi olmayan haller vardır: Tapu Kanunu m. 84.

Kanun hükmü ise kural olarak rehin hakkı sahibine ipoteğin tescilini talep hakkı verir.  Bunun tipik örneği, TMK m. 893’teki durumlardır. İstisnaen, tescile gerek olmayan haller vardır. Bu noktada kanun hükmü hem hukuki sebebi hem tescili sağlamış olur: TMK m. 865/3 ve 876.

Rehnin sona ermesi bakımından aleniyet alacak ve rehin için ayrı değerlendirilmektedir.

Fer’ilik ilkesinin doğal bir sonucu olarak, alacağın sona ermesi, taşınmaz rehnini de sona erdirmektedir. Bu halde TMK m. 883 kapsamında rehin hakkı sahibinin terkin ettirme zorunluluğu gündeme gelir. Eğer rehin hakkı sahibi terkin işlemini gerçekleştirmezse TMK 1025’e dayalı dava açılarak terkin sağlanır.

Rehnin sona ermesi ise ikiye ayrılır: rehin hakkı sahibinin terkini ile veya terkinsiz. Kamulaştırma ve rehnedilen taşınmazın yok olması halleri terkinsiz sona erme halleridir. Bu hallerde açıklayıcı terkinde bulunulması gerekir.

3) Ferilik

İpotek, alacağa bağlı feri bir hak niteliğindedir. Alacaktaki herhangi bir değişiklik, ipoteği de etkileyecektir.

Alacak geçersizse, tapudaki yolsuz ipoteğin hiçbir anlamı kalmaz. Bununla birlikte, tapudaki aksaklıktan ötürü alacak yolsuz hale gelmişse orada tapu siciline güven ilkesi devreye girebilir.

İpoteğin kurulması için tescil gerekir. Ancak, tescil, ipoteğin teminat teşkil ettiği alacağın varlığına karine değildir ayrıca alacağın da varlığı – geçerliliği ispat edilmelidir.

Sicildeki tescile güvenilip, geçersiz bir alacak hakkı iyiniyetle kazanılmaz.

Alacak için ipotek verilmesi, kişisel sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır; bir üçüncü kişi, borçlu için taşınmazını rehin gösterebilir (TMK m. 887). Bu üçüncü kişi borçlu sıfatını kazanmaz, sadece taşınmazını rehin gösteren üçüncü kişidir. Üçüncü kişi, alacağı ödediğinde, alacağa halef olur.

Kişisel sorumluluk olduğu için, taşınmaz paraya çevrildiğinde, alacak karşılanmazsa, borçlunun diğer malvarlığı değerlerine gidilebilmektedir.

Taşınmaz paraya çevrilirken nelerle birlikte paraya çevrilir?

Taşınmaz rehni, bütünleyici parça ve eklentileri de kapsamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas: 2017/ 327 Karar: 2019 / 891 sayılı kararnda “…ipotekli taşınmazın, ipotek akit tablosunda sayılı ve eklentisini teliğindeki menkuller, taşınmazdan ayrı haczedilemeyeceği gibi, ikinci fıkra gereğince Türk Medeni Kanunu’nun 862. maddesi hükmü saklı tutulmuş olup, bu maddeye göre rehin, taşınmazı, bütünleyici parçaları ve eklentileri ile birlikte yükümlü kıldığından, akit tablosunda yazılı olmasa bile ipotekli taşınmazın eklentisi niteliğindeki mahcuzlar da taşınmazdan ayrı haczedilip satılamaz.” diyerek bu durumu belirtmiştir.

Bunların yanı sıra, TMK m. 863 ve 879’a göre, kira bedelleri ve sigorta tazminatı da taşınmaz rehni kapsamındadır.

TMK m. 873 – Lex Commissoria Yasağı

Borç ödenmediği takdirde, rehin konusunun rehin alanın mülkiyetine geçeceğine ilişkin sözleşmeler geçersizdir. İcra – iflas prosedürünün başlatılması gerekmektedir.

Bu yasak, alacak muaccel olmadan öncesi için geçerlidir. Bununla birlikte, rehinli alacak muaccel olduktan sonra, taraflar, ifa yerine edim olarak bunu kararlaştırılabilirler. Ayrıca, muacceliyet öncesinde aradaki farkın alacaklı tarafından ödenmesi suretiyle taşınmazın devralınması da yasağın ihlali değildir.

Taşınmaz rehni neler için teminat teşkil eder ?

1) Tutarı belli olan alacağın kendisi.

2) Rehnin paraya çevrilmesi için yapılan takip giderleri.

3) Gecikme faizi.

4) Anapara için kararlaştırılan sözleşme faizi.

5) Zorunlu masraflar.

 

 

Kamulaştırma Kanununa Eklenecek Ek.1 Maddeye İlişkin Görüşlerimiz

Kamulaştırma Kanununa Eklenecek Ek.1 Maddeye İlişkin Görüşlerimiz

07 Şub Çarşamba
10:53

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENECEK EK.1 MADDEYE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİMİZ


  1. Uygulama İmar Planları Çerçevesinde Umumi Hizmetlere ve Resmi Kurumlara Ayrılmak Suretiyle Hukuken El Atılan Taşınmazlara İlişkin Düzenleme .6487 Sayılı Kanununla değişiklik yapılan 2942 Sayılı Kanun’un geçici 6. Maddesinde düzenlenen “hukuki kamulaştırmasız el atma” olgusu yeni getirilen düzenleme ile korunmuştur. İlgili maddenin ilk fıkrası olarak yapılan düzenleme ile uygulama imar planları ile umumi hizmetlere ya da resmi kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında 5 yıllık süre içinde hareketsiz kalınması durumda izlenecek yolu ve konuya ilişkin görevli yargı koluna ilişkin hükümler içermektedir. Yapılan değişiklik,  6487 sayılı kanunla  değişik düzenlemeyi aynen koruyan hüküm, sadece yargı yolunu değiştirmiştir.2942 sayılı Kanunun geçici 6. Maddesindeki uzlaşma süreci ve 03.05 1985 tarihli 3194 saylı İmar Kanun’unda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamladıktan sonra taşınmazın kamulaştırılmasından sorumlu idare aleyhine asliye hukuk mahkemesinde taşınmaz bedelinin tespiti ve tescil davası açılabileceği belirtilmiştir. Daha önceki düzenleme ile görevli yargı kolu İdare Mahkemeleri iken idari yargının taşınmazların bedelinin belirlenmesi konusundaki tecrübesizliği ile belirlenen tazminat sonrasında TMK ve  Tapu Sicil Tüzüğü hükümleri uyarınca, ilgili idare lehine tescil kararı verememesi nedeniyle uygulamada büyük sıkıntılara neden olan madde hükmü görevli yargı kolu açısından olumlu yönde değiştirilmiştir.Fakat bu olumlu yönünün yanı sıra dava çeşidini değiştirme suretiyle davalardaki avukatlık ücretinin niteliğini değiştirerek avukatlık ücretini azaltan detaylar içermektedir. Yürürlükteki geçici 6. Madde, açılacak tazminat davasını, kendi ifadesiyle, “ … öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamladıktan sonra idari yargıda dava açılabilir.” şeklinde aslında  bir tam yargı davası olarak düzenlemiştir. Halbuki getirilen düzenleme ile adli yargının görev alanına bırakılan dava konusu “taşınmaz bedelinin tespiti ve tescili” olarak belirlenmiştir. Daha önce tazminat talebi ile klasik bir eda davası olarak kabul edilen “ hukuki kamulaştırmasız el atma davaları” tespit davasına indirgenmiştir.Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde sınıflandırararak, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerini maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanım açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir. Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit etmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurulurken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır. İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır
  2. Kamulaştırma Kanun’un Yürürlüğe Girdiği 04.11.1983 Tarihinden  Kanunun Yürürlüğe Gireceği Tarihe Kadarki Kamulaştırmasız El Atma Nedeniyle İzlenecek Hukuki Sürece İlişkin Düzenleme.

 Bakanlar Kurulu tasarısı ile eklenmek istenen Ek 1. Maddenin 2. Fıkrası, ilgili  2942 Sayılı kanunun yürürlük tarihi olan 04.11.1983 tarihinden sonraki idare tarafından yapılan kamulaştırmasız el atmalar için izlenecek hukuki süreci düzenlemektedir. Yapılacak düzenleme ile özetle, kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış ya da hiç yapılmamış olmasına rağmen idarece fiilen kamu hizmetlerine tahsis edilen taşınmazlarda, idarelere şu şekilde yetki tanınmaktadır;

  1. ilgili idare 10 yıllık süre içinde bütçe imkanları dahilinde kamulaştırma yapabilecektir,
  2. taşınmazların durumuna göre imar planı/imar planı uygulaması/toplulaştırma yapılmak suretiyle başka yerden taşınmaz verilmek suretiyle trampa uygulaması yapabilecektir,
  3. idare el attığı taşınmazı tahliye etmek suretiyle plan değişikliği yaparak kullanıma imkan verebilecektir.

Yukarıdaki maddelerde özetlenmeye çalışılan işlemlerin 10 yıllık süre içinde  yapılmaması durumda malik, Kamulaştırma Kanun’un geçici 6. Maddesinde belirtilen uzlaşma sürecini tamamladıktan sonra taşınmazın kamulaştırılmasından sorumlu idare aleyhine asliye hukuk mahkemesinde taşınmaz bedelinin tespiti ve tescili davası açabilecektir.

Söz konusu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin 13.03.2015 tarih, 2013/95E. 2014/176K. sayılı kararı ile iptal ettiği 2942 sayılı Kanun’un geçici 6. Maddesinin 13. Fıkrasındaki[1] düzenlemenin daha ağırlaştırılmış hali olup Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini göz ardı ederek tekrar kanunlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerinde ilgili düzenlemeye ilişkin değerlendirmelerde bulunulmuş ve özellikle 5999 sayılı kanunla getirilen geçici 6. Maddeye ilişkin iptal davasında verdiği gerekçeli karara atıfta bulunmuştur. Gerekçeli kararda, bahsi geçen kanunun, 31.08.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasında yapılan kamulaştırmasız el atma nedeniyle yoğunlaşan, vatandaşla idareler arasındaki hukuki ihtilafları tasfiye amacına vurgu yapılmış ve Anayasa’ya aykırı olmadığı yönünde hüküm kurulmuştur. Aynı zamanda 5999 sayılı kanunun geçici niteliğine ilişkin değerlendirmelerde bulunularak şu açıklamalar yapılmıştır;

“Kuralın geçici bir nitelik taşıdığı ve geçmişte meydana gelen kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan hukuksal sorunların tasfiyesini amaçladığı anlaşılmaktadır.”

Fakat hal böyle olmasına karşın yapılmak istenen düzenleme ile geçici ve tasfiye amacı taşıyan istisnai düzenlemeler kural ve olağan düzenlemeler haline getirilmektedir. Anayasa Mahkemesi iptal gerekçesinde, “9.10.1956 ila 4.11.1983 tarihlerini kapsayan dönemde oluşan mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla getirilen ve malikler aleyhine birtakım hükümler içeren bu istisnai düzenlemenin 4.11.1983 tarihinden sonraki dönem için de uygulanmasının haklı bir temeli bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kanun’un 38. maddesinin doğurduğu ağır mağduriyetlerin bir anda giderilmesinin bütçeye getireceği ölçüsüz yük nedeniyle kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek aksamalar dikkate alınarak o dönemle sınırlı olarak makul karşılanabilen bu istisnai hükümlerin sonraki dönemlere de uygulanması öngörülerek olağanlaştırılması, hukuk güvenliğini zedelemekte ve Anayasa’nın 35. maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.” ifadeleriyle istisnai düzenlemelerin kural olarak getirilemeyeceğine vurgu yapmıştır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçeleri hukuki mevcudiyetini korurken Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulanamaz hale getirmek Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa ile güvence altına alınmış görev ve yetkilerini bertaraf etmek anlamına gelecektir. Bu durum yüksek mahkemenin bir kararında şu şekilde ifade edilmiştir;

“Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. Bu kurala göre, yasama organı yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni yasa çıkarmamak ve Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü, kararlar gerekçeleriyle, genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla yasama organı, yasa çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal edilen yasalarla sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte yeni yasa çıkarılmaması gerekir. Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiş, 35 inci maddesinde mülkiyet hakkı temel bir insan hakkı olarak düzenlenerek ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği ve toplum yararına aykırı kullanılamayacağı belirtilmiş; 36 ncı maddesinde hak arama özgürlüğü kurallaştırılmış; 46 ncı maddesinde kamulaştırmanın esas ve usulleri ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve 138 inci maddesinin son fıkrasında ise mahkeme kararlarının hiçbir surette değiştirilemeyeceği ve yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceği ortaya konmuştur.”

            Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Anayasa Mahkeme’sinin çeşitli vesilelerle iptal edilen düzenlemelerin tekrar gündeme getirilmesi yüksek mahkemenin varlığını sorgulatır niteliktedir.

aa. İlgili Fıkrada Düzenlenen 10 Yıllık Sürenin Anayasa’ya Aykırılığı.

İdarenin, hukuki tasnifi açısından haksız fiil olarak tanımlanan, fiili kamulaştırmasız el atmaları nedeniyle keyfi uygulamasına neden olabilecek 10 yıllık süre makul sürenin çok dışındadır. İdarenin taşınmaza fiilen el atmış olmasına rağmen kamulaştırma yapması için bütçe imkanları dahilinde 10 yıllık bir sürenin geçmesini beklemek Anayasa ile güvence altına alınmış mülkiyet hakkını atiye bırakarak idarenin keyfiyetini kurallaştırmak suretiyle hukuk devleti ilkesini yok etmek anlamına gelecektir. Anayasa’da “Kamulaştırma” kenar başlığı ile düzenlenen 46. Maddede kamulaştırma bedelinin nakit ve peşin ödenmesi kuralı getirilmiş, taksitlendirme ve trampa usulü ise istisnai olarak düzenlenmiştir. Kamulaştırma bedelinin ödenmesinde taksitlendirme seçeneğinin belirlenmesinde ise bu sürenin en fazla 5 yıl olacağı, taksitlerin eşit olma hükmü ile taksitlere kamu alacağına uygulanacak en yüksek faizin uygulanması hükmü getirilmiştir. Anayasa’nın bu açık hükmü karşısında zaten haksız fiili ile malike ağır bir yük getiren idarenin kamulaştırma süreci için ayrıca 10 yıllık bir sürede keyfi uygulamasına neden olacak şekilde kamulaştırma yapması, hukuk devletinin hukuki belirlilik ilkesine aykırılık teşkil edecektir.

Ayrıca yapılan düzenlemede 10 yıllık sürenin ne zaman başlayacağı konusunda herhangi bir netlik bulunmamaktadır. Söz konusu makul olmayan sürenin hangi andan itibaren başlayacağı konusunda herhangi bir netlik bulunmamaktadır. İlgili sürenin fiili el atma tarihinden itibaren mi, malikin başvuru tarihinden mi yoksa kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren mi başlayacağı belirlenmemiştir. Böylesi bir muğlaklık mülkiyet hakkını tümüyle savunmasız bırakacak niteliktedir.

bb. İlgili Fıkrada Trampayı İdarenin Takdir Yetkisine Bırakan Düzenlemenin Anayasa’ya Aykırılığı

Yukarıda bahsedildiği gibi Anayasa ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu kamulaştırma bedelinin peşin ve nakden ödenmesi kuralını  getirmiştir. 2942 sayılı kanunun “trampa yoluyla kamulaştırma” kenar başlığı ile düzenlenen 26. Maddesi, “Mal sahibinin kabul etmesi halinde kamulaştırma bedeli yerine, idarenin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olan taşınmaz mallarından, bu bedeli kısmen veya tamamen karşılayacak miktarı verilebilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Kanunun açık metni açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar nettir. Nitekim Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 04.06.1999 tarihli 1999/3497E. 1999/6967K. sayılı kararında, “belediyenin de izniyle 1 nolu parsele inşaat yapmış, böylece zımni olarak 4 nolu parsel yerine 1 nolu parselin trampa konusu olmasını kabul etmiştir. Bu parselin imara uygun hale gelmesi için yoldan ihdas edilen kısmın da trampaya dahil edildiği yolunda taraflar arasında bir anlaşma yoktur; aksine Belediye bu kısım için kıymet takdiri yoluna gitmiş ve davacıya 511.841.000 TL. bedelle devredeceğini bildirmiştir. Bu teklif trampa konusu dışında yeni bir icaptır. DAVACI BUNU KABUL ETMEYEBİLİR.”  ifadeleriyle, trampanın ancak malikin açık iznine tabii olacağı vurgulamıştır.

Ancak getirilen yeni düzenleme ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un kendi maddeleriyle çelişki yaratır biçimde, idareye trampa seçeneğini tek taraflı belirleme yetkisi tanınmaktadır. Bu mülkiyet hakkının içini boşaltır bir düzenleme olup kabul edilemez.

cc. İlgili Fıkrada Düzenlenen Dava Sürecinin ve Çeşidinin Anayasa’ya Aykırılığı.

            Yeni getirilen düzenlemede yukarıda bahsedilen 10 yıllık sürecin sonunda idarenin yine hareketsiz kalması sonucunda malikin dava açma hakkı düzenlenmiştir. İlgili düzenlemede husumetin  kamulaştırmaya yetkili olan idareye yöneltilerek açılacak davada dava şartı olarak Geçici 6. Maddedeki uzlaşma şartı getirilmiştir.[2]Madde değiştirilen haliyle uzlaşmayı,  HMK 114. Maddesindeki  dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.  Ayrıca daha önce ayrıntısı verilen 10 yıllık süre sonucunda yine idareye tanınan ekstra hak malikin mağduriyetinin katlanmasına ve hatta hiçbir malikin bu kadar uzun ve karmaşık bir hukuki sürece girmek istemeyeceği için kanuni ama hukuki olmayan fiili bir durum yaratmaktadır.

Yine aynı şekilde açılacak davada, yukarıda açıklandığı üzere diğer haksız fiil nedeniyle tazminat davalarından nitelik itibariyle farklı olmayan kamulaştırmasız el atma davalarında farklılığa gidilerek  dava çeşidinin  tespit davası olarak nitelendirilmesi ve ona göre vekalet ücreti belirlenmesi hukuki eşitlik ilkesi ile örtüşmemektedir.

c. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Belirlenmesinde Taşınmazların El atma Tarihindeki Niteliklerinin  Esas Alınmasını Düzenleyen Fıkranın Anayasaya Aykırılığı.

        Getirilen yeni düzenleme ile birlikte 04.11.1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el atma davalarında da taşınmazın bedelinin tespitinde, dava tarihindeki değerin, tasarrufunun kısıtlandığı tarihteki niteliklerine göre hesaplanacağı hükmü getirilmiştir.  Örneklemek gerekirse, 1990 yılında tarla vasfındaki bir taşınmaza fiilen el atılmış ise ve  ilgili taşınmaz için   2015 yılında dava açılmışsa,  taşınmaz imar uygulaması yoluyla arsa vasfını kazanmış olsa bile, bedel hesaplamasında dava tarihindeki tarla vasfındaki bir taşınmaz olarak bedel hesaplanacaktır.

Söz konusu düzenleme 1956 ile 1983 yılları arasında oluşan kamulaştırmasız el atmalara ilişkin düzenlenen  5999 sayılı kanunla getirilen Geçici 6. Maddeki düzenlemenin aynısı niteliğindedir. İlgili düzenlemeye Anayasa Mahkemesi’nde açılan iptal davalarında, yüksek mahkemenin talebin reddi yönündeki kararları, söz konusu maddenin geçici niteliği sebebiyledir. 5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve haksız fiil olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere, kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir.

Kamulaştırmasız el atma nedeniyle idare aleyhine açılan tazminat davalarında idare, el koyulan taşınmazlar için yüksek bedeller ödemek zorunda kalmaktadır. 1956 -1983 yılları arasında yapılan fiili el atmalar nedeniyle açılacak tazminat davalarında belirlenen yüksek bedelleri bir nebze olsun engelleyebilmek amacıyla düzenleme yapılmıştır.

Madde gerekçesindeki ifadesiyle “fiilen el koymanın çok uzun bir süre önce yapılmış olabileceği, el konulan taşınmazın o tarihteki niteliği ile ödemenin yapılacağı tarihteki niteliğinde farklılıklar bulunabileceği ve elkoymadan sonra yapılan imar hizmetleri ile diğer kamu hizmetleri sebebiyle taşınmazın değerinde çok fazla bir artış meydana gelmiş olabileceği hususları gözetilerek taşınmazın tazmin talebinde bulunulan tarihteki niteliği yerine elkoyma tarihindeki niteliğinin esas alınması ve böylece denkleştirmeye gidilmek suretiyle, tazmin talebinde bulunulan tarih itibarıyla…” değer tespiti yapılmasının birey ile kamu yararı arasında adil bir denge sağlama amacına uygun olduğu savunulmuştur.

5999 sayılı Yasaya  karşı açılan iptal davasında, Anayasa Mahkemesi kararıyla bu gerekçe kuvvetlendirilmiştir. Yüksek Mahkemenin 01.11.2012 tarihli ve oy çokluğu ile verilen ret kararında, maddenin geçici niteliği ve kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan sorunların tasfiyesi amaçlandığı hatırlatılarak“Kamulaştırma olmaksızın el konulan taşınmazların niteliğinde meydana gelen değişiklikler kamunun işlemleri sonucunda gerçekleşmiş olup, bu işlemler dolayısıyla taşınmazın değerinde meydana gelen artış ya da azalmaların malike ödenecek tazminatın hesaplanmasında dikkate alınması, maliklerin haksız kazanç elde etmesine ya da haksız bir şekilde zarara uğramasına sebep olabilecektir.”  gerekçelerine yer vererek düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bulmamıştır.

Kanunun ve Anayasa Mahkemesi’nin gerekçelerinde açıkça görüleceği gibi mülkiyetin “zamanötesi” niteliği gözardı edilerek idarenin hukuka aykırı eylemi nedeniyle yüksek bedele katlanmaması amaçlanmaktadır. Halbuki bu anlayış Anayasa Mahkemesi’nin,  2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun mülga 38. Maddesini  iptal gerekçesinde yer alan “…hukukun evrensel ilkelerine saygı duymak hukuk devleti olmanın gereğidir. Hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının zamanötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır.” ifadesiyle çelişir niteliktedir.

Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu ise karşı oy yazısında “kamu yararının gerekleri ile kişinin temel hakları arasında adil bir denge kurulabilmesi amacıyla benimsenen gerçek karşılığın ödenmesi ilkesinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır” görüşüne yer verdikten sonra,“…kamu otoritesinin zamanında hukuki bir yol olan kamulaştırma yapması halinde malikin, eşdeğer bir taşınmaz alması olanaklı iken yıllar sonra taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınarak değer tespiti yapılması durumunda, bu imkândan yoksun bırakılarak zarara uğratılması, yalnız mülkiyet hakkını ihlâl etmekle kalmamakta, hakkaniyete uygun adil bir hukuk düzeninin kurulması ve korunmasını içeren hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.” sonucuna varmıştır.

Zamanaşımına uğramayan bir hakkın,  zilyedi dahi olmadığı bir döneme ait nitelikleriyle değerlendirilmesi mümkün değildir. Ayrıca el atma son bulmadığı gibi, dava açılmakla birlikte dahi devam etmektedir. Dolayısıyla hâlâ  mülkiyet hakkını koruyan malikin, bu hakkın tazminine ilişkin tespitte, kendi rızası dışında ve kanuni dayanaktan yoksun bir el atma tarihindeki niteliklerin esas alınması mülkiyet hakkının “zamanötesi” niteliği ile çelişmektedir.

 

d. İlgili Düzenlemenin Derdest, Kesinleşmeyen ve Hatta Kesinleşip Ödemesi Yapılmayan Kararlara Uygulanacağını Düzenleyen Fıkranın Anayasa’ya Aykırılığı.

            Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarla korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu” bir sistemdir. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır. Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi, 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerinin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

Tüm bunların yanı sıra düzenleme, tüm bu açıklamaların yapılış amacını dahi şaşırtacak şekilde kesinleşen ve fakat idarenin kusuru nedeniyle ödemesi gerçekleştirilmeyen kararları dahi madde kapsamına alarak, hukuk devletinin temelini dinamitleyen bir tasarıya imza atılmıştır.

SONUÇ

 5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ise kişisel bir hak olan mülkiyet hakkını, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesini,  Anayasanın 2, 35 ve 46. maddeleri ve evrensel hukuk ilkelerini hiçe sayarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde yürürlüğe girmesi, Anayasa Mahkemesi kararlarını dolanmak anlamına geleceği gibi, hali hazırda AİHM’de bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacak niteliktedir.


[1] “4/11/1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması halinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekalet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

[2] Uzlaşma görüşmeleri, hukuki veya fiili engel bulunmadığı takdirde davete icabet tarihinden itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılır ve uzlaşmaya varılıp varılmadığı, malik veya temsilcisi ile komisyon üyeleri tarafından imzalanan bir tutanağa bağlanır. Bu tutanak ile uzlaşma görüşmelerine ilişkin bilgi ve belgeler, açılacak davalarda taraflar aleyhine delil teşkil etmez. Uzlaşmaya varılması halinde, üzerinde uzlaşılan hakkın türünü, tanınma şart ve usullerini, nakdi ödemede bulunulacak ise miktarını ve ödeme şartları ile taşınmazların tesciline veya terkinine dair muvafakati de ihtiva eden bir sözleşme akdedilerek bu sözleşme çerçevesinde işlem yapılır ve uzlaşma konusu taşınmazlar resen tapuya tescil veya terkin edilir.

 

Kamulaştırma Yoluyla Mülkiyet Transferi

Kamulaştırma Yoluyla Mülkiyet Transferi

07 Şub Çarşamba
10:54

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENECEK EK.1 MADDEYE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİMİZ


  1. Uygulama İmar Planları Çerçevesinde Umumi Hizmetlere ve Resmi Kurumlara Ayrılmak Suretiyle Hukuken El Atılan Taşınmazlara İlişkin Düzenleme .6487 Sayılı Kanununla değişiklik yapılan 2942 Sayılı Kanun’un geçici 6. Maddesinde düzenlenen “hukuki kamulaştırmasız el atma” olgusu yeni getirilen düzenleme ile korunmuştur. İlgili maddenin ilk fıkrası olarak yapılan düzenleme ile uygulama imar planları ile umumi hizmetlere ya da resmi kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında 5 yıllık süre içinde hareketsiz kalınması durumda izlenecek yolu ve konuya ilişkin görevli yargı koluna ilişkin hükümler içermektedir. Yapılan değişiklik,  6487 sayılı kanunla  değişik düzenlemeyi aynen koruyan hüküm, sadece yargı yolunu değiştirmiştir.2942 sayılı Kanunun geçici 6. Maddesindeki uzlaşma süreci ve 03.05 1985 tarihli 3194 saylı İmar Kanun’unda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamladıktan sonra taşınmazın kamulaştırılmasından sorumlu idare aleyhine asliye hukuk mahkemesinde taşınmaz bedelinin tespiti ve tescil davası açılabileceği belirtilmiştir. Daha önceki düzenleme ile görevli yargı kolu İdare Mahkemeleri iken idari yargının taşınmazların bedelinin belirlenmesi konusundaki tecrübesizliği ile belirlenen tazminat sonrasında TMK ve  Tapu Sicil Tüzüğü hükümleri uyarınca, ilgili idare lehine tescil kararı verememesi nedeniyle uygulamada büyük sıkıntılara neden olan madde hükmü görevli yargı kolu açısından olumlu yönde değiştirilmiştir.Fakat bu olumlu yönünün yanı sıra dava çeşidini değiştirme suretiyle davalardaki avukatlık ücretinin niteliğini değiştirerek avukatlık ücretini azaltan detaylar içermektedir. Yürürlükteki geçici 6. Madde, açılacak tazminat davasını, kendi ifadesiyle, “ … öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamladıktan sonra idari yargıda dava açılabilir.” şeklinde aslında  bir tam yargı davası olarak düzenlemiştir. Halbuki getirilen düzenleme ile adli yargının görev alanına bırakılan dava konusu “taşınmaz bedelinin tespiti ve tescili” olarak belirlenmiştir. Daha önce tazminat talebi ile klasik bir eda davası olarak kabul edilen “ hukuki kamulaştırmasız el atma davaları” tespit davasına indirgenmiştir.Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde sınıflandırararak, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerini maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanım açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir. Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit etmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurulurken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır. İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır
  2. Kamulaştırma Kanun’un Yürürlüğe Girdiği 04.11.1983 Tarihinden  Kanunun Yürürlüğe Gireceği Tarihe Kadarki Kamulaştırmasız El Atma Nedeniyle İzlenecek Hukuki Sürece İlişkin Düzenleme.

 Bakanlar Kurulu tasarısı ile eklenmek istenen Ek 1. Maddenin 2. Fıkrası, ilgili  2942 Sayılı kanunun yürürlük tarihi olan 04.11.1983 tarihinden sonraki idare tarafından yapılan kamulaştırmasız el atmalar için izlenecek hukuki süreci düzenlemektedir. Yapılacak düzenleme ile özetle, kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış ya da hiç yapılmamış olmasına rağmen idarece fiilen kamu hizmetlerine tahsis edilen taşınmazlarda, idarelere şu şekilde yetki tanınmaktadır;

  1. ilgili idare 10 yıllık süre içinde bütçe imkanları dahilinde kamulaştırma yapabilecektir,
  2. taşınmazların durumuna göre imar planı/imar planı uygulaması/toplulaştırma yapılmak suretiyle başka yerden taşınmaz verilmek suretiyle trampa uygulaması yapabilecektir,
  3. idare el attığı taşınmazı tahliye etmek suretiyle plan değişikliği yaparak kullanıma imkan verebilecektir.

Yukarıdaki maddelerde özetlenmeye çalışılan işlemlerin 10 yıllık süre içinde  yapılmaması durumda malik, Kamulaştırma Kanun’un geçici 6. Maddesinde belirtilen uzlaşma sürecini tamamladıktan sonra taşınmazın kamulaştırılmasından sorumlu idare aleyhine asliye hukuk mahkemesinde taşınmaz bedelinin tespiti ve tescili davası açabilecektir.

Söz konusu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin 13.03.2015 tarih, 2013/95E. 2014/176K. sayılı kararı ile iptal ettiği 2942 sayılı Kanun’un geçici 6. Maddesinin 13. Fıkrasındaki[1] düzenlemenin daha ağırlaştırılmış hali olup Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini göz ardı ederek tekrar kanunlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerinde ilgili düzenlemeye ilişkin değerlendirmelerde bulunulmuş ve özellikle 5999 sayılı kanunla getirilen geçici 6. Maddeye ilişkin iptal davasında verdiği gerekçeli karara atıfta bulunmuştur. Gerekçeli kararda, bahsi geçen kanunun, 31.08.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasında yapılan kamulaştırmasız el atma nedeniyle yoğunlaşan, vatandaşla idareler arasındaki hukuki ihtilafları tasfiye amacına vurgu yapılmış ve Anayasa’ya aykırı olmadığı yönünde hüküm kurulmuştur. Aynı zamanda 5999 sayılı kanunun geçici niteliğine ilişkin değerlendirmelerde bulunularak şu açıklamalar yapılmıştır;

“Kuralın geçici bir nitelik taşıdığı ve geçmişte meydana gelen kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan hukuksal sorunların tasfiyesini amaçladığı anlaşılmaktadır.”

Fakat hal böyle olmasına karşın yapılmak istenen düzenleme ile geçici ve tasfiye amacı taşıyan istisnai düzenlemeler kural ve olağan düzenlemeler haline getirilmektedir. Anayasa Mahkemesi iptal gerekçesinde, “9.10.1956 ila 4.11.1983 tarihlerini kapsayan dönemde oluşan mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla getirilen ve malikler aleyhine birtakım hükümler içeren bu istisnai düzenlemenin 4.11.1983 tarihinden sonraki dönem için de uygulanmasının haklı bir temeli bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kanun’un 38. maddesinin doğurduğu ağır mağduriyetlerin bir anda giderilmesinin bütçeye getireceği ölçüsüz yük nedeniyle kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek aksamalar dikkate alınarak o dönemle sınırlı olarak makul karşılanabilen bu istisnai hükümlerin sonraki dönemlere de uygulanması öngörülerek olağanlaştırılması, hukuk güvenliğini zedelemekte ve Anayasa’nın 35. maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.” ifadeleriyle istisnai düzenlemelerin kural olarak getirilemeyeceğine vurgu yapmıştır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçeleri hukuki mevcudiyetini korurken Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulanamaz hale getirmek Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa ile güvence altına alınmış görev ve yetkilerini bertaraf etmek anlamına gelecektir. Bu durum yüksek mahkemenin bir kararında şu şekilde ifade edilmiştir;

“Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. Bu kurala göre, yasama organı yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni yasa çıkarmamak ve Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü, kararlar gerekçeleriyle, genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla yasama organı, yasa çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal edilen yasalarla sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte yeni yasa çıkarılmaması gerekir. Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiş, 35 inci maddesinde mülkiyet hakkı temel bir insan hakkı olarak düzenlenerek ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği ve toplum yararına aykırı kullanılamayacağı belirtilmiş; 36 ncı maddesinde hak arama özgürlüğü kurallaştırılmış; 46 ncı maddesinde kamulaştırmanın esas ve usulleri ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve 138 inci maddesinin son fıkrasında ise mahkeme kararlarının hiçbir surette değiştirilemeyeceği ve yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceği ortaya konmuştur.”

            Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Anayasa Mahkeme’sinin çeşitli vesilelerle iptal edilen düzenlemelerin tekrar gündeme getirilmesi yüksek mahkemenin varlığını sorgulatır niteliktedir.

aa. İlgili Fıkrada Düzenlenen 10 Yıllık Sürenin Anayasa’ya Aykırılığı.

İdarenin, hukuki tasnifi açısından haksız fiil olarak tanımlanan, fiili kamulaştırmasız el atmaları nedeniyle keyfi uygulamasına neden olabilecek 10 yıllık süre makul sürenin çok dışındadır. İdarenin taşınmaza fiilen el atmış olmasına rağmen kamulaştırma yapması için bütçe imkanları dahilinde 10 yıllık bir sürenin geçmesini beklemek Anayasa ile güvence altına alınmış mülkiyet hakkını atiye bırakarak idarenin keyfiyetini kurallaştırmak suretiyle hukuk devleti ilkesini yok etmek anlamına gelecektir. Anayasa’da “Kamulaştırma” kenar başlığı ile düzenlenen 46. Maddede kamulaştırma bedelinin nakit ve peşin ödenmesi kuralı getirilmiş, taksitlendirme ve trampa usulü ise istisnai olarak düzenlenmiştir. Kamulaştırma bedelinin ödenmesinde taksitlendirme seçeneğinin belirlenmesinde ise bu sürenin en fazla 5 yıl olacağı, taksitlerin eşit olma hükmü ile taksitlere kamu alacağına uygulanacak en yüksek faizin uygulanması hükmü getirilmiştir. Anayasa’nın bu açık hükmü karşısında zaten haksız fiili ile malike ağır bir yük getiren idarenin kamulaştırma süreci için ayrıca 10 yıllık bir sürede keyfi uygulamasına neden olacak şekilde kamulaştırma yapması, hukuk devletinin hukuki belirlilik ilkesine aykırılık teşkil edecektir.

Ayrıca yapılan düzenlemede 10 yıllık sürenin ne zaman başlayacağı konusunda herhangi bir netlik bulunmamaktadır. Söz konusu makul olmayan sürenin hangi andan itibaren başlayacağı konusunda herhangi bir netlik bulunmamaktadır. İlgili sürenin fiili el atma tarihinden itibaren mi, malikin başvuru tarihinden mi yoksa kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren mi başlayacağı belirlenmemiştir. Böylesi bir muğlaklık mülkiyet hakkını tümüyle savunmasız bırakacak niteliktedir.

bb. İlgili Fıkrada Trampayı İdarenin Takdir Yetkisine Bırakan Düzenlemenin Anayasa’ya Aykırılığı

Yukarıda bahsedildiği gibi Anayasa ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu kamulaştırma bedelinin peşin ve nakden ödenmesi kuralını  getirmiştir. 2942 sayılı kanunun “trampa yoluyla kamulaştırma” kenar başlığı ile düzenlenen 26. Maddesi, “Mal sahibinin kabul etmesi halinde kamulaştırma bedeli yerine, idarenin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olan taşınmaz mallarından, bu bedeli kısmen veya tamamen karşılayacak miktarı verilebilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Kanunun açık metni açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar nettir. Nitekim Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 04.06.1999 tarihli 1999/3497E. 1999/6967K. sayılı kararında, “belediyenin de izniyle 1 nolu parsele inşaat yapmış, böylece zımni olarak 4 nolu parsel yerine 1 nolu parselin trampa konusu olmasını kabul etmiştir. Bu parselin imara uygun hale gelmesi için yoldan ihdas edilen kısmın da trampaya dahil edildiği yolunda taraflar arasında bir anlaşma yoktur; aksine Belediye bu kısım için kıymet takdiri yoluna gitmiş ve davacıya 511.841.000 TL. bedelle devredeceğini bildirmiştir. Bu teklif trampa konusu dışında yeni bir icaptır. DAVACI BUNU KABUL ETMEYEBİLİR.”  ifadeleriyle, trampanın ancak malikin açık iznine tabii olacağı vurgulamıştır.

Ancak getirilen yeni düzenleme ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un kendi maddeleriyle çelişki yaratır biçimde, idareye trampa seçeneğini tek taraflı belirleme yetkisi tanınmaktadır. Bu mülkiyet hakkının içini boşaltır bir düzenleme olup kabul edilemez.

cc. İlgili Fıkrada Düzenlenen Dava Sürecinin ve Çeşidinin Anayasa’ya Aykırılığı.

            Yeni getirilen düzenlemede yukarıda bahsedilen 10 yıllık sürecin sonunda idarenin yine hareketsiz kalması sonucunda malikin dava açma hakkı düzenlenmiştir. İlgili düzenlemede husumetin  kamulaştırmaya yetkili olan idareye yöneltilerek açılacak davada dava şartı olarak Geçici 6. Maddedeki uzlaşma şartı getirilmiştir.[2]Madde değiştirilen haliyle uzlaşmayı,  HMK 114. Maddesindeki  dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.  Ayrıca daha önce ayrıntısı verilen 10 yıllık süre sonucunda yine idareye tanınan ekstra hak malikin mağduriyetinin katlanmasına ve hatta hiçbir malikin bu kadar uzun ve karmaşık bir hukuki sürece girmek istemeyeceği için kanuni ama hukuki olmayan fiili bir durum yaratmaktadır.

Yine aynı şekilde açılacak davada, yukarıda açıklandığı üzere diğer haksız fiil nedeniyle tazminat davalarından nitelik itibariyle farklı olmayan kamulaştırmasız el atma davalarında farklılığa gidilerek  dava çeşidinin  tespit davası olarak nitelendirilmesi ve ona göre vekalet ücreti belirlenmesi hukuki eşitlik ilkesi ile örtüşmemektedir.

c. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Belirlenmesinde Taşınmazların El atma Tarihindeki Niteliklerinin  Esas Alınmasını Düzenleyen Fıkranın Anayasaya Aykırılığı.

        Getirilen yeni düzenleme ile birlikte 04.11.1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el atma davalarında da taşınmazın bedelinin tespitinde, dava tarihindeki değerin, tasarrufunun kısıtlandığı tarihteki niteliklerine göre hesaplanacağı hükmü getirilmiştir.  Örneklemek gerekirse, 1990 yılında tarla vasfındaki bir taşınmaza fiilen el atılmış ise ve  ilgili taşınmaz için   2015 yılında dava açılmışsa,  taşınmaz imar uygulaması yoluyla arsa vasfını kazanmış olsa bile, bedel hesaplamasında dava tarihindeki tarla vasfındaki bir taşınmaz olarak bedel hesaplanacaktır.

Söz konusu düzenleme 1956 ile 1983 yılları arasında oluşan kamulaştırmasız el atmalara ilişkin düzenlenen  5999 sayılı kanunla getirilen Geçici 6. Maddeki düzenlemenin aynısı niteliğindedir. İlgili düzenlemeye Anayasa Mahkemesi’nde açılan iptal davalarında, yüksek mahkemenin talebin reddi yönündeki kararları, söz konusu maddenin geçici niteliği sebebiyledir. 5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve haksız fiil olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere, kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir.

Kamulaştırmasız el atma nedeniyle idare aleyhine açılan tazminat davalarında idare, el koyulan taşınmazlar için yüksek bedeller ödemek zorunda kalmaktadır. 1956 -1983 yılları arasında yapılan fiili el atmalar nedeniyle açılacak tazminat davalarında belirlenen yüksek bedelleri bir nebze olsun engelleyebilmek amacıyla düzenleme yapılmıştır.

Madde gerekçesindeki ifadesiyle “fiilen el koymanın çok uzun bir süre önce yapılmış olabileceği, el konulan taşınmazın o tarihteki niteliği ile ödemenin yapılacağı tarihteki niteliğinde farklılıklar bulunabileceği ve elkoymadan sonra yapılan imar hizmetleri ile diğer kamu hizmetleri sebebiyle taşınmazın değerinde çok fazla bir artış meydana gelmiş olabileceği hususları gözetilerek taşınmazın tazmin talebinde bulunulan tarihteki niteliği yerine elkoyma tarihindeki niteliğinin esas alınması ve böylece denkleştirmeye gidilmek suretiyle, tazmin talebinde bulunulan tarih itibarıyla…” değer tespiti yapılmasının birey ile kamu yararı arasında adil bir denge sağlama amacına uygun olduğu savunulmuştur.

5999 sayılı Yasaya  karşı açılan iptal davasında, Anayasa Mahkemesi kararıyla bu gerekçe kuvvetlendirilmiştir. Yüksek Mahkemenin 01.11.2012 tarihli ve oy çokluğu ile verilen ret kararında, maddenin geçici niteliği ve kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan sorunların tasfiyesi amaçlandığı hatırlatılarak“Kamulaştırma olmaksızın el konulan taşınmazların niteliğinde meydana gelen değişiklikler kamunun işlemleri sonucunda gerçekleşmiş olup, bu işlemler dolayısıyla taşınmazın değerinde meydana gelen artış ya da azalmaların malike ödenecek tazminatın hesaplanmasında dikkate alınması, maliklerin haksız kazanç elde etmesine ya da haksız bir şekilde zarara uğramasına sebep olabilecektir.”  gerekçelerine yer vererek düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bulmamıştır.

Kanunun ve Anayasa Mahkemesi’nin gerekçelerinde açıkça görüleceği gibi mülkiyetin “zamanötesi” niteliği gözardı edilerek idarenin hukuka aykırı eylemi nedeniyle yüksek bedele katlanmaması amaçlanmaktadır. Halbuki bu anlayış Anayasa Mahkemesi’nin,  2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun mülga 38. Maddesini  iptal gerekçesinde yer alan “…hukukun evrensel ilkelerine saygı duymak hukuk devleti olmanın gereğidir. Hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının zamanötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır.” ifadesiyle çelişir niteliktedir.

Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu ise karşı oy yazısında “kamu yararının gerekleri ile kişinin temel hakları arasında adil bir denge kurulabilmesi amacıyla benimsenen gerçek karşılığın ödenmesi ilkesinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır” görüşüne yer verdikten sonra,“…kamu otoritesinin zamanında hukuki bir yol olan kamulaştırma yapması halinde malikin, eşdeğer bir taşınmaz alması olanaklı iken yıllar sonra taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınarak değer tespiti yapılması durumunda, bu imkândan yoksun bırakılarak zarara uğratılması, yalnız mülkiyet hakkını ihlâl etmekle kalmamakta, hakkaniyete uygun adil bir hukuk düzeninin kurulması ve korunmasını içeren hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.” sonucuna varmıştır.

Zamanaşımına uğramayan bir hakkın,  zilyedi dahi olmadığı bir döneme ait nitelikleriyle değerlendirilmesi mümkün değildir. Ayrıca el atma son bulmadığı gibi, dava açılmakla birlikte dahi devam etmektedir. Dolayısıyla hâlâ  mülkiyet hakkını koruyan malikin, bu hakkın tazminine ilişkin tespitte, kendi rızası dışında ve kanuni dayanaktan yoksun bir el atma tarihindeki niteliklerin esas alınması mülkiyet hakkının “zamanötesi” niteliği ile çelişmektedir.

 

d. İlgili Düzenlemenin Derdest, Kesinleşmeyen ve Hatta Kesinleşip Ödemesi Yapılmayan Kararlara Uygulanacağını Düzenleyen Fıkranın Anayasa’ya Aykırılığı.

            Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarla korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu” bir sistemdir. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır. Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi, 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerinin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

Tüm bunların yanı sıra düzenleme, tüm bu açıklamaların yapılış amacını dahi şaşırtacak şekilde kesinleşen ve fakat idarenin kusuru nedeniyle ödemesi gerçekleştirilmeyen kararları dahi madde kapsamına alarak, hukuk devletinin temelini dinamitleyen bir tasarıya imza atılmıştır.

SONUÇ

 5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ise kişisel bir hak olan mülkiyet hakkını, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesini,  Anayasanın 2, 35 ve 46. maddeleri ve evrensel hukuk ilkelerini hiçe sayarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde yürürlüğe girmesi, Anayasa Mahkemesi kararlarını dolanmak anlamına geleceği gibi, hali hazırda AİHM’de bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacak niteliktedir.


[1] “4/11/1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması halinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekalet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

[2] Uzlaşma görüşmeleri, hukuki veya fiili engel bulunmadığı takdirde davete icabet tarihinden itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılır ve uzlaşmaya varılıp varılmadığı, malik veya temsilcisi ile komisyon üyeleri tarafından imzalanan bir tutanağa bağlanır. Bu tutanak ile uzlaşma görüşmelerine ilişkin bilgi ve belgeler, açılacak davalarda taraflar aleyhine delil teşkil etmez. Uzlaşmaya varılması halinde, üzerinde uzlaşılan hakkın türünü, tanınma şart ve usullerini, nakdi ödemede bulunulacak ise miktarını ve ödeme şartları ile taşınmazların tesciline veya terkinine dair muvafakati de ihtiva eden bir sözleşme akdedilerek bu sözleşme çerçevesinde işlem yapılır ve uzlaşma konusu taşınmazlar resen tapuya tescil veya terkin edilir.

 

Kamulaştırmasız El Atma Davaları ve Ecrimisil Tazminatı

Kamulaştırmasız El Atma Davaları ve Ecrimisil Tazminatı

07 Şub Çarşamba
12:01

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMA KANUNUNA EKLENECEK EK.1 MADDEYE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİMİZ


  1. Uygulama İmar Planları Çerçevesinde Umumi Hizmetlere ve Resmi Kurumlara Ayrılmak Suretiyle Hukuken El Atılan Taşınmazlara İlişkin Düzenleme .6487 Sayılı Kanununla değişiklik yapılan 2942 Sayılı Kanun’un geçici 6. Maddesinde düzenlenen “hukuki kamulaştırmasız el atma” olgusu yeni getirilen düzenleme ile korunmuştur. İlgili maddenin ilk fıkrası olarak yapılan düzenleme ile uygulama imar planları ile umumi hizmetlere ya da resmi kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında 5 yıllık süre içinde hareketsiz kalınması durumda izlenecek yolu ve konuya ilişkin görevli yargı koluna ilişkin hükümler içermektedir. Yapılan değişiklik,  6487 sayılı kanunla  değişik düzenlemeyi aynen koruyan hüküm, sadece yargı yolunu değiştirmiştir.2942 sayılı Kanunun geçici 6. Maddesindeki uzlaşma süreci ve 03.05 1985 tarihli 3194 saylı İmar Kanun’unda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamladıktan sonra taşınmazın kamulaştırılmasından sorumlu idare aleyhine asliye hukuk mahkemesinde taşınmaz bedelinin tespiti ve tescil davası açılabileceği belirtilmiştir. Daha önceki düzenleme ile görevli yargı kolu İdare Mahkemeleri iken idari yargının taşınmazların bedelinin belirlenmesi konusundaki tecrübesizliği ile belirlenen tazminat sonrasında TMK ve  Tapu Sicil Tüzüğü hükümleri uyarınca, ilgili idare lehine tescil kararı verememesi nedeniyle uygulamada büyük sıkıntılara neden olan madde hükmü görevli yargı kolu açısından olumlu yönde değiştirilmiştir.Fakat bu olumlu yönünün yanı sıra dava çeşidini değiştirme suretiyle davalardaki avukatlık ücretinin niteliğini değiştirerek avukatlık ücretini azaltan detaylar içermektedir. Yürürlükteki geçici 6. Madde, açılacak tazminat davasını, kendi ifadesiyle, “ … öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamladıktan sonra idari yargıda dava açılabilir.” şeklinde aslında  bir tam yargı davası olarak düzenlemiştir. Halbuki getirilen düzenleme ile adli yargının görev alanına bırakılan dava konusu “taşınmaz bedelinin tespiti ve tescili” olarak belirlenmiştir. Daha önce tazminat talebi ile klasik bir eda davası olarak kabul edilen “ hukuki kamulaştırmasız el atma davaları” tespit davasına indirgenmiştir.Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde sınıflandırararak, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerini maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanım açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir. Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit etmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurulurken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır. İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır
  2. Kamulaştırma Kanun’un Yürürlüğe Girdiği 04.11.1983 Tarihinden  Kanunun Yürürlüğe Gireceği Tarihe Kadarki Kamulaştırmasız El Atma Nedeniyle İzlenecek Hukuki Sürece İlişkin Düzenleme.

 Bakanlar Kurulu tasarısı ile eklenmek istenen Ek 1. Maddenin 2. Fıkrası, ilgili  2942 Sayılı kanunun yürürlük tarihi olan 04.11.1983 tarihinden sonraki idare tarafından yapılan kamulaştırmasız el atmalar için izlenecek hukuki süreci düzenlemektedir. Yapılacak düzenleme ile özetle, kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış ya da hiç yapılmamış olmasına rağmen idarece fiilen kamu hizmetlerine tahsis edilen taşınmazlarda, idarelere şu şekilde yetki tanınmaktadır;

  1. ilgili idare 10 yıllık süre içinde bütçe imkanları dahilinde kamulaştırma yapabilecektir,
  2. taşınmazların durumuna göre imar planı/imar planı uygulaması/toplulaştırma yapılmak suretiyle başka yerden taşınmaz verilmek suretiyle trampa uygulaması yapabilecektir,
  3. idare el attığı taşınmazı tahliye etmek suretiyle plan değişikliği yaparak kullanıma imkan verebilecektir.

Yukarıdaki maddelerde özetlenmeye çalışılan işlemlerin 10 yıllık süre içinde  yapılmaması durumda malik, Kamulaştırma Kanun’un geçici 6. Maddesinde belirtilen uzlaşma sürecini tamamladıktan sonra taşınmazın kamulaştırılmasından sorumlu idare aleyhine asliye hukuk mahkemesinde taşınmaz bedelinin tespiti ve tescili davası açabilecektir.

Söz konusu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin 13.03.2015 tarih, 2013/95E. 2014/176K. sayılı kararı ile iptal ettiği 2942 sayılı Kanun’un geçici 6. Maddesinin 13. Fıkrasındaki[1] düzenlemenin daha ağırlaştırılmış hali olup Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini göz ardı ederek tekrar kanunlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerinde ilgili düzenlemeye ilişkin değerlendirmelerde bulunulmuş ve özellikle 5999 sayılı kanunla getirilen geçici 6. Maddeye ilişkin iptal davasında verdiği gerekçeli karara atıfta bulunmuştur. Gerekçeli kararda, bahsi geçen kanunun, 31.08.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasında yapılan kamulaştırmasız el atma nedeniyle yoğunlaşan, vatandaşla idareler arasındaki hukuki ihtilafları tasfiye amacına vurgu yapılmış ve Anayasa’ya aykırı olmadığı yönünde hüküm kurulmuştur. Aynı zamanda 5999 sayılı kanunun geçici niteliğine ilişkin değerlendirmelerde bulunularak şu açıklamalar yapılmıştır;

“Kuralın geçici bir nitelik taşıdığı ve geçmişte meydana gelen kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan hukuksal sorunların tasfiyesini amaçladığı anlaşılmaktadır.”

Fakat hal böyle olmasına karşın yapılmak istenen düzenleme ile geçici ve tasfiye amacı taşıyan istisnai düzenlemeler kural ve olağan düzenlemeler haline getirilmektedir. Anayasa Mahkemesi iptal gerekçesinde, “9.10.1956 ila 4.11.1983 tarihlerini kapsayan dönemde oluşan mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla getirilen ve malikler aleyhine birtakım hükümler içeren bu istisnai düzenlemenin 4.11.1983 tarihinden sonraki dönem için de uygulanmasının haklı bir temeli bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kanun’un 38. maddesinin doğurduğu ağır mağduriyetlerin bir anda giderilmesinin bütçeye getireceği ölçüsüz yük nedeniyle kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek aksamalar dikkate alınarak o dönemle sınırlı olarak makul karşılanabilen bu istisnai hükümlerin sonraki dönemlere de uygulanması öngörülerek olağanlaştırılması, hukuk güvenliğini zedelemekte ve Anayasa’nın 35. maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.” ifadeleriyle istisnai düzenlemelerin kural olarak getirilemeyeceğine vurgu yapmıştır.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçeleri hukuki mevcudiyetini korurken Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulanamaz hale getirmek Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa ile güvence altına alınmış görev ve yetkilerini bertaraf etmek anlamına gelecektir. Bu durum yüksek mahkemenin bir kararında şu şekilde ifade edilmiştir;

“Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. Bu kurala göre, yasama organı yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni yasa çıkarmamak ve Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü, kararlar gerekçeleriyle, genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla yasama organı, yasa çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal edilen yasalarla sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte yeni yasa çıkarılmaması gerekir. Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiş, 35 inci maddesinde mülkiyet hakkı temel bir insan hakkı olarak düzenlenerek ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği ve toplum yararına aykırı kullanılamayacağı belirtilmiş; 36 ncı maddesinde hak arama özgürlüğü kurallaştırılmış; 46 ncı maddesinde kamulaştırmanın esas ve usulleri ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve 138 inci maddesinin son fıkrasında ise mahkeme kararlarının hiçbir surette değiştirilemeyeceği ve yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceği ortaya konmuştur.”

            Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Anayasa Mahkeme’sinin çeşitli vesilelerle iptal edilen düzenlemelerin tekrar gündeme getirilmesi yüksek mahkemenin varlığını sorgulatır niteliktedir.

aa. İlgili Fıkrada Düzenlenen 10 Yıllık Sürenin Anayasa’ya Aykırılığı.

İdarenin, hukuki tasnifi açısından haksız fiil olarak tanımlanan, fiili kamulaştırmasız el atmaları nedeniyle keyfi uygulamasına neden olabilecek 10 yıllık süre makul sürenin çok dışındadır. İdarenin taşınmaza fiilen el atmış olmasına rağmen kamulaştırma yapması için bütçe imkanları dahilinde 10 yıllık bir sürenin geçmesini beklemek Anayasa ile güvence altına alınmış mülkiyet hakkını atiye bırakarak idarenin keyfiyetini kurallaştırmak suretiyle hukuk devleti ilkesini yok etmek anlamına gelecektir. Anayasa’da “Kamulaştırma” kenar başlığı ile düzenlenen 46. Maddede kamulaştırma bedelinin nakit ve peşin ödenmesi kuralı getirilmiş, taksitlendirme ve trampa usulü ise istisnai olarak düzenlenmiştir. Kamulaştırma bedelinin ödenmesinde taksitlendirme seçeneğinin belirlenmesinde ise bu sürenin en fazla 5 yıl olacağı, taksitlerin eşit olma hükmü ile taksitlere kamu alacağına uygulanacak en yüksek faizin uygulanması hükmü getirilmiştir. Anayasa’nın bu açık hükmü karşısında zaten haksız fiili ile malike ağır bir yük getiren idarenin kamulaştırma süreci için ayrıca 10 yıllık bir sürede keyfi uygulamasına neden olacak şekilde kamulaştırma yapması, hukuk devletinin hukuki belirlilik ilkesine aykırılık teşkil edecektir.

Ayrıca yapılan düzenlemede 10 yıllık sürenin ne zaman başlayacağı konusunda herhangi bir netlik bulunmamaktadır. Söz konusu makul olmayan sürenin hangi andan itibaren başlayacağı konusunda herhangi bir netlik bulunmamaktadır. İlgili sürenin fiili el atma tarihinden itibaren mi, malikin başvuru tarihinden mi yoksa kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren mi başlayacağı belirlenmemiştir. Böylesi bir muğlaklık mülkiyet hakkını tümüyle savunmasız bırakacak niteliktedir.

bb. İlgili Fıkrada Trampayı İdarenin Takdir Yetkisine Bırakan Düzenlemenin Anayasa’ya Aykırılığı

Yukarıda bahsedildiği gibi Anayasa ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu kamulaştırma bedelinin peşin ve nakden ödenmesi kuralını  getirmiştir. 2942 sayılı kanunun “trampa yoluyla kamulaştırma” kenar başlığı ile düzenlenen 26. Maddesi, “Mal sahibinin kabul etmesi halinde kamulaştırma bedeli yerine, idarenin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olan taşınmaz mallarından, bu bedeli kısmen veya tamamen karşılayacak miktarı verilebilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Kanunun açık metni açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar nettir. Nitekim Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 04.06.1999 tarihli 1999/3497E. 1999/6967K. sayılı kararında, “belediyenin de izniyle 1 nolu parsele inşaat yapmış, böylece zımni olarak 4 nolu parsel yerine 1 nolu parselin trampa konusu olmasını kabul etmiştir. Bu parselin imara uygun hale gelmesi için yoldan ihdas edilen kısmın da trampaya dahil edildiği yolunda taraflar arasında bir anlaşma yoktur; aksine Belediye bu kısım için kıymet takdiri yoluna gitmiş ve davacıya 511.841.000 TL. bedelle devredeceğini bildirmiştir. Bu teklif trampa konusu dışında yeni bir icaptır. DAVACI BUNU KABUL ETMEYEBİLİR.”  ifadeleriyle, trampanın ancak malikin açık iznine tabii olacağı vurgulamıştır.

Ancak getirilen yeni düzenleme ile 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un kendi maddeleriyle çelişki yaratır biçimde, idareye trampa seçeneğini tek taraflı belirleme yetkisi tanınmaktadır. Bu mülkiyet hakkının içini boşaltır bir düzenleme olup kabul edilemez.

cc. İlgili Fıkrada Düzenlenen Dava Sürecinin ve Çeşidinin Anayasa’ya Aykırılığı.

            Yeni getirilen düzenlemede yukarıda bahsedilen 10 yıllık sürecin sonunda idarenin yine hareketsiz kalması sonucunda malikin dava açma hakkı düzenlenmiştir. İlgili düzenlemede husumetin  kamulaştırmaya yetkili olan idareye yöneltilerek açılacak davada dava şartı olarak Geçici 6. Maddedeki uzlaşma şartı getirilmiştir.[2]Madde değiştirilen haliyle uzlaşmayı,  HMK 114. Maddesindeki  dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.  Ayrıca daha önce ayrıntısı verilen 10 yıllık süre sonucunda yine idareye tanınan ekstra hak malikin mağduriyetinin katlanmasına ve hatta hiçbir malikin bu kadar uzun ve karmaşık bir hukuki sürece girmek istemeyeceği için kanuni ama hukuki olmayan fiili bir durum yaratmaktadır.

Yine aynı şekilde açılacak davada, yukarıda açıklandığı üzere diğer haksız fiil nedeniyle tazminat davalarından nitelik itibariyle farklı olmayan kamulaştırmasız el atma davalarında farklılığa gidilerek  dava çeşidinin  tespit davası olarak nitelendirilmesi ve ona göre vekalet ücreti belirlenmesi hukuki eşitlik ilkesi ile örtüşmemektedir.

c. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Belirlenmesinde Taşınmazların El atma Tarihindeki Niteliklerinin  Esas Alınmasını Düzenleyen Fıkranın Anayasaya Aykırılığı.

        Getirilen yeni düzenleme ile birlikte 04.11.1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el atma davalarında da taşınmazın bedelinin tespitinde, dava tarihindeki değerin, tasarrufunun kısıtlandığı tarihteki niteliklerine göre hesaplanacağı hükmü getirilmiştir.  Örneklemek gerekirse, 1990 yılında tarla vasfındaki bir taşınmaza fiilen el atılmış ise ve  ilgili taşınmaz için   2015 yılında dava açılmışsa,  taşınmaz imar uygulaması yoluyla arsa vasfını kazanmış olsa bile, bedel hesaplamasında dava tarihindeki tarla vasfındaki bir taşınmaz olarak bedel hesaplanacaktır.

Söz konusu düzenleme 1956 ile 1983 yılları arasında oluşan kamulaştırmasız el atmalara ilişkin düzenlenen  5999 sayılı kanunla getirilen Geçici 6. Maddeki düzenlemenin aynısı niteliğindedir. İlgili düzenlemeye Anayasa Mahkemesi’nde açılan iptal davalarında, yüksek mahkemenin talebin reddi yönündeki kararları, söz konusu maddenin geçici niteliği sebebiyledir. 5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve haksız fiil olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere, kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir.

Kamulaştırmasız el atma nedeniyle idare aleyhine açılan tazminat davalarında idare, el koyulan taşınmazlar için yüksek bedeller ödemek zorunda kalmaktadır. 1956 -1983 yılları arasında yapılan fiili el atmalar nedeniyle açılacak tazminat davalarında belirlenen yüksek bedelleri bir nebze olsun engelleyebilmek amacıyla düzenleme yapılmıştır.

Madde gerekçesindeki ifadesiyle “fiilen el koymanın çok uzun bir süre önce yapılmış olabileceği, el konulan taşınmazın o tarihteki niteliği ile ödemenin yapılacağı tarihteki niteliğinde farklılıklar bulunabileceği ve elkoymadan sonra yapılan imar hizmetleri ile diğer kamu hizmetleri sebebiyle taşınmazın değerinde çok fazla bir artış meydana gelmiş olabileceği hususları gözetilerek taşınmazın tazmin talebinde bulunulan tarihteki niteliği yerine elkoyma tarihindeki niteliğinin esas alınması ve böylece denkleştirmeye gidilmek suretiyle, tazmin talebinde bulunulan tarih itibarıyla…” değer tespiti yapılmasının birey ile kamu yararı arasında adil bir denge sağlama amacına uygun olduğu savunulmuştur.

5999 sayılı Yasaya  karşı açılan iptal davasında, Anayasa Mahkemesi kararıyla bu gerekçe kuvvetlendirilmiştir. Yüksek Mahkemenin 01.11.2012 tarihli ve oy çokluğu ile verilen ret kararında, maddenin geçici niteliği ve kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan sorunların tasfiyesi amaçlandığı hatırlatılarak“Kamulaştırma olmaksızın el konulan taşınmazların niteliğinde meydana gelen değişiklikler kamunun işlemleri sonucunda gerçekleşmiş olup, bu işlemler dolayısıyla taşınmazın değerinde meydana gelen artış ya da azalmaların malike ödenecek tazminatın hesaplanmasında dikkate alınması, maliklerin haksız kazanç elde etmesine ya da haksız bir şekilde zarara uğramasına sebep olabilecektir.”  gerekçelerine yer vererek düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bulmamıştır.

Kanunun ve Anayasa Mahkemesi’nin gerekçelerinde açıkça görüleceği gibi mülkiyetin “zamanötesi” niteliği gözardı edilerek idarenin hukuka aykırı eylemi nedeniyle yüksek bedele katlanmaması amaçlanmaktadır. Halbuki bu anlayış Anayasa Mahkemesi’nin,  2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun mülga 38. Maddesini  iptal gerekçesinde yer alan “…hukukun evrensel ilkelerine saygı duymak hukuk devleti olmanın gereğidir. Hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının zamanötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır.” ifadesiyle çelişir niteliktedir.

Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu ise karşı oy yazısında “kamu yararının gerekleri ile kişinin temel hakları arasında adil bir denge kurulabilmesi amacıyla benimsenen gerçek karşılığın ödenmesi ilkesinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır” görüşüne yer verdikten sonra,“…kamu otoritesinin zamanında hukuki bir yol olan kamulaştırma yapması halinde malikin, eşdeğer bir taşınmaz alması olanaklı iken yıllar sonra taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınarak değer tespiti yapılması durumunda, bu imkândan yoksun bırakılarak zarara uğratılması, yalnız mülkiyet hakkını ihlâl etmekle kalmamakta, hakkaniyete uygun adil bir hukuk düzeninin kurulması ve korunmasını içeren hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.” sonucuna varmıştır.

Zamanaşımına uğramayan bir hakkın,  zilyedi dahi olmadığı bir döneme ait nitelikleriyle değerlendirilmesi mümkün değildir. Ayrıca el atma son bulmadığı gibi, dava açılmakla birlikte dahi devam etmektedir. Dolayısıyla hâlâ  mülkiyet hakkını koruyan malikin, bu hakkın tazminine ilişkin tespitte, kendi rızası dışında ve kanuni dayanaktan yoksun bir el atma tarihindeki niteliklerin esas alınması mülkiyet hakkının “zamanötesi” niteliği ile çelişmektedir.

 

d. İlgili Düzenlemenin Derdest, Kesinleşmeyen ve Hatta Kesinleşip Ödemesi Yapılmayan Kararlara Uygulanacağını Düzenleyen Fıkranın Anayasa’ya Aykırılığı.

            Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarla korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu” bir sistemdir. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır. Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi, 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerinin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

Tüm bunların yanı sıra düzenleme, tüm bu açıklamaların yapılış amacını dahi şaşırtacak şekilde kesinleşen ve fakat idarenin kusuru nedeniyle ödemesi gerçekleştirilmeyen kararları dahi madde kapsamına alarak, hukuk devletinin temelini dinamitleyen bir tasarıya imza atılmıştır.

SONUÇ

 5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ise kişisel bir hak olan mülkiyet hakkını, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesini,  Anayasanın 2, 35 ve 46. maddeleri ve evrensel hukuk ilkelerini hiçe sayarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde yürürlüğe girmesi, Anayasa Mahkemesi kararlarını dolanmak anlamına geleceği gibi, hali hazırda AİHM’de bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacak niteliktedir.


[1] “4/11/1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması halinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekalet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

[2] Uzlaşma görüşmeleri, hukuki veya fiili engel bulunmadığı takdirde davete icabet tarihinden itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılır ve uzlaşmaya varılıp varılmadığı, malik veya temsilcisi ile komisyon üyeleri tarafından imzalanan bir tutanağa bağlanır. Bu tutanak ile uzlaşma görüşmelerine ilişkin bilgi ve belgeler, açılacak davalarda taraflar aleyhine delil teşkil etmez. Uzlaşmaya varılması halinde, üzerinde uzlaşılan hakkın türünü, tanınma şart ve usullerini, nakdi ödemede bulunulacak ise miktarını ve ödeme şartları ile taşınmazların tesciline veya terkinine dair muvafakati de ihtiva eden bir sözleşme akdedilerek bu sözleşme çerçevesinde işlem yapılır ve uzlaşma konusu taşınmazlar resen tapuya tescil veya terkin edilir.

 

Kamulaştırmasız El Atma Davalarında “Taşınmazın El Atma Tarihindeki Nitelikleri” Sorunu

Kamulaştırmasız El Atma Davalarında “Taşınmazın El Atma Tarihindeki Nitelikleri” Sorunu

07 Şub Çarşamba
12:04

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA DAVALARINDA “TAŞINMAZIN EL ATMA TARİHİNDEKİ NİTELİKLERİ” SORUNU


6487 sayılı kanunla değişik Kamulaştırma Kanunu’nun Geçici 6. Maddesi, kamulaştırmasız el atma davalarına ilişkin radikal değişiklikleri nedeniyle hukuk dünyamızda oldukça ses getirdi. Düzenlemeyle ilgili yapılan değerlendirmeler yapılan tartışmalar, Anayasa’nın mülkiyet hakkını ve kamulaştırmayı düzenleyen 35. ve 46. maddeleri ile AİHS Ek protokolünün “özel mülkiyet” kenar başlıklı 1. maddesi ve AHİM kararlarına aykırılık teşkil ettiği yönünde birleşmişti. Bütün bu tartışmalar devam ederken ilgili düzenleme, CHP tarafından yürütmeyi durdurma talebini de içeren iptal davası ile Anayasa Mahkemesi’ne taşındı ve gözler Yüksek mahkemeden gelecek karara çevrildi.

Anayasa Mahkemesinin kararı beklenedursun, hukuk devletinin “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkesini de yok sayan, Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesinin 10. fıkrası, kendi ifadesiyle “bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır.” hükmüyle birlikte tüm derdest dosyaları da içerir şekilde uygulanmaya devam ediyor.

Yürürlükteki bu madde uygulamada birçok soruna neden olurken çalışmamızın konusunu maddenin ikinci fıkrasındaki “taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri” ibaresi oluşturmaktır. Kamulaştırmasız el atma davalarında tazminat miktarını belirlerken, mahkemelere, taşınmazın bedelini belirleme esası getiren bu fıkra ve ilgili cümlecik, söz konusu davalarda hayati bir önem taşımaktadır.

A. DÜZENLEMENİN AMACI:
5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve haksız fiil olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere, kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir.

Kamulaştırmasız el atma nedeniyle idare aleyhine açılan tazminat davalarında idare, el koyulan taşınmazlar için yüksek bedeller ödemek zorunda kalmaktadır. 1956 -1983 yılları arasında yapılan fiili el atmalar nedeniyle açılacak tazminat davalarında belirlenen yüksek bedelleri bir nebze olsun engelleyebilmek amacıyla inceleme konusu düzenleme yapılmıştır.

Madde gerekçesindeki ifadesiyle “fiilen el koymanın çok uzun bir süre önce yapılmış olabileceği, el konulan taşınmazın o tarihteki niteliği ile ödemenin yapılacağı tarihteki niteliğinde farklılıklar bulunabileceği ve elkoymadan sonra yapılan imar hizmetleri ile diğer kamu hizmetleri sebebiyle taşınmazın değerinde çok fazla bir artış meydana gelmiş olabileceği hususları gözetilerek taşınmazın tazmin talebinde bulunulan tarihteki niteliği yerine elkoyma tarihindeki niteliğinin esas alınması ve böylece denkleştirmeye gidilmek suretiyle, tazmin talebinde bulunulan tarih itibarıyla…” değer tespiti yapılmasının birey ile kamu yararı arasında adil bir denge sağlama amacına uygun olduğu savunulmuştur.

5999 sayılı Yasaya  karşı açılan iptal davasında, Anayasa Mahkemesi kararıyla bu gerekçe kuvvetlendirilmiştir. Yüksek Mahkemenin 01.11.2012 tarihli ve oy çokluğu ile verilen ret kararında, maddenin geçici niteliği ve kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan sorunların tasfiyesi amaçlandığı hatırlatılarak, “Kamulaştırma olmaksızın el konulan taşınmazların niteliğinde meydana gelen değişiklikler kamunun işlemleri sonucunda gerçekleşmiş olup, bu işlemler dolayısıyla taşınmazın değerinde meydana gelen artış ya da azalmaların malike ödenecek tazminatın hesaplanmasında dikkate alınması, maliklerin haksız kazanç elde etmesine ya da haksız bir şekilde zarara uğramasına sebep olabilecektir.”  gerekçelerine yer vererek düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bulmamıştır.

Kanunun ve Anayasa Mahkemesi’nin gerekçelerinde açıkça görüleceği gibi mülkiyetin “zamanötesi” niteliği gözardı edilerek idarenin hukuka aykırı eylemi nedeniyle yüksek bedele katlanmaması amaçlanmaktadır. Halbuki bu anlayış Anayasa Mahkemesi’nin,  2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun mülga 38. Maddesini iptal gerekçesinde yer alan “…hukukun evrensel ilkelerine saygı duymak hukuk devleti olmanın gereğidir. Hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının zamanötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır.” ifadesiyle çelişir niteliktedir.

Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu ise ,karşı oy yazısında “kamu yararının gerekleri ile kişinin temel hakları arasında adil bir denge kurulabilmesi amacıyla benimsenen gerçek karşılığın ödenmesi ilkesinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır” görüşüne yer verdikten sonra,“…kamu otoritesinin zamanında hukuki bir yol olan kamulaştırma yapması halinde malikin, eşdeğer bir taşınmaz alması olanaklı iken yıllar sonra taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınarak değer tespiti yapılması durumunda, bu imkândan yoksun bırakılarak zarara uğratılması, yalnız mülkiyet hakkını ihlâl etmekle kalmamakta, hakkaniyete uygun adil bir hukuk düzeninin kurulması ve korunmasını içeren hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.” sonucuna varmıştır.

Zamanaşımına uğramayan bir hakkın,  zilyedi dahi olmadığı bir döneme ait nitelikleriyle değerlendirilmesi mümkün değildir. Ayrıca el atma son bulmadığı gibi, dava açılmakla birlikte dahi devam etmektedir. Dolayısıyla hâlâ  mülkiyet hakkını koruyan malikin, bu hakkın tazminine ilişkin tespitte, kendi rızası dışında ve kanuni dayanaktan yoksun bir el atma tarihindeki niteliklerin esas alınması mülkiyet hakkının “zamanötesi” niteliği ile çelişmektedir.

B. YARGITAY UYGULAMALARI AÇISINDAN DEĞERLENDİRME
Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nun 24.01.2014 tarihli kararı gereğince, kamulaştırma hukukundan kaynaklanan davalarda, iş bölümü olarak 5. ve 18. Hukuk Daireleri illere göre görevlendirilmiştir. Bu dağılımda başkaca bir esas belirlenmemiş olup gerek kamulaştırma, gerekse kamulaştırmasız el atma davalarında her iki daire de görev yapmaktadır. Hal böyle olunca, benzer konularda vermiş olduğu kararların karşılaştırılması yapılmakta ve aralarındaki farklar hukuki “belirlilik” ve “istikrar” ilkesi açısından kıyaslanmaktadır.

Konumuz açısından 1956-1983 yılları arasında yapılan kamulaştırmasız el atma davalarında taşınmaz için belirlenecek tazminatın tespitinde taşınmazın hangi tarihteki niteliklerinin esas alınacağı konusundaki iki daire içtihatları arasında taban tabana zıt kararlar verilmektedir.

a. Yargıtay 5. Hukuk Dairesi’nin Benimsediği Görüş
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, kamulaştırmasız el atma davalarında asıl ihtisas dairesi olarak uzun yıllar görev yapmıştır. Bu nedenle yıllara sirayet eden uzmanlık bilgisi, özellikle kamulaştırmasız el atma davalarındaki içtihatları yol gösterici olarak kabul edilmektedir.

İlgili dairenin konuya bakış açısında kanun öncesinden sonrada herhangi bir değişiklik bulunmamaktadır. Daire istikrarlı bir biçimde, kamulaştırmasız el atma davalarında taşınmazın bedelini dava tarihi nitelikleriyle değerlendirmektedir. Örneğin; Dairenin, 2013/17218E. , 2013/18107K. sayılı ve 01.11.2013 yeni tarihli kararında “Mahallinde yapılan keşif sonucu, taşınmazların dava tarihindeki değerinin biçilmesinde ve alınan rapor uyarınca bedelinin tahsiline karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.” ifadeleriyle tercihini açıkça göstermiştir.

b. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin Benimsediği Görüş
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, Yargıtay iş bölümü esasına göre uzun yıllar kamulaştırma bedeli ve tespiti davalarında görev yapmış kısa bir süre önce kamulaştırmasız el atma davalarında görev yapmaya başlamıştır.

Bu nedenle, kamulaştırmasız el atma davalarına ilişkin içtihatları çok yeni olmakla birlikte, konumuz açısından, 5. Hukuk Dairesi ile ilgili temel farklılığı gösterecek kararlara imza atmıştır.  Konuyla ilgili kararlarındaki matbu nitelikteki ifadelere örnek olarak 27.02.2014 tarih 2014/115E. , 2014/3526K sayılı kararını gösterebiliriz. Anılan kararda “2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun Geçici 6.maddesi uyarınca 04.11.1983 tarihinden önce fiilen el atılan taşınmazlarla ilgili bedel talep edilmesi halinde el atma tarihindeki nitelikleri esas alınarak değeri tespit edilmelidir. Dava konusu taşınmaza yol alarak 15.08.1971 tarihinde el atıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre öncelikle el atma tarihi itibariyle dava konusu taşınmazın imar planı içinde olup olmadığı, imar planı içinde ise ilk olarak imara alınış tarihi, ölçeği ve türü (nazım-uygulama) ,belediye ve diğer altyapı hizmetlerinden (yol, su, elektrik, çöp toplama, kanalizasyon, aydınlatma gibi)yararlanma durumu, etrafının meskun bulunup bulunmadığı, nazım imar planı içinde ise bu plandaki konumu, hangi amaçla plan kapsamına alındığı,  yerleşim merkezine uzaklığı, belediye sınırları içinde bulunup bulunmadığı, beldenin gelişme yönünde olup olmadığı ilgili belediye başkanlığından sorularak taşınmazın niteliği(arsa-arazi)tespit edilerek sonucuna göre bir değerlendirme yapılması gerekir.”   hükmü ile kanunun amacına yaklaşır ve fakat mülkiyet hakkını ve AİHM kararlarını gözardı eden bir anlayışı benimsemiştir.

C. AİHM VE YARGITAY KARARLARI ÇERÇEVESİNDE DÜZENLEMENİN İÇERDİĞİ GÜNCEL SORUNLAR
Kamulaştırma Kanunun Geçici 6. Maddesi gerekçesinde kamulaştırmasız el konulan taşınmazların bedelleri, devletin ekonomik gücünün mecburi kıldığı bir takım şartlara bağlanması savunulmuştur. Kanunun, komisyona sunulan hükümet taslağındaki gerekçesindeki ifadesiyle “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddialarına yer vermiş ve bu nedenle düzenlemenin genelinde evrensel mülkiyet hukuku ilkeleriyle bağdaşmayan tedbirler almaya çalışmıştır. Bu gerekçeler hukuki bir gerekçe olamayacağı gibi, Roma hukukundan gelen “hiç kimse kendi kusuruna dayanarak hak iddia edemez” temel ilkesine de aykırıdır.

Düzenlemenin kamulaştırmasız el atma nedeniyle ödenecek tazminatları düşürmek için getirdiği tedbirlerin başında da makalemizin konusunu oluşturan değerleme tarihi alınmaktadır.  Düzenleme ve içtihatlar bu haliyle birçok sorunu içinde barındırmaktadır. Fakat söz konusu düzenleme AİHM kararlarında daha önce tartışılmış ve sözleşmeye taraf olan devlet aleyhine hüküm kurulmuştur.

Pressos Compania Naviera SA Belçika’ya karşı davasında Belçika karasularında gemileri çarpışan bir grup gemi sahibi, uğradıkları zarar nedeniyle devletin sorumluluğunda bulunan kılavuzların ihmallerinden dolayı mahkemeye başvurmuşlardır. Devlet bunun akabinde bu tür zararlar için tazminat hakkını kaldıran mevzuatı kabul etmiş ve böylece geriye dönük olarak gemi sahiplerinin taleplerini bertaraf etmiştir.

Mahkeme, mülkiyetin (bu davada tazminat talepleri) tazminat ödenmeksizin alınmasının sadece belirli koşullar altında haklı gösterilebileceğinin altını çizmiştir. Mahkeme bu davada başvurucuları tazminattan mahrum bırakan geriye yürürlüğü bulunan bir mevzuatın amaç ve neticelerinin adil denge ilkesiyle bağdaşmadığı ve dolayısıyla 1 No’lu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlali anlamına geldiğine hükmetmiştir.

Bu nedenle yasa da sorunların düğümlendiği konuların ve yorumlanmasına ihtiyaç duyulan ifadelerin  daha net tespit edilmesi gerekmektedir.

a. El atma tarihinden ne anlaşılmalıdır?
Birinci sorun, kanundaki ifadesiyle “el atma tarihini”  haksız fiilin gerçekleştiği ilk an olarak belirlemek ve ona göre bedel tespiti yapmanın kanunun ancak gerekçesi ile incelendiğinde mümkün olmasıdır. Hâlbuki idarenin eylemi devam etmektedir. Yukarıda tanımlandığı gibi, kamulaştırmasız el atma, idarenin haksız fiilidir ve o hükümlere göre değerlendirilmelidir. Burada sorun, haksız fiilin hangi anda işlendiği noktasında düğümlenmektedir. Bu aşamada haksız fiilin “sonuç” unsurunun üzerinde durulması gerekir. Hareket ve sonuç, haksız fiil bütününü oluşturan kurucu unsurlar olup sonucu meydana gelmemiş harekete bir hüküm tertip olunamaz. Dolayısıyla, devam eden el atma olduğu sürece, el atma tarihini de en iyi ihtimalle dava tarihi olarak değerlendirmek kanunun lâfzî olarak hukuki ve dayanağı olan bir çözümüdür. Aksini düşünmek, kanunun gerekçesini amaçsal yorum aracı olmaktan çıkarıp madde metnine eş bir noktaya getirecektir.

b. El Atma Tarihinin güncellenmesi Sorunu
Yukarıda bahsedildiği şekliyle kanunun amacı “el atma tarihi” idarenin haksız fiiline başladığı, yani taşınmaza ilk el atıldığı tarih olarak uygulanmasıdır. Dolayısıyla kamulaştırmasız bir biçimde el atılan taşınmaz ilk el atıldığı tarihteki nitelikleri ile değerlendirilecektir. Buradan çıkan sonuç, taşınmazın bedeli, eğer taşınmaz ilk el atma tarihinde tarla vasfındaysa “gelir metodu” yöntemiyle, arsa vasfında ise “emsal karşılaştırılması” yoluyla tespit edilecektir.

Bu yöntem, kanunun gerekçesindeki ifadesiyle “adil” değildir. Kanunun hedeflediği 1956-1983 yıllarını düşündüğümüzde şu anda çok değerli halde bulunan arsa vasfındaki taşınmazlar için tarla değerlendirilmesi yapılacaktır. Kanun maddesi, bu hesaplama sonrasında hesaplanan bedelin nasıl güncelleneceğine ilişkin bir yöntem de sunmamıştır. Buna ilişkin ipucunu da yine kanunun gerekçesinde “el koyma tarihinden itibaren her yıl için gerçekleşen yıllık enflasyon oranında ilâvede bulunulması” ifadesiyle görüyoruz, fakat bu gerekçe kanunun amacıyla çelişir niteliktedir. Eğer taşınmazın bedeli ilk el atma tarihindeki nitelikleriyle ve buna karşılık dava tarihindeki verilerle hesaplanacaksa, ülkemizin yaşadığı spekülasyonlu, finansal krizli dönemleri de dikkate aldığımızda, taşınmazın şu anki niteliğindeki değerinden bile yüksek bedellerin çıkma olasılığı yüksektir. Bununla birlikte eğer taşınmaz ilk el atıldığı tarihteki verilerle hesaplanacak ve yine ona göre bir enflasyon güncellemesi yapılacaksa, malik aleyhine ve idare lehine meşru görülemeyecek bir orantısızlık çıkacağı muhakkaktır.

c. Düzenlemenin Sadece 1956-1983 Yıllarındaki Kamulaştırmasız El Atmaları Kapsaması Sorunu
Kamulaştırma Kanunu’nun Geçici 6. maddesi mülga 6830 sayılı Kanunun yürürlükte olan döneme ilişkin bir düzenleme getirmektedir. Dolayısıyla kamulaştırmasız el atma tazminat taleplerinde dikkate alınacak “el atma tarihi” sorunu bu tarih aralığında el atılan taşınmazlar için önem teşkil ediyor. Fakat bu ayrım, maliki, sadece daha eski tarihli haksız fiil mağduru olmasından öte gerekçelendirilemeyen “ferdi ve aşırı bir külfetle” karşı karşıya bırakılmaktadır. Bu durum Anayasa’nın 10. maddesinde “Eşitlik” kenar başlığı ile somutlaşan eşitlik ilkesiyle bağdaşmayacağı gibi, AİHS’nin 14. Maddesinde gösterilen “ayrımcılık yasağı”na da aykırıdır.

Ayrımcılık yasağı, AİHS’nin düzenlediği en temel haklardan biridir. Sözleşmede güvence altına alınmış başka bir hakla birlikte ileri sürülmesi zorunluluğu bulunmaktadır.

AİHM, mülkiyet temeline dayanan Chassagnou ve diğerleri Fransa’ya karşı ayrımcılık davasında 20 hektardan daha küçük arazi sahiplerinin avlanma haklarının avcılık derneklerine verilmesini öngören bir yasa uygulanmıştır. Bu tür arazi sahibi olan başvurucular mülklerinin ölçüsü nedeniyle ayrımcılık mağduru olduklarını ileri sürmüşlerdir. Mahkeme uygulanan yasa nedeniyle sadece büyük arazi sahipleri arazilerini diledikleri şekilde kullanma hakkına sahiptir ve bu durum başvurucuları ve diğer küçük arazi sahiplerini 1 No’lu Ek Protokolün 1. maddesi ile bağlantılı olarak 14. maddenin ihlali anlamına gelen ayrımcı bir durum sonucuna varmıştır.

Söz konusu kararda da açıkça görüleceği üzere malikler arasında taşınmazın niteliği ya da başka bir özelliği, idarenin taşınmaz malikleri açısından farklı bir uygulamaya tabi tutulmasının gerekçesi olamaz.

SONUÇ

1956-1983 yılları arasında yapılan kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan davalarda tazminat miktarını belirleyen “ taşınmazın el atma tarihindeki nitelikleri” temel ölçüt, AİHM kararları ışığında kabul edilemez bulunmaktadır. Bu nedenle yargı kararlarında da farklı içtihatlara neden olan bu ölçüt, AİHS ve evrensel mülkiyet hukuku prensipleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir.

Uygulamada yargı yerlerinin Anayasanın 90/5 maddesindeki “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” amir hükmü  dikkate alınarak karar verilmesi, birey-devlet menfaat dengesinde adil bir çözüm şansı sunacaktır.

 

Kamulaştırmasız El Atma Yoluyla Mülkiyet Hakkının Yok Edilmesi

Kamulaştırmasız El Atma Yoluyla Mülkiyet Hakkının Yok Edilmesi

07 Şub Çarşamba
12:04

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kat İrtifakı Ve Kat Mülkiyetinin Kurulması

Kat İrtifakı Ve Kat Mülkiyetinin Kurulması

07 Şub Çarşamba
12:05

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinin Sona Ermesi

Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmelerinin Sona Ermesi

07 Şub Çarşamba
12:05

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kat Mülkiyeti Kanunu Kapsamında Aidat Borcu

Kat Mülkiyeti Kanunu Kapsamında Aidat Borcu

07 Şub Çarşamba
12:06

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kat Mülkiyetinde Ortak Yerler

Kat Mülkiyetinde Ortak Yerler

07 Şub Çarşamba
12:49

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında Arsa Payı Problemi

Kentsel Dönüşüm Uygulamalarında Arsa Payı Problemi

07 Şub Çarşamba
12:50

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kentsel Dönüşüm

Kentsel Dönüşüm

07 Şub Çarşamba
12:51

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kira Sözleşmelerinde Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar

Kira Sözleşmelerinde Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar

07 Şub Çarşamba
12:51

AV. MURAT TEZCAN: KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA YOLUYLA MÜLKİYET HAKKININ YOK EDİLMESİ


Kamuoyunda alkol düzenlemesi olarak bilinen ve 24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6487 sayılı torba yasada yer alan 21. Madde,  kamulaştırma hukukunda temel düzenlemeler getirmiştir. Buna göre anılan yasa yürürlükteki 2942 sayılı kamulaştırma kanununun geçici 6.maddesinin tümünü yeniden düzenlemiş ancak yeni düzenlemeler ilk bakışta anlaşılacak bir sistematikle yapılmaması nedeniyle neredeyse her satır ve ibarenin tek tek incelenmesi gerekmiştir.

2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. Maddesinin başlığı, “kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazmin” iken yeni düzenlemeyle “kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” haline getirilmiştir. Madde eski haliyle kamulaştırmasız el koyma nedeniyle malikin tazminat hakkını düzenlerken yeni halinde malikin uğradığı zarar haksız fiil sonucu tazminat kavramından çıkarılmış ve malik ile kamu gücü arasında, sanki iki eşit süje imiş gibi pazarlığa dönüştürülmüş ve yalnızca bedel tespiti ile sınırlandırılmıştır.  Bedel tespiti eylemi de her aşamasında ve bedelin ödenmesinde malikin tartışma hakkını ortadan kaldıran, kamu otoritesinin hâkim olduğu bir düzenlemeye dönüştürmüştür. Madde metnindeki tüm değişiklikler de bu anlayış ve yaklaşımı pekiştirmeye  “sağlamlaştırmalara” dönüşmüştür.

MADDE METNİNDE YAPILAN DEĞİŞKİLİKLER:

  1. 1. Maddenin birinci fıkrasına “Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.”Şeklinde bir cümle eklenmiştir.
  2. 2. Maddenin ikinci fıkrasının ilk cümlesinde, “tazminat müracaatı üzerine ” ifadesi  “idarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine” şeklinde değiştirilmiştir.
  3. 3. Maddenin üçüncü fıkrası “Uzlaşma; nakdi ödeme, idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle yapılabilir.”  Şeklindeki ifade “Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.” Şeklinde değiştirilmiştir.
  4. 4. Maddenin altıncı fıkrasının ilk cümlesi, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir.”   Olan ifade, “İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir.”şeklinde değiştirilmiştir.
  5. 5. “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekâlet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” cümlesi maddeye yedinci fıkra olarak eklenmiştir.
  6. 6. Maddenin, düzenlemeden önce yedinci fıkrasına “… , belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yıllık bütçelerinde pay ayrılır.” Cümlesi eklenmiştir.
  7. 7. Maddenin, düzenlemeden önce dokuzuncu fıkrasına  “…Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı imar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” Şeklinde üçüncü bir cümle eklenmiştir.
  8. 8. Bunların yanı sıra söz konusu maddeye;

“24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.

4.11.1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekâlet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.”

İfadeleriyle,   tümüyle yeni iki yeni fıkra eklenmiştir.

DEĞİŞİKİLİKLERİN GETİRDİKLERİ:

  1. A. Dava Şartı Olarak Uzlaşma:

09.10.1956 tarihi ile 04.11.1983 tarihleri arasında fiilen kamu hizmetine tahsis edilmiş yani kamulaştırmasız el atma yoluyla, idare tarafından fiili hakimiyet kurulmuş tasarruflar için öncelikle uzlaşma zorunluluğu getirilmiştir. Her ne kadar değişiklikten önce de uzlaşma yolunun gidilmesi esas olarak kabul edilse de bir dava şartı olarak görülmüyordu.

Nitekim uygulamada Yargıtay 5. H.D. 2011/17065E, 2012/4278K. Nolu kararında, “5999 sayılı Yasa uyarınca uzlaşma esas ise de; taraflar arasında uzlaşma olamayacağı anlaşıldığından, dava konusu taşınmaz imar planı içine alınıp, kanal üzerinden de yol geçirilmek suretiyle el atıldığı anlaşıldığından, mahkemece sorumlu idare belirlendikten ve davaya dâhil edildikten sonra işin esasına girilerek hüküm kurulması gerekir.”ifadeleriyle bir dava şartı olarak görmediğini açıkça belirlemiştir.

Benzer uygulamalar nedeniyle, yasa koyucu, uzlaşma prosedürünü, dava şartı olarak açıkça belirleme ihtiyacı hissetmiştir. Burada sözü edilen dava şartından maksat, davanın esastan görülüp karara bağlanabilmesi için, varlığı ya da yokluğu hâkim tarafından davanın her aşamasında kendiliğinden gözetilen ve taraflarca da noksanlığı davanın her aşamasında ileri sürülebilen hallerdir. HMK 114. Maddesindeki dava şartlarına ek olarak getirmiştir. Hâlbuki Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6 maddenin birinci fıkrasında “, “Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.”  ifadesiyle makul sürede adalete erişimin sağlanması ilkesi, madde metninde yer alan 3’er ve 6’şar aylık süreler de dikkate alındığında göz ardı edilmektedir.

Ayrıca diğer kamulaştırmasız el atma davarlarında ön görülmeyen uzlaştırma sürecinin özel olarak, bahsi geçen tarihlerde el atılan taşınmazlar için uygulanması, mülkiyet hakkının  “ zaman ötesi” niteliği ve Anayasa’nın eşitlik ilkesiyle bağdaşmamaktadır.

  1. B. İdarenin ve Malikin Müracaatı:

Daha önce sadece taşınmaz malikinin tazminat müracaatını düzenleyen madde, dava sürecine girilmeden idarenin de öncelik alarak, uzlaşma görüşmelerine davet imkanı sağlamaktadır. Uygulama da idarenin kendisine başvurulmadan söz konusu daveti gerçekleştirmesi çok kolay görünmese de maddeyle idareye yetki verilmesi olumlu bir gelişmedir. Kaldı ki idarelerin kamulaştırmasız el atma yönündeki müracaatları dahi tepkisel olarak reddetme yönündeki alışkanlıklarını değiştireceği varsayımı ile yapılan bir değişikliktir.

  1. C. Uzlaşma Görüşmelerinde İzlenecek Usul:

 Yapılan değişiklikle uzlaşma sürecinde idare tarafından, taşınmaz malikine yapılacak teklif sıralaması tümüyle değiştirilmiş, idareye tanınan yetki bağlı yetki haline getirilmiştir. Daha önce uzlaşma aşamasında nakdi ödeme, trampa, idareye ait sınırlı ayni hak tanınması veya imar hakkı tanınması şeklinde tanımlanan takdir yetkisi kaldırılmış öncelik sonralık ilişkisi kurulmuştur. Nakdi ödeme diğer tüm olasılıkların mümkün olmaması durumunda önerilebilecektir. Hâlbuki Anayasa’nın 46. Maddesinde kamulaştırma hukukunun temel ilkeleri belirlenirken kamulaştırma bedellerinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı getirmektedir. Yapılan değişiklik istisnayı kural haline getirmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 18.03.1963 tarih ve 1963/10E., 1963/61K sayılı kararında “Anayasa’nın kişilere sağladığı hakların en önemlilerinden biriside mülkiyet hakkıdır. Bu hakkın sınırlanması veya ortadan kaldırılması ancak kamu yararının gerektirdiği hallerde caizdir. Anayasa’nın 38 inci maddesi, bu esası koymuş ve kamu yararının gerektirdiği hallerde de, gerçek karşılıkları peşin ödenmek şartiyle kişilerin taşınmaz mallarının, kamulaştırılmasını kabul etmiştir. Bu konuda en önemli unsur, (Gerçek karşılığın peşin ödenmesi) dir. (Gerçek karşılık) deyimi, kamulaştırma günündeki serbest alım satımla beliren tam değeri ifade eder.” Görüşüne yer vermiştir. Eski tarihli bir karar olmasına karşın mevcut düzenlemenin çok ilerisinde modern mülkiyet hakkını vurgulamaktadır.

  1. D. Dava Çeşidi  Olarak Kamulaştırmasız El Atma:

a. Kamulaştırmasız El Atma Davalarının Gerekçesi:

5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6’ncı maddenin gerekçesinde; “…Anayasada dayanağı bulunmayan ve HAKSIZ FİİL olarak da nitelendirilen kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır” ifadesi yer almaktadır. Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği üzere kamulaştırmasız el atmalar “haksız fiil” niteliğinde bir eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme imkânı hukukun genel prensiplerindendir.

b.Dava Çeşidi olarak Değerlendirilmesi:

Yapılan düzenlemede, fiili yol olarak görülen kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle açılacak davalarda “sadece tazminat” talebinde bulunulacağı yönündeki ibare, Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli kararıyla iptal edilmiştir.  Yüce mahkemenin iptal gerekçesinde “Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar.

Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.” İfadelerine yer verilmiştir.

Yapılan yeni düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçelerini görmezden gelerek, daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti davası haline getirmiştir.

Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar, tipik birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. Madde, eda davasını “ eda davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkum edilmesi talep edilir.”  şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri misil talepleri türündedir. Söz konusu madde değişikliği bu taleplerin sadece, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanun’un 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davasına dönüştürmüştür. Ayrıca kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir.

Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp, maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır.

Madde metninin tümü de dikkate alındığında, açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin “bütçe imkânları” doğrultusunda herhangi bir süreye bağlanmayan taksitler şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu davaların, kamulaştırma kanunun 10. Maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte olduğunu gösterir niteliktedir.

  1. E. Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Harçlar ve Vekalet Ücreti:

Tümüyle yeni eklenen fıkra, kamulaştırmasız el atma davalarını, yukarıda açıklanan gerekçelerle yanlış bir biçimde tasnifleyerek, tespit davası haline dönüştürüp, eda davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmektedir. Avukatlık Asgari Ücret tarifesinin üçüncü kısmının üst başlığı, “yargı yerleri ile icra iflas dairelerinde yapılan ve konusu para olan veya para ile değerlendirilebilen hukuki yardımlara ödenecek ücret” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda açıkça göstermektedir ki, haksız fiil niteliği taşıyan kamulaştırmasız el atma davaları çoğu kez tazminat davası şeklinde devam etmektedir.Söz konusu tazminat davalarında, yukarıda da açıklandığı üzere, mahkemeler kamulaştırmasız el atma olgusunun varlığının tespitinden sonra ödenecek tazminatı belirlemektedir. Maddi olayın belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davlarından ayırarak tespit davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini o şekilde tespit ettirmek hatalı bir yaklaşımdır. Mahkemelerde söz konusu davalarda tazminat hükmü kurarken, asgari ücret tarifesinden ayrılarak neden ayrı bir düzenlemeye gidileceği konusu belirsizliğini korumaktadır.İdarenin işlediği bir “haksız fiil”in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan “Kanuni İdare” ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.  Öte yandan, söz konusu düzenleme Anayasa’nın 48. Maddesinde yer alan “Sözleşme Hürriyeti”ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki;Avukat ile takip edilecek dava için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret sözleşmesi akdedilir. Herhangi bir şekil şartına tabi olmayan bu sözleşmedeki avukatlık ücretinin, Avukatlık Kanunu’nun 168. Maddesine dayanılarak Türkiye Barolar Birliği tarafından çıkarılan ilgili yönetmelikte yer alan ücret tarifesindeki miktarın altında olamayacağı hüküm altına alınmıştır.Taraflar arasında kamulaştırmasız el atma davalarının takibi karşılığında belirlenecek ücretin, dava sonucunda, HMK 441. Maddede yargılama gideri olarak hükmedilecek olan ve kabul red oranına göre belirlenecek olan ücretten ibaret olması mümkündür. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak, Anayasa’nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Madde metininde, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden ödenecek tazminat bedellerinin idarelerin kendi bütçelerinde ayrılacak paylar için düzenleme getirmektedir.

  1. F. Kamulaştırmasız El Atma Tazminatlarının Ödenme Usulü:

Yapılan düzenlemeye göre belediye ve il özel idareleri için, bütçe gelirlerinin yüzde ikisi, diğer idareler içinse bütçe giderlerinin yüzde ikisi, yapılacak tazminat ödemelerinde kullanılacaktır. Bu bütçelerin kesinleşmiş alacakları karşılamadığı ölçüde, söz konusu idareler gelecek yıllara etki edecek şekilde taksitlendirme yapabilecektir. Söz konusu taksitlendirmelerde, taksit süresince kanuni faiz ödenecektir. Hâlbuki Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddesinde, kamulaştırmada taksitlendirme yapılması durumunda, taksitlere uygulanacak faiz oranının kamu alacaklarına uygulanacak en yüksek faiz uygulanması kuralının dışına çıkarmıştır.

Kamu Alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin, kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı fedakarlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması , mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur. Ayrıca, böyle bir halde, adil dengeden de söz etmek mümkün değildir.

Madde gerekçesinde yer alan “kamulaştırmasız el koyma bedelleri ödendiği takdirde, devlet kamu kurum ve kuruluşları batar, 20-30 yıl tek çivi çakamaz, bu süre içerisinde kamu hizmetleri aksar, bu toplumu felakete sürükler” iddiaları, hukuki gerekçe olamaz.

  1. G. Hukuki Kamulaştırmasız El Atmada Görevli Mahkeme ve Kanunun Derdest Davalara Etkisi:

a.İmar Uygulamalarından Kaynaklı Hukuki Kamulaştırmasız El Atma Olgusuna İlişkin Yapılan Düzenleme.

Maddeye eklenen ilk cümle ile hali hazırda yargı içtihatlarıyla uygulama alanı bulan, hukuki kamulaştırmasız el atmaya yasal zemin oluşturmak amacıyla tesis edilmiştir. Ayrıca adli ve idari yargı kolları arasındaki göreve ilişkin kargaşayı sonlandırma arzusu taşımaktadır. Madde metinindeki ifadesiyle “uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar” , doktrinde hukuki kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmaktadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve 2010/5-662E. , 2010/652K. sayılı kararıyla, doktrinde uzun zamandan beri kabul gören hukuki kamulaştırmasız el atma, yargı içtihatlarına da girmiş oldu. Adı geçen karara göre “Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.

Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.

Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.

Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.

Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.” gerekçelerine yer verilmiştir. Fakat süre gelen zamanda bunun idari yargı konusu olduğu yönündeki tartışmalar son bulmamış ve konu Uyuşmazlık Mahkemesi’ne taşınmıştır. Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 09.04.2012 tarih ve 2012/41E. , 2012/77K sayılı kararında, “3194 sayılı İmar Kanunu’nun arazi ve arsa düzenlenmesine ilişkin 18. maddesinin uygulamasından kaynaklanan ve imar planı ile buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan uyuşmazlığın, 2577 sayılı Kanun’un 2/1-b maddesinde yer alan idari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan zarar görenler tarafından açılan tam yargı davaları kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”ifadelerine yer vererek nihai kararını oluşturmuştur. Getirilen düzenleme Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görüşünü benimsemiş ve konuyla ilgili düalist bir yapı oluşmasına neden olmuştur.

b.Maddenin Derdest Davalara da Uygulanacağına İlişkin Düzenleme:

Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa’nın bütününe egemen olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla; “vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır.” Hukuk devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve eylemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.Anayasa Mahkemesi birçok kararında “hukuki güvenlik ilkesi”nin hukuk devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 08.10.2003 tarih, 2003/67E. 2003/88K sayılı kararında “Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa’nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa’ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.”   ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde “hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci” öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.

Fakat söz konusu değişiklikler hem yasa maddelerin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü getirmiştir.

G04.11.1983 Tarihinden Sonra Yapılacak Kamulaştırmasız El Atmalarda Uygulanacak Usul.

Madde metnine getirilen yeni eklenen iki yeni fıkra mülkiyet hakkını tümüyle hiçe sayan yepyeni bir anlayış getirmektedir. Yapılan değişiklikle birlikte 04.11.1983 tarihinden sonra yapılan kamulaştırmasız el atmalar için ödenecek kamulaştırma bedelleri yukarıda açıkladığımız şekilde, idarelerin bütçelerinden ayırdıkları %2 lik bir bölümden bütçeleri oranında, taksitler şeklinde ve sıraya konularak ödeme yapılacaktır. Mevcut düzenlemeye göre, herhangi bir idare, normal kamulaştırma süreçlerine ihtiyaç duymaksızın,  taşınmazlara fiili el atabilir ve daha sonra belirsiz miktarlarda belirsiz bir zaman diliminde, kamulaştırma tazminatı ödeyebilecektir.

SONUÇ: 

5999 sayılı kanunla birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla idarenin özel mülkiyete, hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı, mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. Maddesi,  Anayasanın 2, 35 ve 46. Maddeleri ve evrensel hukuk ilkeleri hiçe sayılarak devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür. Düzenlemenin bu şekilde korunması durumunda,  hali hazırda AİHM bekleyen dosya sayısını kabartacağı gibi sayısız hak ihlallerine neden olacaktır.

 

Kira Sözleşmelerinde Merak Edilen Sorular Ve Cevapları

Kira Sözleşmelerinde Merak Edilen Sorular Ve Cevapları

07 Şub Çarşamba
12:51

KİRA SÖZLEŞMELERİNDE MERAK EDİLEN SORULAR VE CEVAPLARI – AV. MURAT TEZCAN – AV. ESRA EYLÜL SULUKAN


Mal Sahibi Açısından (Kiralayan + Edinen)

  1. İçinde kiracısı olan bir konutu satın aldığı zaman, mal sahibinin kiracıyı çıkarma hakkı var mı?

– TBK m. 310/1 uyarınca kiralananın devriyle birlikte yeni malik, kira sözleşmesinin tarafı durumuna gelmiştir. Dolayısıyla, kiraya veren sıfatına haiz olan yeni malikin genel hükümlere göre fesih hakkı bulunmaktadır. Kiraya ilişkin Türk Borçlar Kanunu’nun kira sözleşmesi için düzenlenmiş genel hükümlerine göre; kiracının temerrüdü, özenle kullanma ve komşulara saygı gösterme borcunun ihlali, taraflar için kira ilişkisi çekilmez bir hal alması ve kiracının iflası durumlarında kiraya verenin fesih hakkı bulunmaktadır.

Türk Borçlar Kanunu’nu 350. Maddesindeki düzenlemede tahliye sebepleri sayılmıştır; yeni malikin gereksinimi, inşa ve imar sebepleriyle kiracıyı açacağı tahliye davası ile konuttan çıkarma hakkı bulunmaktadır. Şöyle ki; yeni malik kiralananı kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için konut ya da işyeri gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu varsa veya kiralananın yeniden inşası veya imarı amacıyla esaslı onarımı, genişletilmesi ya da değiştirilmesi gerekli ve bu işler sırasında kiralananın kullanımı imkânsız ise belirli süreli sözleşmelerde sürenin sonunda belirsiz süreli sözleşmelerde kiraya ilişkin genel hükümlere göre fesih bildirimi süresine uyarak bir ay içerisinde tahliye davası açabilir. Tahliye davası sözleşmeyi sona erdirmesi sebebiyle bir yenilik doğurucu dava niteliğinde olmasının yanında tahliye hükmü nedeniyle de eda davası olarak karşımıza çıkar.

Kiracının konuttan çıkarılması sonucunda yeni malikin TBK’nun 355.maddesine göre yeniden kiralama yasağı bulunmaktadır. Yeni malik gereksinim sebebiyle kiracıyı konuttan çıkardığında Türk Borçlar Kanunu’nun 355/1 hükmü gereğince kiralananı haklı bir sebep olmaksızın üç yıl boyunca kiraya veremez. İnşa ve imar sebepleriyle kiracı konuttan çıkartılmışsa yine TBK 355/2 gereğince; eski hali ile, üç yıl geçmedikçe yeniden kiralanamaz. TBK m. 355/2 hükmü eski kiracıya kiralanan üzerinde öncelik hakkı vermiştir. Şöyle ki; kiraya veren, kiralananı bu üç yıl içerisinde tekrar kiraya vermek isterse eski kiracının öncelik hakkını yapacağı yazılı bildirim ile sonlandırması gerekir. Eski kiracı öncelikli kiralama hakkını yazılı bildirim kendisinde ulaştıktan bir ay içerisinde kullanması gerekmektedir. Aksi takdirde, yazılı bildirimin üzerinden bir aylık süre geçtikten sonra, bu hakkını kullanamaz.

  1. Kiracısı olan konutu alan mal sahibinin, kirayı değiştirme hakkı var mı? (Mevcut kira piyasa koşullarının gerisinde kaldı vs.)

– Yeni malik önceden yapılmış olan sözleşmenin tarafı sıfatına haizdir ve o sözleşmede kendisine düşen borçları yerine getirmelidir. Dolayısıyla, kira bedelindeki değişim ancak yenileme döneminde ve TBK m. 344’e göre tüketici fiyat endeksini aşmayacak oranda belirlenebilir.

Türk Borçlar Kanunu’nun 344. Maddesi gereği, taraflarca bir anlaşma yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra, yenilenen kira sözleşmelerinde ve bundan sonraki her beş yıl sonunda yeni kira yılında uygulanacak kira bedeli hâkim tarafından tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranı, emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun olarak belirlenir.

Türk Borçlar Kanunu’nun 345.maddesine göre, kira bedelinin tespiti için açılacak olan dava, yeni dönemin başlangıcından en geç otuz gün önceki bir tarihte açıldığı ya da kiraya veren tarafından bu süre içinde kira bedelinin artırılacağına ilişkin olarak kiracıya yazılı bildirimde bulunulmuş olması koşuluyla, izleyen yeni kira dönemi sonuna kadar açıldığı takdirde, mahkemece belirlenecek kira bedeli, bu yeni kira döneminin başlangıcından itibaren kiracıyı bağlar.

  1. Kiracı kirayı ödemiyor, tahliye etmiyor. Nasıl bir yol izlenebilir?

-TBK m. 352/2 gereği kiraya veren, kira bedeli ödenmediği için kiracıya aynı kira süresi içinde iki adet yazılı, haklı ihtarda bulunmuş ise kiraya veren kira süresinin bitiminden itibaren bir ay içinde tahliye davası açabilir. Tahliye davası, kira sözleşmesini sona erdirmesi sebebiyle yenilik doğurucu dava özelliği taşırken tahliye hükmü nedeniyle de eda davası niteliğindedir.

İcra İflas Kanunu 269 hükmü uyarınca kiralanan taşınmazın tahliyesi yoluyla icra takibi, ödenmeyen kira bedelleri için gündeme gelebilir. Takibe itiraz edilmez ise tahliye kararı verilir. Ancak ödenmeyen kira bedellerini kiracı öderse tahliyesi istenemez.

  1. Mevcut devam eden kira sözleşmesinde, kira düşük kaldı neler yapabilir mal sahibi?

– Kira bedeli, sözleşme serbestisi ilkesi gereği taraflarca serbestçe belirlenir. Fakat TBK zayıf olan tarafı korumak amacıyla bu özgürlüğe bazı sınırlamalar getirmiştir. Taraflar sözleşmede bir oran belirlemişse bu oran tüketici fiyat endeksinden yüksek olamaz. Taraflar oran belirlememişse hâkim hakkaniyete göre tüketici fiyat endeksini baz alarak kira bedelini belirler.

Bu durumda kira tespiti davası mal sahibi tarafından açılabilir. Kira tespiti davaları, mevcut bir kira sözleşmesi var ise açılması mümkündür. Bu dava taşınmazın bulunduğu yer, Sulh Hukuk Mahkemesi’nde açılan bir dava türüdür. Herhangi bir süreye tabi değildir. Fakat yeni döneme etki etmesi istenen kira tespiti davası, yeni dönemde 30 günlük süre içinde kira tespiti davası açılması gerekir. Açılacak bu tespit davasından önce mutlaka kiracıya ihtarda bulunulması gerekir. 30 gün içinde dava açılmadı ve ihtar da yapılmadıysa belirlenecek kira bedeli bir sonraki kira dönemine etki eder.

  1. Mal sahibinin, evinden kiracısını çıkarabilmesinin hukuki adımları nedir?

– Mal sahibinin kiracıyı evden çıkarabilmesi için kira sözleşmesinin genel hükümlere göre sona ermesinin dışında TBK m. 354 gereği 350-351-352’de belirtilen sebeplerle sınırlı olarak tahliye edilebilir. Tahliye davası için yetkili ve görevli mahkeme, taşınmazın bulunduğu yer, Sulh Hukuk Mahkemesi’dir.

Tahliye davasının açılmasını gerektiren sebepler:

  • Kiraya verenin kendisi, eşi ya da üst veya alt soyunun bir konuta ihtiyaç duyması
  • Kiralananın onarım nedeniyle kullanılması imkânsız hale gelmesi
  • Kira sözleşmesi sırasında kiralananın satılması nedeniyle yeni malikin kendisinin, eşinin, alt ya da üst soyunun ihtiyaç duyması
  • Kiracının belli bir tarih için tahliye taahhüdü vermesinin ardından bir ay geçmesine rağmen tahliye etmemesi

1 yıldan daha az süreli imzalanmış kira sözleşmelerinde kiraya veren kiracıya kira borcunu ödememesi sebebiyle 2 haklı ihtarda bulunmuş ise kiraya verenin tahliye davası açması için beklemesi gereken süre 1 aydır. 1 yıldan daha fazla süreli sözleşmelerde ise tahliye davasının açılması için 2 haklı ihtara ek olarak herhangi bir süre şartı aranmaz fakat kira yılının bitmesi beklenmelidir.

  1. Ev satışı öncesinde, satan kiralayan tahliye taahhüdü alabilir mi? 

– Tahliye taahhüdü, hangi tarihte tahliye edileceği belirtilmek üzere TBK m. 352/1 uyarınca kiraya verene karşı, kiracı tarafından bizzat veya yasal temsilcisi tarafından yazılı olarak, kira sözleşmesinin üzerinden makul bir süre geçmesi üzerine yapılır. Tahliye taahhüdü o anda kiraya veren kimse ona karşı yapılacağından satış öncesi, satan kiralayan tahliye taahhüdü alabilir fakat taahhüt yerine getirilmediğinde dava veya icra yoluyla tahliye mutlaka kiraya veren tarafından yapılmalıdır. Kiraya veren sıfatına haiz olmayan malikin dava hakkı yoktur. Yeni malik ancak eski malikin halefi sıfatıyla dava açabilir.

Kiracı Açısından

  1. Düzenli artırım ile kirasını ödeyen kiracıdan, sürekli artırım isteyen kiracı ne yapabilir?

– Kira bedeli, sözleşme serbestisi ilkesi gereği taraflarca serbestçe belirlenir. Fakat TBK zayıf olan tarafı korumak amacıyla bu özgürlüğe bazı sınırlamalar getirmiştir. Taraflar sözleşmede bir oran belirlemişse bu oran tüketici fiyat endeksinden yüksek olamaz. Taraflar oran belirlememişse hâkim hakkaniyete göre tüketici fiyat endeksini baz alarak kira bedelini belirler. Böyle bir durumda kiracının kira tespiti davası açması gündeme gelebilir veya sürekli artırım durumu, TBK m. 331 uyarınca kiracı için sözleşmenin sürdürülmesini çekilemez hale getiriyorsa fesih bildirim süresine uyulmak suretiyle fesih de mümkündür.

  1. Kontrat devam ederken, mal sahibi kiracının çıkmasını isterse kiracı ne yapabilir?

-TBK m. 347 hükmü gereği, kiraya veren kira süresinin bittiğine dayanarak kira sözleşmesini sonlandıramaz. Kira sözleşmesi, belirli bir süre için belirlenmişse ve sürenin bitiminden en az 15 gün öncesinde yazılı olarak bildirim yapılmamışsa kira sözleşmesi, aynı koşullar ile bir yıl daha uzar. Kiraya veren ancak on yılın sonunda hiçbir sebep göstermeksizin kira sözleşmesini sonlandırma hakkına sahiptir. Kanun koyucu, Türk Borçlar Kanunu’nda düzenlenen ve fesih hakkı veren haller dışında kiraya veren, yasal fesih bildirim süresine uysa bile sözleşmeyi feshetme hakkı bulunmamaktadır. Dolayısıyla, kiracı evden çıkmak zorunda değildir. Mal sahibinin çıkarma için haklı nedenleri bulunduğu durumlarda bu mümkündür. Bu nedenlerin başında kira bedelini ödeme borcunda kiracının temerrüde düşmesi gelir. Haklı sebep olmaksızın mal sahibi kiracının kontrat bitmeden çıkmasını isterse mal sahibinin bazı külfetlere katlanması gerekir. Şimdi oturulan ev için ödenmiş olan emlakçı komisyonu talep edilebilir. Çünkü çıkma nedeniyle yeni tutulacak ev için de komisyon ödenmesi gerekecek bunun dışında bulunan evin kirası hali hazırda oturulan yerdeki kira bedelinden daha yüksekse mevcut kira sözleşmesinin bitmesine kaç ay kaldıysa o aradaki kira farkı da talep edilebilir. Ayrıca taşınma için gerekecek nakliye ücreti de talep edilebilir. Taşınılan yer için elektrik, su, internet bağlatılmak zorunda kalınacaksa ve bunun için hem zaman hem para kaybı olacağından bunlar da talep edilebilir. Yine taşınılacak yerde temizlik, usta vs. ihtiyaçları varsa bunlara harcanacak ücretler de talep edilebilir. Bunların yanı sıra şu an oturulan yer iş yerine yakın olduğu için tercih edildi ise yeni bulunacak yer ve iş yer arası daha uzak olacaksa ve işe araçla gidiliyorsa km hesabı yaparak ve zaman farkı da göz önünde bulundurulduğunda aradaki fark talep edilebilir. Bu bedeller sözleşmede kalan süre kadar talep edilebilir. Mal sahibi bu ödemelere karşı çıkar, kabul etmezse onun yerleşim yerindeki Sulh Hukuk Mahkeme’sine dava açarak talepte bulunulabilir. Bu davada zamanaşımı 10 yıldır.

  1. Kontrat süresinden önce ayrılmak isterse (ister ilk kontrat yılı bitmeden ister yenilendikten sonraki sene içinde) ne yapması gerekir, sorumluluğu kontrat bitimine kadar mıdır?

-Kiracının erken tahliyesi mümkündür fakat TBK m. 325 gereği, sorumluluğu taşınmazın yeniden kiraya verilmesi için gereken makul süre içinde devam eder. Yani bu süre içinde kiracı, kira sözleşmesinden doğan borçlarını yerine getirmek zorundadır. Makul süre için Yargıtay’ın 6. Hukuk Dairesi’nin E. 2012/9698, K. 2013/518 sayılı kararında şu ifadeler yer almıştır: “…Davalı kiracı kiralananı sözleşme süresi bitmeden önce tahliye etmiştir. Kiralananın kiracı tarafından erken tahliyesi halinde kural olarak kiracı kira süresinin sonuna kadarki kira bedelinden sorumludur. Kiralayanın ise tahliye edilen taşınmazın yeniden kiraya verilmesi hususunda gayret göstererek zararın artmasını önlemesi için kendine düşen yükümlülüğü yerine getirmesi gerekir. Bu halde davacının zararı tahliye tarihinden kiralananın aynı koşullarla yeniden kiraya verilebileceği tarihe kadar boş kaldığı süreye ilişkin kira bedelinden ibaret olup mahkeme kiralananın aynı şartlar altında ne kadar zamanda kiraya verilebileceğini araştırmalı ve sonucuna göre hüküm tesis etmelidir. Mahkemece, keşfe katılan bilirkişi kurulundan bu konuda ek rapor alınması veya gerekirse mahallinde uzman bilirkişi marifetiyle yeniden keşif yapılarak kiralanan taşınmazın aynı şartlarla ne kadar zamanda kiraya verilebileceği konusunda bilirkişi raporu aldırılmak suretiyle, makul sürenin belirlenmesi gerekirken, eksik inceleme ile bilirkişiye başvurulmaksızın yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir…” Dolayısıyla, makul süre, durum ve koşullara göre farklılık gösterebilmektedir.

Süreden önce kiraya veren benzer sayılabilecek koşullarda başka bir kişiyle kira sözleşmesi yaptığı anda eski kiracının sorumluluğu sona erer. Tarafların erken tahliye nedeniyle anlaşma yapması mümkündür fakat anlaşma yapılamadıysa kiraya veren, erken tahliye nedeniyle kira kaybı alacağı için dava açma hakkına sahiptir. Bu dava da mahkemece yapılacak keşif ve bilirkişi raporu neticesinde muhtemel kiralama süresi ve buna bağlı olarak da kira alacağı tespit edilir. Tahliye için kiracının taşınmazı boşaltması tek başına yeterli değildir. Tam bir tahliye için anahtarın da kiraya verene uygun biçimde teslim edilmiş olması gerekir.

 

Kira Sözleşmesinin Kiraya Veren Açısından, Sözleşmenin Devamını Çekilmez Kılan Önemli Sebepler Nedeniyle Feshi

Kira Sözleşmesinin Kiraya Veren Açısından, Sözleşmenin Devamını Çekilmez Kılan Önemli Sebepler Nedeniyle Feshi

07 Şub Çarşamba
12:52

KİRA SÖZLEŞMELERİNDE MERAK EDİLEN SORULAR VE CEVAPLARI – AV. MURAT TEZCAN – AV. ESRA EYLÜL SULUKAN


Mal Sahibi Açısından (Kiralayan + Edinen)

  1. İçinde kiracısı olan bir konutu satın aldığı zaman, mal sahibinin kiracıyı çıkarma hakkı var mı?

– TBK m. 310/1 uyarınca kiralananın devriyle birlikte yeni malik, kira sözleşmesinin tarafı durumuna gelmiştir. Dolayısıyla, kiraya veren sıfatına haiz olan yeni malikin genel hükümlere göre fesih hakkı bulunmaktadır. Kiraya ilişkin Türk Borçlar Kanunu’nun kira sözleşmesi için düzenlenmiş genel hükümlerine göre; kiracının temerrüdü, özenle kullanma ve komşulara saygı gösterme borcunun ihlali, taraflar için kira ilişkisi çekilmez bir hal alması ve kiracının iflası durumlarında kiraya verenin fesih hakkı bulunmaktadır.

Türk Borçlar Kanunu’nu 350. Maddesindeki düzenlemede tahliye sebepleri sayılmıştır; yeni malikin gereksinimi, inşa ve imar sebepleriyle kiracıyı açacağı tahliye davası ile konuttan çıkarma hakkı bulunmaktadır. Şöyle ki; yeni malik kiralananı kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için konut ya da işyeri gereksinimi sebebiyle kullanma zorunluluğu varsa veya kiralananın yeniden inşası veya imarı amacıyla esaslı onarımı, genişletilmesi ya da değiştirilmesi gerekli ve bu işler sırasında kiralananın kullanımı imkânsız ise belirli süreli sözleşmelerde sürenin sonunda belirsiz süreli sözleşmelerde kiraya ilişkin genel hükümlere göre fesih bildirimi süresine uyarak bir ay içerisinde tahliye davası açabilir. Tahliye davası sözleşmeyi sona erdirmesi sebebiyle bir yenilik doğurucu dava niteliğinde olmasının yanında tahliye hükmü nedeniyle de eda davası olarak karşımıza çıkar.

Kiracının konuttan çıkarılması sonucunda yeni malikin TBK’nun 355.maddesine göre yeniden kiralama yasağı bulunmaktadır. Yeni malik gereksinim sebebiyle kiracıyı konuttan çıkardığında Türk Borçlar Kanunu’nun 355/1 hükmü gereğince kiralananı haklı bir sebep olmaksızın üç yıl boyunca kiraya veremez. İnşa ve imar sebepleriyle kiracı konuttan çıkartılmışsa yine TBK 355/2 gereğince; eski hali ile, üç yıl geçmedikçe yeniden kiralanamaz. TBK m. 355/2 hükmü eski kiracıya kiralanan üzerinde öncelik hakkı vermiştir. Şöyle ki; kiraya veren, kiralananı bu üç yıl içerisinde tekrar kiraya vermek isterse eski kiracının öncelik hakkını yapacağı yazılı bildirim ile sonlandırması gerekir. Eski kiracı öncelikli kiralama hakkını yazılı bildirim kendisinde ulaştıktan bir ay içerisinde kullanması gerekmektedir. Aksi takdirde, yazılı bildirimin üzerinden bir aylık süre geçtikten sonra, bu hakkını kullanamaz.

  1. Kiracısı olan konutu alan mal sahibinin, kirayı değiştirme hakkı var mı? (Mevcut kira piyasa koşullarının gerisinde kaldı vs.)

– Yeni malik önceden yapılmış olan sözleşmenin tarafı sıfatına haizdir ve o sözleşmede kendisine düşen borçları yerine getirmelidir. Dolayısıyla, kira bedelindeki değişim ancak yenileme döneminde ve TBK m. 344’e göre tüketici fiyat endeksini aşmayacak oranda belirlenebilir.

Türk Borçlar Kanunu’nun 344. Maddesi gereği, taraflarca bir anlaşma yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra, yenilenen kira sözleşmelerinde ve bundan sonraki her beş yıl sonunda yeni kira yılında uygulanacak kira bedeli hâkim tarafından tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranı, emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun olarak belirlenir.

Türk Borçlar Kanunu’nun 345.maddesine göre, kira bedelinin tespiti için açılacak olan dava, yeni dönemin başlangıcından en geç otuz gün önceki bir tarihte açıldığı ya da kiraya veren tarafından bu süre içinde kira bedelinin artırılacağına ilişkin olarak kiracıya yazılı bildirimde bulunulmuş olması koşuluyla, izleyen yeni kira dönemi sonuna kadar açıldığı takdirde, mahkemece belirlenecek kira bedeli, bu yeni kira döneminin başlangıcından itibaren kiracıyı bağlar.

  1. Kiracı kirayı ödemiyor, tahliye etmiyor. Nasıl bir yol izlenebilir?

-TBK m. 352/2 gereği kiraya veren, kira bedeli ödenmediği için kiracıya aynı kira süresi içinde iki adet yazılı, haklı ihtarda bulunmuş ise kiraya veren kira süresinin bitiminden itibaren bir ay içinde tahliye davası açabilir. Tahliye davası, kira sözleşmesini sona erdirmesi sebebiyle yenilik doğurucu dava özelliği taşırken tahliye hükmü nedeniyle de eda davası niteliğindedir.

İcra İflas Kanunu 269 hükmü uyarınca kiralanan taşınmazın tahliyesi yoluyla icra takibi, ödenmeyen kira bedelleri için gündeme gelebilir. Takibe itiraz edilmez ise tahliye kararı verilir. Ancak ödenmeyen kira bedellerini kiracı öderse tahliyesi istenemez.

  1. Mevcut devam eden kira sözleşmesinde, kira düşük kaldı neler yapabilir mal sahibi?

– Kira bedeli, sözleşme serbestisi ilkesi gereği taraflarca serbestçe belirlenir. Fakat TBK zayıf olan tarafı korumak amacıyla bu özgürlüğe bazı sınırlamalar getirmiştir. Taraflar sözleşmede bir oran belirlemişse bu oran tüketici fiyat endeksinden yüksek olamaz. Taraflar oran belirlememişse hâkim hakkaniyete göre tüketici fiyat endeksini baz alarak kira bedelini belirler.

Bu durumda kira tespiti davası mal sahibi tarafından açılabilir. Kira tespiti davaları, mevcut bir kira sözleşmesi var ise açılması mümkündür. Bu dava taşınmazın bulunduğu yer, Sulh Hukuk Mahkemesi’nde açılan bir dava türüdür. Herhangi bir süreye tabi değildir. Fakat yeni döneme etki etmesi istenen kira tespiti davası, yeni dönemde 30 günlük süre içinde kira tespiti davası açılması gerekir. Açılacak bu tespit davasından önce mutlaka kiracıya ihtarda bulunulması gerekir. 30 gün içinde dava açılmadı ve ihtar da yapılmadıysa belirlenecek kira bedeli bir sonraki kira dönemine etki eder.

  1. Mal sahibinin, evinden kiracısını çıkarabilmesinin hukuki adımları nedir?

– Mal sahibinin kiracıyı evden çıkarabilmesi için kira sözleşmesinin genel hükümlere göre sona ermesinin dışında TBK m. 354 gereği 350-351-352’de belirtilen sebeplerle sınırlı olarak tahliye edilebilir. Tahliye davası için yetkili ve görevli mahkeme, taşınmazın bulunduğu yer, Sulh Hukuk Mahkemesi’dir.

Tahliye davasının açılmasını gerektiren sebepler:

  • Kiraya verenin kendisi, eşi ya da üst veya alt soyunun bir konuta ihtiyaç duyması
  • Kiralananın onarım nedeniyle kullanılması imkânsız hale gelmesi
  • Kira sözleşmesi sırasında kiralananın satılması nedeniyle yeni malikin kendisinin, eşinin, alt ya da üst soyunun ihtiyaç duyması
  • Kiracının belli bir tarih için tahliye taahhüdü vermesinin ardından bir ay geçmesine rağmen tahliye etmemesi

1 yıldan daha az süreli imzalanmış kira sözleşmelerinde kiraya veren kiracıya kira borcunu ödememesi sebebiyle 2 haklı ihtarda bulunmuş ise kiraya verenin tahliye davası açması için beklemesi gereken süre 1 aydır. 1 yıldan daha fazla süreli sözleşmelerde ise tahliye davasının açılması için 2 haklı ihtara ek olarak herhangi bir süre şartı aranmaz fakat kira yılının bitmesi beklenmelidir.

  1. Ev satışı öncesinde, satan kiralayan tahliye taahhüdü alabilir mi? 

– Tahliye taahhüdü, hangi tarihte tahliye edileceği belirtilmek üzere TBK m. 352/1 uyarınca kiraya verene karşı, kiracı tarafından bizzat veya yasal temsilcisi tarafından yazılı olarak, kira sözleşmesinin üzerinden makul bir süre geçmesi üzerine yapılır. Tahliye taahhüdü o anda kiraya veren kimse ona karşı yapılacağından satış öncesi, satan kiralayan tahliye taahhüdü alabilir fakat taahhüt yerine getirilmediğinde dava veya icra yoluyla tahliye mutlaka kiraya veren tarafından yapılmalıdır. Kiraya veren sıfatına haiz olmayan malikin dava hakkı yoktur. Yeni malik ancak eski malikin halefi sıfatıyla dava açabilir.

Kiracı Açısından

  1. Düzenli artırım ile kirasını ödeyen kiracıdan, sürekli artırım isteyen kiracı ne yapabilir?

– Kira bedeli, sözleşme serbestisi ilkesi gereği taraflarca serbestçe belirlenir. Fakat TBK zayıf olan tarafı korumak amacıyla bu özgürlüğe bazı sınırlamalar getirmiştir. Taraflar sözleşmede bir oran belirlemişse bu oran tüketici fiyat endeksinden yüksek olamaz. Taraflar oran belirlememişse hâkim hakkaniyete göre tüketici fiyat endeksini baz alarak kira bedelini belirler. Böyle bir durumda kiracının kira tespiti davası açması gündeme gelebilir veya sürekli artırım durumu, TBK m. 331 uyarınca kiracı için sözleşmenin sürdürülmesini çekilemez hale getiriyorsa fesih bildirim süresine uyulmak suretiyle fesih de mümkündür.

  1. Kontrat devam ederken, mal sahibi kiracının çıkmasını isterse kiracı ne yapabilir?

-TBK m. 347 hükmü gereği, kiraya veren kira süresinin bittiğine dayanarak kira sözleşmesini sonlandıramaz. Kira sözleşmesi, belirli bir süre için belirlenmişse ve sürenin bitiminden en az 15 gün öncesinde yazılı olarak bildirim yapılmamışsa kira sözleşmesi, aynı koşullar ile bir yıl daha uzar. Kiraya veren ancak on yılın sonunda hiçbir sebep göstermeksizin kira sözleşmesini sonlandırma hakkına sahiptir. Kanun koyucu, Türk Borçlar Kanunu’nda düzenlenen ve fesih hakkı veren haller dışında kiraya veren, yasal fesih bildirim süresine uysa bile sözleşmeyi feshetme hakkı bulunmamaktadır. Dolayısıyla, kiracı evden çıkmak zorunda değildir. Mal sahibinin çıkarma için haklı nedenleri bulunduğu durumlarda bu mümkündür. Bu nedenlerin başında kira bedelini ödeme borcunda kiracının temerrüde düşmesi gelir. Haklı sebep olmaksızın mal sahibi kiracının kontrat bitmeden çıkmasını isterse mal sahibinin bazı külfetlere katlanması gerekir. Şimdi oturulan ev için ödenmiş olan emlakçı komisyonu talep edilebilir. Çünkü çıkma nedeniyle yeni tutulacak ev için de komisyon ödenmesi gerekecek bunun dışında bulunan evin kirası hali hazırda oturulan yerdeki kira bedelinden daha yüksekse mevcut kira sözleşmesinin bitmesine kaç ay kaldıysa o aradaki kira farkı da talep edilebilir. Ayrıca taşınma için gerekecek nakliye ücreti de talep edilebilir. Taşınılan yer için elektrik, su, internet bağlatılmak zorunda kalınacaksa ve bunun için hem zaman hem para kaybı olacağından bunlar da talep edilebilir. Yine taşınılacak yerde temizlik, usta vs. ihtiyaçları varsa bunlara harcanacak ücretler de talep edilebilir. Bunların yanı sıra şu an oturulan yer iş yerine yakın olduğu için tercih edildi ise yeni bulunacak yer ve iş yer arası daha uzak olacaksa ve işe araçla gidiliyorsa km hesabı yaparak ve zaman farkı da göz önünde bulundurulduğunda aradaki fark talep edilebilir. Bu bedeller sözleşmede kalan süre kadar talep edilebilir. Mal sahibi bu ödemelere karşı çıkar, kabul etmezse onun yerleşim yerindeki Sulh Hukuk Mahkeme’sine dava açarak talepte bulunulabilir. Bu davada zamanaşımı 10 yıldır.

  1. Kontrat süresinden önce ayrılmak isterse (ister ilk kontrat yılı bitmeden ister yenilendikten sonraki sene içinde) ne yapması gerekir, sorumluluğu kontrat bitimine kadar mıdır?

-Kiracının erken tahliyesi mümkündür fakat TBK m. 325 gereği, sorumluluğu taşınmazın yeniden kiraya verilmesi için gereken makul süre içinde devam eder. Yani bu süre içinde kiracı, kira sözleşmesinden doğan borçlarını yerine getirmek zorundadır. Makul süre için Yargıtay’ın 6. Hukuk Dairesi’nin E. 2012/9698, K. 2013/518 sayılı kararında şu ifadeler yer almıştır: “…Davalı kiracı kiralananı sözleşme süresi bitmeden önce tahliye etmiştir. Kiralananın kiracı tarafından erken tahliyesi halinde kural olarak kiracı kira süresinin sonuna kadarki kira bedelinden sorumludur. Kiralayanın ise tahliye edilen taşınmazın yeniden kiraya verilmesi hususunda gayret göstererek zararın artmasını önlemesi için kendine düşen yükümlülüğü yerine getirmesi gerekir. Bu halde davacının zararı tahliye tarihinden kiralananın aynı koşullarla yeniden kiraya verilebileceği tarihe kadar boş kaldığı süreye ilişkin kira bedelinden ibaret olup mahkeme kiralananın aynı şartlar altında ne kadar zamanda kiraya verilebileceğini araştırmalı ve sonucuna göre hüküm tesis etmelidir. Mahkemece, keşfe katılan bilirkişi kurulundan bu konuda ek rapor alınması veya gerekirse mahallinde uzman bilirkişi marifetiyle yeniden keşif yapılarak kiralanan taşınmazın aynı şartlarla ne kadar zamanda kiraya verilebileceği konusunda bilirkişi raporu aldırılmak suretiyle, makul sürenin belirlenmesi gerekirken, eksik inceleme ile bilirkişiye başvurulmaksızın yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir…” Dolayısıyla, makul süre, durum ve koşullara göre farklılık gösterebilmektedir.

Süreden önce kiraya veren benzer sayılabilecek koşullarda başka bir kişiyle kira sözleşmesi yaptığı anda eski kiracının sorumluluğu sona erer. Tarafların erken tahliye nedeniyle anlaşma yapması mümkündür fakat anlaşma yapılamadıysa kiraya veren, erken tahliye nedeniyle kira kaybı alacağı için dava açma hakkına sahiptir. Bu dava da mahkemece yapılacak keşif ve bilirkişi raporu neticesinde muhtemel kiralama süresi ve buna bağlı olarak da kira alacağı tespit edilir. Tahliye için kiracının taşınmazı boşaltması tek başına yeterli değildir. Tam bir tahliye için anahtarın da kiraya verene uygun biçimde teslim edilmiş olması gerekir.

 

Kısmi Kamulaştırmada Değer Azalışı

Kısmi Kamulaştırmada Değer Azalışı

07 Şub Çarşamba
12:52

AV. MURAT TEZCAN: KISMİ KAMULAŞTIRMADA DEĞER AZALIŞI


Kamulaştırma kanunun kısmen kamulaştırma madde başlığıyla düzenleyen 12. Maddesi idare tarafından taşınmazın bir bölümünün kamulaştırılması sonrasında oluşabilecek hukuki sonuçları göstermektedir.

İdare tarafından gerçekleştirilen kamulaştırma sonrası taşınmazın bir bölümünün kamulaştırma kapsamı dışında kalması durumunda, kalan kısmın değerindeki artış ya da azalışlar kamulaştırma bedellerinin tespitinde çok büyük önem teşkil etmektedir. Kamulaştırma bedellerinin tespitinde değerin belirlenmesine esas teşkil eden bilirkişi raporlarında, kısmi kamulaştırma sonrasında kalan kısımdaki değer değişikliğinin bulunup bulunmadığının irdelenmesi gerekmektedir.Eğer bilirkişiler böylesi bir değerlendirmede bulunmadan rapor tazmin etmişlerse davaya bakan mahkeme tarafından ek rapor almak suretiyle eksikliğin giderilmesi gerekmektedir.

Fakat uygulamada sıklıkla rastlanan durum kısmi kamulaştırma sonrasında değer değişikliliğinin bulunup bulunmadığı değerlendirmesinin bilirkişilerin subjektif değerlendirmelerine bırakılmasıdır.

Kamulaştırma kanunun 12/b maddesinde “Kamulaştırma dışında kalan kısmın kıymetinde, kamulaştırma nedeniyle eksilme meydana geldiği takdirde; bu eksilen değer miktarı tespit edilerek“ denilmek suretiyle kamulaştırma sonrasında ortaya çıkan değer azalışında değerlendirmeyi yapacak bilirkişilere geniş bir takdir yetkisi sunmuştur. Halbuki değer azalışlarında yönetmeliklerle objektif kriterler getirilmesi gerekmektedir.

Uygulamada mevzuatın getirmiş olduğu bu açığı kapatmak için kamulaştırma sonrası kalan kısımla ilgili olarak “ alan küçülmesi ve şekil bozukluğu buna bağlı olarak etkin makine kullanımda güçlük” , “üretim maliyetlerinde artma”, “yol ile bağlantının kesilmesi” ,” sulu tarım arazisi iken susuz hale gelmesi”, “imarlı araziler için yapılaşmaya elverişli olmaması” gibi değişik kriterler oluşturulmaya çalışılmıştır. Fakat bu ölçütlerin değer azalışına ne kadar etki edeceği oldukça tartışmalıdır.

Değer azalışı kanunun 11.maddesinde kamulaştırma bedeli belirlenirken kullanılan taşınmazın ” cins ve nevini, yüzölçümünü, kıymetini etkileyebilecek bütün nitelik ve unsurlarını ve her unsurun ayrı ayrı değerini, varsa vergi beyanını, kamulaştırma tarihindeki resmi makamlarca yapılmış kıymet takdirlerini,arazilerde, taşınmaz mal veya kaynağın kamulaştırma tarihindeki mevkii ve şartlarına göre ve olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelirini, arsalarda, kamulaştırma gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre satış değerini,yapılarda resmi birim fiyatları ve yapı maliyet hesaplarını ve yıpranma payının ve bedelin tespitinde etkili olacak diğer objektif kriterlerin kullanılması gerekmektedir.

Diğer yandan kamulaştırma sonrası arta kalan bölümün yararlanmaya elverişli olmaması durumu da söz konusu olabilir. İşte bu durum kamulaştırma kanunun 12/5’te düzenlemiştir. Buna göre “Bir kısmı kamulaştırılan taşınmaz maldan artan kısmı yararlanmaya elverişli bir durumda değil ise, kamulaştırma işlemine karşı idari yargıda dava açılmayan hallerde mal sahibinin en geç kamulaştırma kararının tebliğinden itibaren otuz gün içinde yazılı başvurusu üzerine, bu kısmın da kamulaştırılması zorunludur.” Otuz günlük süre idare tarafından açılan kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili dava dilekçesinin tebliğinden itibaren başlayacaktır. Malik idareden doğrudan kalan kısmında kamulaştırılmasını isteyebileceği gibi görülmekte olan dava da geri kalan bölümün kullanılmaya veya yararlanmaya elverişli olmadığını ileri sürerek bedelin tespitini isteyebilir.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta mal sahibi dava dilekçesinin tebliğinden itibaren 30 günlük sürede idareye başvurmuşsa, durum tespit davasında incelenmese dahi mal sahibi sonradan süreye bağlı olmaksızın adli yargıda ayrı bir dava açarak geri kalan bölümün yararlanmaya elverişli olmadığını ileri sürerek dava açabilir.

 

Komşuluk İlişkisine Dayanan İrtifak Hakları

Komşuluk İlişkisine Dayanan İrtifak Hakları

07 Şub Çarşamba
12:53

AV. MURAT TEZCAN: KISMİ KAMULAŞTIRMADA DEĞER AZALIŞI


Kamulaştırma kanunun kısmen kamulaştırma madde başlığıyla düzenleyen 12. Maddesi idare tarafından taşınmazın bir bölümünün kamulaştırılması sonrasında oluşabilecek hukuki sonuçları göstermektedir.

İdare tarafından gerçekleştirilen kamulaştırma sonrası taşınmazın bir bölümünün kamulaştırma kapsamı dışında kalması durumunda, kalan kısmın değerindeki artış ya da azalışlar kamulaştırma bedellerinin tespitinde çok büyük önem teşkil etmektedir. Kamulaştırma bedellerinin tespitinde değerin belirlenmesine esas teşkil eden bilirkişi raporlarında, kısmi kamulaştırma sonrasında kalan kısımdaki değer değişikliğinin bulunup bulunmadığının irdelenmesi gerekmektedir.Eğer bilirkişiler böylesi bir değerlendirmede bulunmadan rapor tazmin etmişlerse davaya bakan mahkeme tarafından ek rapor almak suretiyle eksikliğin giderilmesi gerekmektedir.

Fakat uygulamada sıklıkla rastlanan durum kısmi kamulaştırma sonrasında değer değişikliliğinin bulunup bulunmadığı değerlendirmesinin bilirkişilerin subjektif değerlendirmelerine bırakılmasıdır.

Kamulaştırma kanunun 12/b maddesinde “Kamulaştırma dışında kalan kısmın kıymetinde, kamulaştırma nedeniyle eksilme meydana geldiği takdirde; bu eksilen değer miktarı tespit edilerek“ denilmek suretiyle kamulaştırma sonrasında ortaya çıkan değer azalışında değerlendirmeyi yapacak bilirkişilere geniş bir takdir yetkisi sunmuştur. Halbuki değer azalışlarında yönetmeliklerle objektif kriterler getirilmesi gerekmektedir.

Uygulamada mevzuatın getirmiş olduğu bu açığı kapatmak için kamulaştırma sonrası kalan kısımla ilgili olarak “ alan küçülmesi ve şekil bozukluğu buna bağlı olarak etkin makine kullanımda güçlük” , “üretim maliyetlerinde artma”, “yol ile bağlantının kesilmesi” ,” sulu tarım arazisi iken susuz hale gelmesi”, “imarlı araziler için yapılaşmaya elverişli olmaması” gibi değişik kriterler oluşturulmaya çalışılmıştır. Fakat bu ölçütlerin değer azalışına ne kadar etki edeceği oldukça tartışmalıdır.

Değer azalışı kanunun 11.maddesinde kamulaştırma bedeli belirlenirken kullanılan taşınmazın ” cins ve nevini, yüzölçümünü, kıymetini etkileyebilecek bütün nitelik ve unsurlarını ve her unsurun ayrı ayrı değerini, varsa vergi beyanını, kamulaştırma tarihindeki resmi makamlarca yapılmış kıymet takdirlerini,arazilerde, taşınmaz mal veya kaynağın kamulaştırma tarihindeki mevkii ve şartlarına göre ve olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelirini, arsalarda, kamulaştırma gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre satış değerini,yapılarda resmi birim fiyatları ve yapı maliyet hesaplarını ve yıpranma payının ve bedelin tespitinde etkili olacak diğer objektif kriterlerin kullanılması gerekmektedir.

Diğer yandan kamulaştırma sonrası arta kalan bölümün yararlanmaya elverişli olmaması durumu da söz konusu olabilir. İşte bu durum kamulaştırma kanunun 12/5’te düzenlemiştir. Buna göre “Bir kısmı kamulaştırılan taşınmaz maldan artan kısmı yararlanmaya elverişli bir durumda değil ise, kamulaştırma işlemine karşı idari yargıda dava açılmayan hallerde mal sahibinin en geç kamulaştırma kararının tebliğinden itibaren otuz gün içinde yazılı başvurusu üzerine, bu kısmın da kamulaştırılması zorunludur.” Otuz günlük süre idare tarafından açılan kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare adına tescili dava dilekçesinin tebliğinden itibaren başlayacaktır. Malik idareden doğrudan kalan kısmında kamulaştırılmasını isteyebileceği gibi görülmekte olan dava da geri kalan bölümün kullanılmaya veya yararlanmaya elverişli olmadığını ileri sürerek bedelin tespitini isteyebilir.

Bu konuda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta mal sahibi dava dilekçesinin tebliğinden itibaren 30 günlük sürede idareye başvurmuşsa, durum tespit davasında incelenmese dahi mal sahibi sonradan süreye bağlı olmaksızın adli yargıda ayrı bir dava açarak geri kalan bölümün yararlanmaya elverişli olmadığını ileri sürerek dava açabilir.

 

Konut Dokunulmazlığının İhlal Suçu

Konut Dokunulmazlığının İhlal Suçu

07 Şub Çarşamba
12:55

AV. MURAT TEZCAN: KONUT DOKUNULMAZLIĞININ İHLAL SUÇU


1) Genel Açıklama

Kişiliğin oluşması ve gelişmesi ile yakın ilişkisi bulunan ve kişinin en son sığınma yeri olan konut dokunulmazlığı, Anayasanın 2. kısmında düzenlenen temel hak ve hürriyetlerin düzenlendiği ve bu kısmın ikinci bölümünde yer alan kişinin hak ödevleri başlığı altında 21. maddede düzenlenmiştir. Kişi dokunulmazlığının bir görünümü olan konut dokunulmazlığı, çeşitli uluslar arası sözleşmelerde de, insan haklarını düzenleyen ve koruyan bildirilerde de yer almıştır. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde kişinin korunmaya değer hakları arasında konut dokunulmazlığı da yerini almıştır. İşte Anayasada ve uluslararası metinlerde ifadesini bulan bu ilkenin yaptırımı 5237 sayılı TCK’nın ikinci kitabının, “kişilere karşı suçlar” başlıklı ikinci kısmının, “hürriyete karşı suçları” düzenleyen yedinci bölümde “konut dokunulmazlığının ihlali başlıklı 116.maddede düzenlenmiştir. Konut dokunulmazlığının ihlal suçunun cezayı artıran nitelikli unsurlarına ilişkin düzenlemeler “ortak hüküm” başlıklı 119. maddede yer almaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlal suçları 765 sayılı TCK’nın 193 ve 194. maddelerinde düzenlenmişti. 765 sayılı TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçu “hürriyete karşı suçlar” babı içinde konut dokunulmazlığını bozma suçlarına bir fasıl ayırarak düzenlemişti. Buna göre 193. maddede şahıslar tarafından işlenen konut dokunulmazlığı ihlali eylemi, 194. maddede ise, memurların görevlerini kötüye kullanmak suretiyle işledikleri konut dokunulmazlığını ihlal fiili, ayrı ayrı suçlar olarak öngörülmüştü. 5237 sayılı yasada ise böyle bir ayrıma yer verilmemiş ve konut dokunulmazlığını ihlal suçunu herkes tarafından işlenebilen bir suç olarak düzenlemiştir. Ancak fiilin sıfatı cezanın tespitinde nazara alınmıştır.

2) 5237 Sayılı Yeni TCK ile 765 Sayılı Eski TCK da Düzenlenişleri Açısından Konut Dokunulmazlığı İhlal Suçu 

     Farklar:

1- Konut Dokunulmazlığının ihlali suçları bakımından yapılan değişikliklerin başında; TCK.nun 194 üncü maddesinde yer alan suçun 5237 s.lı Kanunda yer almaması gelmektedir. Yeni kanun hürriyete karşı işlenen suçlara ilişkin ortak hükümler içeren 119 uncu maddenin e bendinde fiilin “Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle” işlenmesi bir ağırlatıcı sebep olarak kabul edilmiştir.

2- Maddede mesken yerine “konut”, müştemilat yerine de “eklenti” kavramı kullanılmıştır.

3- Bilindiği üzere konuta veya konutun eklentilerine girmek veya girdikten sonra çıkmamak konut dokunulmazlığı suçunu oluşturmaktadır. 765 sayılı Kanunda sivil kişiler tarafından konuta girilmesi ve girdikten sonra çıkılmaması suç olarak kabul edilmiş iken memur tarafından işlenen konut dokunulmazlığını ihlal suçu açısından sadece konuta girmek suç olarak kabul edilmişti. Bu husus doktrinde tartışmalara sebep olmuş ve memurun rıza ile konuta girmesinden sonra çıkmaması halinde  hangi suçun oluşacağı hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştü. Mevcut düzenleme ile memurun işlediği konut dokunulmazlığını ihlal suçu bağımsız bir suç olmaktan çıkarıldığı ve suçun temel şekli bakımından konuta rıza hilafına girme veya rıza ile girdikten sonra çıkmama suç olarak kabul edilerek tartışmaya son verilmiştir.

4- Suçun maddi unsurunun oluşumu bakımından 5237 sayılı TCK. da rızaya aykırı olarak girme ve rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama yeterlidir. 765 sayılı TCK.da ise rıza hilafına, gizlice ve hile ile konuta veya eklentisine girme rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama suç olarak kabul edilmiştir. Yeni Kanunda, “ gizlice veya hile ile girme”  de rızaya aykırı olarak girme  kabul edilmiştir. Bu husus madde gerekçesinde; “Konut sahibinin konuta girildiğinden haberdar olmaması aynı zamanda rızasının da olmaması anlamına gelir. Bu nedenle, konuta gizilice veya hile ile girilmiş olması halinde, bu suç oluşur” şeklinde ifade edilmiştir.       

5- 5237 sayılı Kanunun 116 ıncı maddesinin 2 inci fıkrasında yeni bir düzenleme yer almaktadır. Buna göre; evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. 

765 sayılı TCK.nun 193  üncü maddesinde yer alan suçun oluşması bakımından rıza hilafına konuta veya eklentilerine girmek veya rıza hilafına çıkmamak gereklidir. Ancak söz konusu maddede rızanın kim tarafından açıklanacağı hususuna yer verilmiş değildir. 5237 s.lı kanunun 116 ıncı maddesi ile evlilik birliği içinde aile bireylerinden birinin, müşterek kullanılan konutlarda bu konutu kullananlardan birinin rıza beyan edebileceği ifade edilerek konuya açıklık getirilmiştir. Rızanın açıklanması halinde fiil hukuka uygun olduğundan söz konusu suç oluşmayacaktır. Konuta girişin hukuka uygun olarak kabul edilebilmesi için rıza beyanı meşru bir amaca yönelik olmalıdır. Örneğin konuttaki teknik bir arızanın giderilmesi için diğerinin bilgisi olmaksızın eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi halinde bu rıza geçerlidir. Ancak eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi  halinde, rıza hukuka uygun olmayacak ve  konut dokunulmazlığını ihlal suçu gerçekleşecektir.

6- 5237 s.lı Kanun ile getirilen bir başka yeni düzenleme 116 ıncı maddenin 3 üncü fıkrasında yer almaktadır. Buna göre; “birinci fıkra kapsamına giren fiillerin, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur”. Bu husus 765 sayılı TCK.da yer almamakla birlikte “Memurun Konut Dokunulmazlığı Suçunu” düzenleyen 194 üncü maddede memurların “efradın ticaretgahları veya idarehaneleri gibi hususi mahaller usulsüz olarak araştırılırsa fail … hapsolunur”  hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde de görüldüğü üzere burada konut dokunulmazlığından ayrı bir suç bulunmaktadır. 116 ıncı maddenin 1 inci fıkrasında tanımlanan fiillerin rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi halinde fail cezalandırılacaktır.

   7- 5237 sayılı TCK.nun 116 ıncı maddesinde düzenlenen Konut Dokunulmazlığını İhlal Suçu nitelikli haller bakımından da değişikliğe uğramıştır.

3)Tarihsel Gelişimi

Konut dokunulmazlığının ihlal tarihin çok eski dönemlerinden beri cezalandırılan bir fiildir. Eski çağlarda konut, kutsal bir şey “res sacra” – aile ilahlarının mabedi ve oturduğu yer- olarak kabul edilmekteydi. Daha sonraları konut kişinin kendisi gibi korunmaya başladı ve konut dokunulmazlığı sosyal bir vasıfkazandı.

Batı hukukunda ise ilk kez açık bir şekilde Roma hukukunda ve Germen Hukukunda görülmektedir. Roma hukukunda konut dokunulmazlığının ilk defa sosyal bir nitelik kazanması “Lex Cornelia de İniuriis” yasasıyla oluşmuştur. Bu yasa bir kimseyi dövmek, yaralamak ve bir kimsenin zorla evine girilmesini yaptırıma bağlamıştır. Böylece aile ocağı, bir kimsenin evi, hiç kimsenin güç kullanarak zorla giremeyeceği ve yine hiç kimsenin zorla çıkarılamayacağı bir sığınak olarak kabul edilmiştir.

Germen hukukunda konut dokunulmazlığını ihlal, en saygı duyulan, kutsal olan huzurun bozulması sayılmaktadır. Alman mevzuatında görülen “hausfriedensbruch” (ev huzurunun bozulması) terimi, insanların huzur haklarının ihlali sayılmaktadır. Germen hukukunda, Roma Hukukundan farklı olarak ne gibi fiil ve hareketlerin konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getireceği sınırlı olarak belirtilmiştir. Lex Rotari bahçe kapısının kırılması, başkasının evinin avlusuna yasaya aykırı biçimde girilmesi, başkasının avlusuna ok ve mızrak atılması gibi şekiller altında saymıştır.

Görüldüğü üzere her iki hukuk dalında konut dokunulmaz bir yer olarak kabul edilmiştir. Hatta bu ilke anglo sakson hukuk düzeninde bu kural şu şekilde ifade edilmiştir. “Bir İngiliz’in kalesi evidir.” Bu kuralı İngiliz Parlamentosunda Lord Chatham 200 yıl önce şöyle ifade ederek açıklamıştır. “ en yoksul insan bile kulübesinde, kralın bütün kuvvetlerini defetmek hakkına sahiptir. Yoksul bir kişinin ocağı sönmüş olabilir, çatısı sallanabilir, rüzgar derme çatma kapıları açabilir, pencereleri koparabilir, fırtına oraya girebilir, yağmur içeri akabilir; fakat İngiltere Kralı oraya giremez. Bu harap kulübenin her tarafı açıktır. Fakat kralın sindirici gücü ve heybeti o harabeyi aşamaz”

İslam hukukunun bir dalı olan İslam ceza hukuku Ukubat ise konut dokunulmazlığını açıkça düzenlememekle birlikte özel yaşamın gizliliğinin korunması konusunda hassas davranmış ve özel hayatın geçtiği konutta dolaylı olarak korunmuştur.

Osmanlı döneminde ise konut dokunulmazlığı ilk olarak  “ Ceza Kanunanemi Hümayunu” 105. maddesinde bir kimsenin hanesine cebren girilemeyeceğini söylemek suretiyle düzenlemiştir. Dolayısıyla konuta girme zorla olmadığı takdirde bunu konut dokunulmazlığının ihlali olarak kabul etmemiştir. Fakat Osmanlı döneminde konut dokunulmazlığının bir anayasal hak olarak düzenlenmesi 1876 Anayasası ile olmuştur. Kanuni Esasinin 22. maddesinde, “Memaliki Osmaniyede herkesin mesken ve menzili taarruzdan masundur. Kanunun tayin ve eylediği ahvalden maada bir sebeple hükümet tarafından cebren hiç kimsenin mesken ve menziline girilemez” denilerek konut dokunulmazlığı benimsenmiştir.

4)Karşılaştırmalı Ceza Yasalarında Konut Dokunulamazlığını İhlal Suçu

Konut dokunulmazlığı ihlal suçları bütün ülke mevzuatlarınca cezalandırılan bir eylemdir. Fakat düzenleniş biçimleri ve kanunlardaki yerleri farklılık göstermektedir. Örneğin federal Almanya ve Hollanda bu suçu kamu düzenini ihlal eden filer arasında sayarken diğer modern kanunlar hürriyete veya ferdin şahsi hürriyetine bir tecavüz teşkil ettiğini öngörür ve fiile şahsi hürriyet ve anayasal güvencelere karşı işlenen suçlar arasında yer verir.

Bazı kanunlarda fiilin kamu görevlisi tarafından işlenmesi suçun basit şeklini oluşturur. Bu hukuklarda konut dokunulmazlığının bir kamu görevlisinin görevini kötüye kullanması suretiyle ihlal edilmesi esas fiil olarak cezalandırılmaktadır. Örneğin Fransız ceza yasası 184. maddede “ idari ve kazai sistemin her memuru, her emniyet teşkilatı veya adli teşkilat görevlisi, kamu iktidarının her yetkilisi, bu sıfatlarını kullanarak bir vatandaşın iradesine karşı gelerek ikametgahına, kanununda öngörülen hallerin dışında veya kanunda hapis veda yazılı formaliteler olmaksızın, girerse 6 günden bir yıla kadar hapis ve 500 Franktan 8000 Franka kadar para cezasına, kanununun 114. Maddesinin ikinci fıkrasındaki hal ayrı olmak üzere cezalandırılır.

Bir vatandaşının ikametgâhına cebir, fiili yolarla tehdit ya da çeşitli manevralarla giren bir kimse de aynı ceza ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda öngörülen cezalar, suçun bir grup tarafından işlenmesi halinde iki misli hükmedilir.” suçun basit şekli konut dokunulmazlığını ihlal suçunu bir kamu görevlisinin işlemesi olarak düzenlemiştir.

Buna karşılık konut dokunulmazlığını ihlalin basit şeklinde eylemin şahıslar tarafından işlenmesini arayan bazı ceza kanunlarında, bir kamu görevlisi tarafından gerçekleştirilmiş olması cezayı artıran nitelikli unsur olarak kabul edilmiştir.

5)Korunan Hukuki Değer

Bu suçla korunmak istenen hukuki değer konusunda doktrinde değişik görüşler yer almaktadır. Bir görüşe göre korunan hukuki menfaat kişi hürriyetine yakın fakat bu hürriyetle aynı olmayan özel niteliğe sahip konut hakkıdır. Konut hakkının yani kanunun koruduğu mahallelerde tecelli eden hürriyetin kasten ihlali, konut dokunulmazlığının ihlal suçunu meydana getirir.

Bir diğerine göre, konut dokunulmazlığını ihlal fiili kişi hürriyeti aleyhine bir suçtur. Esasta iradesine göre istediği bir hareket eden kişinin konut dokunulmazlığını ihlal fiiliyle irade ve ona göre hareket edebilme serbestisi sınırlanmış olmaktadır. Fiil, irade ve hareket serbestisine bir saldırıdır. Kişinin iradesini esas alan bu görüş, onun iradesine karşı olan fiili, hürriyet aleyhine suç kabul etmektedir.

765 sayılı kanunun benimsediği görüş ise korunan değerin kişinin konutunda huzur ve güven içinde yaşamasını güvence altına alınmasıdır. Çünkü konut dokunulmazlığının ihlali, kişide yalnız maddi bir huzursuzluk doğurmakla kalmaz, onun özgürlüğünü de ihlal eder. Yoksa burada kanun mülkiyet veya diğer ayni bir hakkı korumamaktadır. İtalyan öğretisine göre de, korunan hukuksal yarar, bir kimsenin saldırıya ya da keyfi müdahalelere uğramaksızın, kendi konutunun içinde kişiliğini serbestçe dışa vurma özgürlüğüdür. 

6)Maddenin Ceza Kanunundaki Yeri İtibariyle Değerlendirme

Konut dokunulmazlığının ihlal suçu ceza kanunda kişilere karşı suçlar kısmının hürriyete karşı suçlar bölümünün altında düzenlenerek korunan değeri kişi hürriyeti olarak tespit ettiğini göstermektedir. Gerçek anlamda hürriyet aleyhine işlenen suçları devletin, kişinin hürriyetine müdahalesi sonucu oluşan suçlar olarak tanımlamak gerekse de devletin subjektif özel hürriyetleri koruma görevi düşünüldüğünde madde metinin burada olması anlamlıdır. Kaldı ki suçun nitelikli hallerinin düzenlendiği ortak hüküm niteliğindeki 119. madde de kişi hürriyetini devlete karşı korunduğu gözlenmektedir. 

Maddenin gerekçesi de maddenin yerini belirlerken gözettiği ölçütleri şöyle tanımlamıştır. “Madde, Anayasanın 21 inci maddesinde güvence altına alınan konut dokunulmazlığını ihlâl fiillerini suç olarak tanımlamaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlâli, kişinin kendisine özgü barış ve sükununu ve yuvasındaki yaşamının sulh ve selametle cereyanı için varolması gerekli güvenlik duygusunun sarsılmasını ifade etmektedir.

Bireylere karşı işlenen ve aynı zamanda onların muhtaç oldukları güvenlik ve sükunu ihlâl eyleyen bu fiillerin, hürriyete karşı işlenen suçlar arasında bir suç olarak tanımlanması uygun görülmüştür.”

    SUÇUN TAHLİLİ

A)Maddi Konu

Bu suçun maddi konusunu “konut” ve “eklenti” oluşturmaktadır.  Bir başka deyişle konut veya eklenti bu suçun önkoşulu olu, korunan hukuki yarar buraya girmekle ihlal edilecektir. Konut ve eklentiden ne anlaşılması gerektiğini incelemek gerekmektedir.

  1. a. Konut:  Sözlük anlamı itibariyle konut kişinin fiilen oturduğu yer olarak tanımlanmaktadır.  Dikkat edileceği üzere ilk göze çarpan nokta günlük yaşamda çoğu kez birbirleri yerine kullanılan ikametgâh kavramı ile konut kavramının ayrı olmasıdır. Ceza hukukunda konut “ bir kimsenin geçici de olsa oturmak için sığındığı her yerdir. ”Medeni hukuk bakımından ise ikametgâh, kişinin belirlenmesinde önemlidir. Kişi yeryüzünün belirli bir yerinde yaşamak, bulunmak, eylem ve işlemlerini orada toplamak zorundadır. Kişi burada, haklarını kullanmak, borçlarını yerine getirmek, yapılan ödemeleri kabul etmek, kendisine bildirilmesi, ulaşması gerekli her türlü yüküm, ödev görev ve işlemlerle ilgili olarak bilgi edinmek olanağını kazanmaktadır. Yani yasa her yeri ikametgâh olarak kabul etmeyip, ancak yerleşmek niyetiyle oturulan yerleri ikametgâh saymıştır. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere her ikametgâh ceza hukukunun belirlediği anlamda konuttur. Fakat her konut medeni hukuk kapsamında ikametgâh değildir. Bu halde konut için çok genel bir tanım yapmak gerekirse, bireyin kendisine yuva ittihaz ettiği bir yer konuttur. Bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu genel tanımdan ötesine belli kriterlere ihtiyacımız vardır.

aa) Geçici veya Devamlı Bir Yerde Kalma: Konut dokunulmazlığını ihlal suçu ile maddi bir şey değil, kişinin hürriyeti korunmaktadır. Bu nedenle kimsenin geçici veya daimi olarak, özel yaşamında yaşadığı ve oturduğu her yeri konut saymak gerekir. Bir konut sayılabilmesi için bu yerde belirli bir süre kalınması şart olmayıp, geçicide olsa diğer koşullar yerine gelmişse, bu yer konut sayılmalıdır. Yargıtay bir kararında “herhangi bir şahsın kendisine muvakkat* olsa bile ikamet ittihaz ettiği her nevi yerin mesken” sayılacağını belirtmiştir.

bb) Gece İstirahatına Tahsis Edilip Edilmememe Durumu: Öğretide hakim görüş konutun geniş olarak kabul edilmesi gerektiğini, gece istirahatına tahsis edilmesi, gece yatma olanağı sağlamaması o yerin konut sayılması için şart değildir. Bir yerin kişin ihtiyaçlarını kısmen dahi karşılayabiliyorsa yani kişilerin yaşamsal faaliyetlerini geçirdikleri yer de konut sayılmalıdır.

cc) Yerin tahsis Amacı: Genel kabul edilen görüşe göre, konut olarak tahsis edilmemiş olsa dahi kişilerin yaşamsal faaliyetlerinin bir bölümünü geçirdikleri yer konut sayılır. Yargıtay da verdiği kararlarda, aslında konuta tahsis edilmemiş yerlerin(hayvan damı, okul vb.) fiilen yuva olarak kullanılmaları halinde konut sayılmaları gerektiği düşüncesindedir. Bir yer halen ve fiilen aile veya fert hayatı bakımından kullanmaya tahsis edilmiş olmalıdır. Bu bakımdan ilerisi için oturmaya ayrılmış, örneğin boş mahale girme konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getirmez. Ayrıca bir yerin konut sayılamsı için tahsisin sürekli olması da şart değildir, geçici de olabilir.

dd) Bir Yerin Konut Olarak Kullanıldığının Belirlenmiş Olması: bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu yerin dışarıdan anlaşılacak şekilde konut olarak tahsis edildiğinin anlaşılması gerekmektedir. Yani bu yerin dış dünyadan ayrı tutulduğunu belirtecek emarelere ihtiyacımız vardır. Yargıtay bir kararında “konut olarak kullanılması durumunda çadıra girmek konut dokunulmazlığını ihlal suçunu oluşturur” diyerek konutu belirlenmesinde ana ayrımın dış dünyadan belli ve anlaşılır şekilde ayrılma iradesinin varlığına işaret etmektedir.

ee) Boş Yerlerin Konut Olup Olmaması Durumu: Bir yerin konut olarak kabul edilebilmesi için sadece tahsis amacı yetmediğini bir yer oturmak için tahsisi edilmiş olsa bile bu yerde oturulmuyorsa ceza hukuku anlamında konut sayılamayacağı kabul edilmemelidir. Örneğin taşınmak için eşyaların bir yere bırakılmış olmasına karşın o yerde oturulmuyorsa bir başka deyişle yer kişilerden gayrı bir yer teşkil ediyorsa buraya girmek konut dokunulmazlığının ihlali anlamına gelmeyecektir. Yargıtay da bir kararında “ yayla evi suç tarihinde terk edilmiş olup olmadığının araştırılması …”Gerekliliği üzeride durarak boş olan yerlere girmek durumunda konut dokunulmazlığını ihlal suçunun oluşmayacağını belirtmiştir. Bu suçta korunan değer kişinin huzur ve sükûnu olduğu düşünülürse boş bir yer girmenin veya girip de çıkmamanın kimsenin huzurunu etkileyebileceği düşünülemez. Ancak oturulan ve fakat suç anında içinde kimse bulunmayan bir konuta girilmiş olması halinde, suç işlenmiş olur.

ff) Konutun Bir Bina Olması Koşulunun Aranıp Aranmaması: Bir yerin konut sayılabilmesi için yapısı, genişliği, niteliği ve biçimi önem taşımaz. Bu nedenle oturulan yerin “bina” biçimde olmasına gerek olmadığı gibi, üstünün açık veya kapalı olması da önem taşımaz. İçinde oturmak koşuluyla taşınırlarda suça konu olabilir. Bu bağlamda örneğin karavan, çadır, çöp bidonu, gemi kamarası, kayık, yataklı vagon kopartmanı, otel odası TCK kapsamında konuttur. Fakat İngiliz hukukunda, yer unsuru önemli olduğundan; çardak, çadır, tekerlekli geçici bir yere sabit ve sağlam nitelikte olmadıkları için konu sayılmamaktadır. Buna karşın Fransız Yargıtay’ı, karavanların konut sayılabileceklerini, özel otomobillerini ise konut olamayacağını kararında açıkça belirtmiştir.

gg) İş Yerlerinin Konuttan Sayılıp Sayılmama Durumu: Konutun niteliği gereği rıza yokluğunun tespit edildiği her durumda suçun oluşacağını kabul eden kanun koyucu bu defa somut olayda öncelikle işyerinin niteliğinin incelenmesi gerektiğini, eğer işyeri açık rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi olağan yerlerden ise bu halde işyerinin niteliği sebebiyle işyeri dokunulmazlığı suçunun oluşmayacağı sonucuna varılmıştır. Market, mağaza, dükkân gibi herhangi bir şart aramaksızın açık olduğu saatlerde herkesin giriş çıkış yapabileceği kapalı alanlar, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat(alışılmış) olan yerlerden sayılmalıdır.Baştan örtülü veya açık iradeyle işyerlerine giriş ve çıkış yapabileceği anlaşılan işyerlerinde, sonradan ve keyfi olarak iznin olmadığını veya kaldırıldığını iddia etmek isabetli değildir. Buna karşılık açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olmayan avukatlık bürosuna, doktorun muayenehanesine fail tarafından izin alınmaksızın gizlice, hileyle, cebir ve veya tehditle girilmesi durumunda suç tamamlanmış olacaktır.

ğğ) Resmi Dairelerin Konut Kapsamına Girip Girmedikleri: Resmi daireler konut sayılamazlar. Yargıtay’ımız resmi dairelerin konut olarak kabul edilemeyeceğini ancak resmi nitelikte olan binalarda çalışma saatleri dışında konaklanması durumunda buralarında ceza hukuku kapsamında konut olarak kabul edilebileceği düşüncesindedir. Bir kararında “içinde köy ebesinin ikamet ettiği herkesçe bilinen sağlık evinin” ve “aynı hastanede hemşire olan mağdurenin ikametine tahsis edilen odanın “özellikle gece vakti konut sayılacağına hükmetmiştir.

Ayrıca birden fazla kimsenin kamu hukuk gereği birlikte oturmaya mecbur tutuldukları ceza veya tutukevlerinin hükümlü veya tutukluların konutu sayılıp sayılmayacakları üzerinde durulmalıdır. Öğretideki genel kabule göre konut dokunulmazlığı ihlal suçunun esas itibariyle amacı konut içinde bulunanların kişisel hürriyetlerini korumak olduğundan hürriyetleri esasen kısıtlanmış kimselerin konut dokunulmazlıklarını ihlal edildiklerini sürmek yerinde değildir. Diğer bir deyişle hürriyetin kısıtlanmış olması durumunda konut dokunulmazlığının kaynağı ortadan kalmış olacaktır. Fakat Yargıtay’ın tam aksi yönde kararı bulunmaktadır.

b)Eklenti: Sözlük anlamı itibariyle bir konutun veya binanın kullanış açmalarından herhangi birini tamamlayan(kolaylaştıran) bina ve yapılardır.örneğin binadan ayrı kömürlük, garaj gibi.Asıl itibariyle yargıç bir yerin eklenti olup olmadığına karar verirken somut olayda fiili gerçekleştiren failin, kişinin hürriyetlerinin, huzur ve güvenin ihlal edilip edilmediğini göz önüne alacaktır.

Eklentinin Unsurları:

aa. Bir yerin eklenti sayılabilmesi için mutlaka oranın konuta bitişik veya onun yakınında bulunmasına bağlı değildir. Girildiğinde konutta oturanların sükun ve huzurunun bozulduğu, konuta bitişik olmayan hatta konuta uzak bir yerde eklenti sayılabilir. Yargıtay verdiği bir kararla, mağdurun evinden ayrı bulunan ve etrafı çevrili olmayan boş alana açılan kömürlüğün eklenti sayılamayacağını belirtmiştir. Buradaki temel kıstas fiilin huzuru bozup bozmadığı ve eklentinin konuta ait olduğu emarelerinin olup olmadığıdır.

bb. Hak sahibinin başkalarının girmesine rızasının bulunmadığını gösterecek şekilde bir yerle ilgili tedbirler alması. Örneğin oranın etrafının çitle, duvarla çevrilmesi gibi. Yargıtay’ımızda etrafı duvar veya çitle çevrili olmayan ya da umuma açık yerlerden net olarak ayrılmayan avlu, sahnlık, ya da bahçeyi eklenti olarak kabul etmemiştir. Bununla birlikte kastedilen tedbirlerin mutlaka sağlam ve aşılması imkansız şekilde olmalarına gerek yoktur. Hatta bu tedbirlerin maddi olması da şart olmayıp, psikolojik bir engel veya işaret kâfidir.  Ancak bir erin etrafının çevrili olması onun her zaman eklenti sayılacağı anlamına gelmemelidir. Hatta konuta uzak bir mesafede bulunan yazlık bir kulübe eklentiden sayılamaz.Bizim için en önemli tanımın Yargıtay tarafından bir karar vesilesi ile verilen tanımdır ki o kararda eklentiden anlaşılması gerekeni “ içine girilmesi veya girdikten sonra çıkılmaması konutun huzur ve güvenliğini, kişi hürriyetini ortadan kaldırabilecek olan yerler” olarak tanımlamıştır.

B)Suçun Maddi Unsurları:

a)Fiil: konut Dokunulmazlığını ihlal suçunda yasaklanan fiil, failin kendisini oradan çıkartmak hakkına sahip olan birinin rızasına aykırı olarak konutuna veya konutun eklentisine “girmesi” veya rıza ile girdikten sonra “çıkmamasıdır”. Ayrıca belirtmek gerekirse gizlice veya hile ile girmek veya rıza ile girdikten sonra gizlenerek veya hile ile çıkmamak hallerinde de, hak sahibinin rızasının bulunmadığı açıktır. Yasada seçenekli olarak iki hareket belirtildiği için konut dokunulmazlığını ihlal suçu seçimlik hareketli suç olduğu konusunda duraksamaya gerek yoktur. Bu suç, icraî bir davranışla işlenebileceği gibi, ihmali davranışla da işlenebilir. Başkasının konutuna veya konutun eklentilerine rıza ile girdikten sonra, çıkmama hâlinde, konut dokunulmazlığı ihmali davranışla ihlâl edilmektedir. 

aa) Girmek: Kanunda tanımı yapılmayan girmek fiilinin konut veya eklentisine yönelik olması gerekir. Failin konut veya onun eklentisine tüm vücudu ile dâhil olması gerekmektedir. Nitekim Yargıtay da verdiği kararlarda, örneğin, kapının, pencerenin vurulması, duvara merdiven dayayıp içeri gözetleme, taş atmak, pencereden bir şey uzatmak ve silahla ateş etmek konut dokunulmazlığına vücut vermez.Vücudun tamamının girmesi hangi yolla olursa olsun önemli değildir. Pencereden, bacadan, tünel kazmak veya normal giriş yollarının kullanılmış olması önemli değildir.

bb) Çıkmamak: Konut dokunulmazlığını ihlal suçunda yaptırıma bağlanan seçimlik hareketlerden ikincisi, hal sahibinin rızası ile girilen konuttan “çıkmamaktır”. Çıkmamak fiilinin meydana gelmesi için, hak sahibinin söz, hareket ve tavırlarıyla kendisini çıkmaya davet etmesine rağmen, failin rıza ile girilen yerden ayrılmamasına bağlıdır. Öğretide ve uygulamada, konuttan veya eklentisinden çıkmayarak kalmanın ne kadar sürmesi gerektiği konusu tartışmalıdır. İsviçreli yazar Lagoz, dışarıya çıkılması konusundaki davet karşısında bir an için tereddüt etmek suçun oluşması bakımından yeterli olamaz. Bu nedenle, hak sahibinin failin orayı terk etmesi isteğine karşın failin kısa bir süre tereddüt etmesi çıkmamak sayılmaz. Örneğin failin eşyalarını toplamak için gerekli bir süreye ihtiyaç duyması ve eşyalarını toplamakla uğraşıyorsa, çıkmamak öğesinin oluştuğundan söz edilemez.  Ayrıca hak sahibi, konutunun terk edilmesini açıkça istediği anlamına gelen bir hareket yapmış olmasına karşın failin evden kendiliğinden çıkmaması üzerine hak sahibi veya 3. Kişi tarafından zorla çıkarılması da “çıkmama” unsurunun gerçekleşmiş olduğunu gösterir.

cc) “Girmek” ve “Çıkmamak” Fiillerinin Hak Sahibinin Rızasına Aykırı Olmaması:  Konuta veya eklentisine hile ile veya gizlice girildiğinde ya da rıza ile girilip bu hallerden biri vasıtasıyla çıkılmaması hak sahibinin rızası hilafı hareket anlamına gelir.”Rızasına aykırı olarak” kavramı, failin konuta girmek ( veya girdikten sonra çıkmamak) ile hak sahibinin iradesine aykırı hareket ettiğini bildirmesi ya da hak sahibinin girmesine ( veya çıkmamasına) izin vermeyeceğini tasavvur etmesi anlamına gelir.hak sahibi iradesini yazılı veya sözlü açıklayabileceği gibi bazı işaret ve maddi engellerle de açıklayabilir. Örneğin bahçenin etrafını duvarla çevirmek, bahçe kapısına zil takmak gibi. Ayrıca hak sahibin fiilin oluşumu sırasında konutta bulunması şart değildir. Yargıtay 765 sayılı verdiği bir kararda “ … Müdahil EY’nin apartman dairesine, kendisi evden yokken yeğeni MY’nin arkadaşlarını davet etmesi ve eğlenirlerken müziğin sesinden rahatsız olan komşunun aralık olan kapıya ayağını koyarak içeri girmesi konut dokunulmazlığı suçunu oluşturur. Konutta görüldüğü şekilde yüksek sesli müzik çalınması konuta rıza hilafına girme hakkı kazandırmaz” demiştir. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki açık veya bulunan olgulardan şüpheye yer vermeyecek şekilde anlam çıkarılacak kapalı bir rıza ise fiil suç oluşturmaz. Rızanın bulunmadığının failce yeterince bilinmediği hallerde, mahalli örf ve adetlerle olayın çözümlenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Örneğin evin girişinde etrafı çevrili bir bahçe olsa, kapısı sürgülü bulunsa bile ev sahiplerinin buraya bir şey sorulması için girilmesine rızası olduğu genel teamüllere göre kabul edilir.

aaa)Rızayı Açıklamaya Yetkili Kişiler

1-Konutta Tek Kişi Oturuyorsa: Konut tek kişi tarafından kullanılıyorsa bu kişinin rızası yeterlidir.

2-Konutta Birden Fazla Kişi Oturuyorsa: Konut dokunulamazlığında koruna değer mülkiyet hakkı ya da başka bir ayni hak olmadığı, kişinin hürriyeti ve huzuru olduğu düşünülürse, bu sübjektif hakka ve meşru bir nedene dayanarak konutta bilfiil oturan kişi ya da kişiler rıza açıklamaya yetkilidir. 116. maddenin 2. Fıkrasında konuyla ilgili özel bir düzenleme getirilmiştir. “Evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir.” Bu fıkrada evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının yeterli olduğunu ifade etmiştir. Fakat anılan madde metinin de bu rızanın meşru bir neden dayandırılması ifadelerle açıklanmış ve örneklendirilmiştir. “Maddenin ikinci fıkrası, söz konusu suçun hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldıran rıza ile ilgili bazı durumlara ilişkin hükümler içermektedir. Buna göre, evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının olması, söz konusu suça ilişkin hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldırır. Keza, konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin konuta girme konusunda rıza göstermesi, fiilin hukuka uygun hâle getirir. Ancak bu hâllerde konuta girişin hukuka uygun sayılabilmesi için, rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. Bu bakımdan örneğin, konuttaki teknik bir arızanın tamiri için, diğerinin bilgisi olmaksızın, eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi hâlinde, bu rıza geçerli bir rıza olarak kabul edilmelidir. Buna karşılık, eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi durumunda, bu kişinin konuta girmesine gösterilen rızanın, geçerli bir rıza olarak kabul edilmesi imkânsızdır ve bu durumda diğer eşe karşı işlenmiş konut dokunulmazlığını ihlâl suçu söz konusudur.”

Bununla birlikte ergin kız ya da erkek evladın eve sevgilisinin girmesi konusundaki rızası geçerlidir. Fakat ailenin yanına misafir olarak gelmiş kişilerin eve başka bir şahsı alma bakımından rıza açıklamaya yetkili oldukları düşünülemez.

Başka durumlar düşünüldüğünde yetkili kişileri şöyle sıralayabiliriz: a)Tümü bir konut olan, fakat her odasında değişik kişilerin oturduğu yerlerde, her oda ayrı bir konut olarak kabul edilmeli ortak alanlar için herkes rıza açıklamaya yetkili fakat odalar için sadece kendi alnaları ile sınırlı bir rıza açıklamasına yetkilidirler. b)aynı odayı birden fazla kişinin konut olarak kullanması durumunda bu odada oturanların hepsi rıza açıklamaya yetkilidirler.

b.Fail ve Mağdur:

TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili bakımından özel bir şart yer vermediğinden fail herkes olabilir. Aile fertleri arasında konut dokunulmazlığını ihlal suçunun gündeme gelemeyeceği oldukça açıktır. Fakat aile fertleri olmakla birlikte yaşamayan kimseler arasında bu suçun işlenmesi mümkündür. Yalnız bu gibi durumlarda birbirlerinin konutlarına girilmemesi hususundaki düşüncelerin önceden açıklanması gerekir. Çünkü aile fertleri ayrı yaşasalar bile birbirlerine gidip gelmek adet gereğidir. Karı veya koca evlilik birliği devam ettiği ve hakim tarafından ayrılık kararı verilmediği müddetçe birbirlerine karşı bu suçu işleyemezler.

Aynı odayı konut olarak paylaşan birden fazla kişi, bu odaya veya varsa müşerek kullanılan yerlere girme bakımından birbirlerine karşı konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili olamazlar.

Konut dokunulmazlığı ihlal suçu ile konutun fiziki varlığı ya da mülkiyeti değil, burada yaşayanların kişi hürriyeti korunduğundan kiraya verilen evin maliki, kiracısı aleyhine bu suçu işleyebilir. Şu halde ev sahibinin mülkiyet hakkı, kiracısının konut dokunulmazlığının ihlalini, haklı kılmaz.

C.Manevi Unsurlar

Konut dokunulmazlığını ihlal suçu kasten işlenebilen bir suçtur. Bu suç taksirle işlenemez. Fail başkasının konut dokunulmazlığını bilerek ve isteyerek ihlal etmiş olmalıdır. Kanunumuz failin belirli amaçla hareket etmesini aramamış ve dolayısıyla manevi unsurlar arasında saike yer vermemiştir. Yargıtay bir kararında “ancak sanıkların katılanın konutuna rıza dışı girdiklerinin oluşa uygun kabul edilmesine karşın, kasıt ile amaç bir birine karıştırılarak, genel kast ile işlenen konut dokunulmazlığını bozma suçunda özel kasta yaslanılarak sanıkların amaçlarının katılanla barışmak olduğu ve suç işleme kastlarının bulunmadığı gerekçesi ile beraat hükmü kurulması yasaya aykırıdır.”  Demekte ve bu suçun işlenmesinde özel kastın aranmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Suça Teşebbüs:

Konuta girmek veya konuttan çıkmamak hareketlerinden birinin icrası ile suç gerçekleştiğinden, konut dokunulmazlığını ihlal, sırf hareket suçudur. Bu itibarla ancak icra hareketlerinin parçalara ayrılabildiği hallerde teşebbüs söz konusu olabilir. Nitekim girmek eylemi için teşebbüs söz konusu olabilirken bir durum ifade eden çıkmamak eylemi için teşebbüsten söz etmek mümkün değildir. Konuyla ilgili Yargıtay’ın verdiği bir karar da bu suçun sırf hareket suçu olduğu üzerinde durulmuş ve teşebbüs davranış parçalanbilir olduğu sürece mümkün olduğu sonucuna varılmıştır.

Suçun İçtiması 

Konut dokunulmazlığını ihlal konut içerisinde işlenen birçok suçta vasıta olmasına karşılık bağımsız bir suçtur. Nitekim konut dokunulamazlığını ihlal sırasında başka bir suçun da işlenmesi ihtimalinde, kanunların içtiması dışında 116. maddede yer alan suç kendisiyle birlikte işlen diğer eylemlerden bağımsız olduğundan gerek içtima kuralı uygulanır. Bu başlık altında hırsızlık suçu ile konut dokunulmazlığını ihlal arasındaki sıkı ilişkiyi de incelemek gerekir. TCK 142. maddesinin 1. fıkrasının b bendinde; “ hırsızlık herkesin girebileceği bir yerde  bırakmakla birlikte kilitlenmek suretiyle ya da bina veya eklentileri içinde muhafaza altına alınmış olan eşya hakkında” hırsızlık suçunun işlenmesi nitelikli hal olarak kabul edilmiştir. Hırsızlığın bu şekli pekala kişi bina veya eklentisine dahil olmadan da işlenebilir. Hatta binada hiç kimsenin oturmaması dolayısıyla konut dokunulmazlığını ihlal suçunun zaten oluşmayacağı hallerde bulunabilir. Esasen kanun koyucu bu nitelikli unsuru tespit ederken, konutta yaşayanların hürriyetlerinden ziyade, hırsızlığın işlenmesi için aşılan engellerin faildeki ahlaki çürümeyi göstermesi esas alınmıştır. Dolayısıyla, hırsızlık suçunun faili, eylemini konut veya konut eklentisine girerek işlerse diğer şartları da mevcut olmak kaydıyla ayrıca konut dokunulmazlığını ihlal suçundan da cezalandırılmalı yani gerçek içtima kuralı uygulanmalıdır.

 

Konut Ve Çatılı İş Yeri Kiralarında Tahliye Sebepleri

Konut Ve Çatılı İş Yeri Kiralarında Tahliye Sebepleri

07 Şub Çarşamba
12:55

AV. MURAT TEZCAN: KONUT DOKUNULMAZLIĞININ İHLAL SUÇU


1) Genel Açıklama

Kişiliğin oluşması ve gelişmesi ile yakın ilişkisi bulunan ve kişinin en son sığınma yeri olan konut dokunulmazlığı, Anayasanın 2. kısmında düzenlenen temel hak ve hürriyetlerin düzenlendiği ve bu kısmın ikinci bölümünde yer alan kişinin hak ödevleri başlığı altında 21. maddede düzenlenmiştir. Kişi dokunulmazlığının bir görünümü olan konut dokunulmazlığı, çeşitli uluslar arası sözleşmelerde de, insan haklarını düzenleyen ve koruyan bildirilerde de yer almıştır. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde kişinin korunmaya değer hakları arasında konut dokunulmazlığı da yerini almıştır. İşte Anayasada ve uluslararası metinlerde ifadesini bulan bu ilkenin yaptırımı 5237 sayılı TCK’nın ikinci kitabının, “kişilere karşı suçlar” başlıklı ikinci kısmının, “hürriyete karşı suçları” düzenleyen yedinci bölümde “konut dokunulmazlığının ihlali başlıklı 116.maddede düzenlenmiştir. Konut dokunulmazlığının ihlal suçunun cezayı artıran nitelikli unsurlarına ilişkin düzenlemeler “ortak hüküm” başlıklı 119. maddede yer almaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlal suçları 765 sayılı TCK’nın 193 ve 194. maddelerinde düzenlenmişti. 765 sayılı TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçu “hürriyete karşı suçlar” babı içinde konut dokunulmazlığını bozma suçlarına bir fasıl ayırarak düzenlemişti. Buna göre 193. maddede şahıslar tarafından işlenen konut dokunulmazlığı ihlali eylemi, 194. maddede ise, memurların görevlerini kötüye kullanmak suretiyle işledikleri konut dokunulmazlığını ihlal fiili, ayrı ayrı suçlar olarak öngörülmüştü. 5237 sayılı yasada ise böyle bir ayrıma yer verilmemiş ve konut dokunulmazlığını ihlal suçunu herkes tarafından işlenebilen bir suç olarak düzenlemiştir. Ancak fiilin sıfatı cezanın tespitinde nazara alınmıştır.

2) 5237 Sayılı Yeni TCK ile 765 Sayılı Eski TCK da Düzenlenişleri Açısından Konut Dokunulmazlığı İhlal Suçu 

     Farklar:

1- Konut Dokunulmazlığının ihlali suçları bakımından yapılan değişikliklerin başında; TCK.nun 194 üncü maddesinde yer alan suçun 5237 s.lı Kanunda yer almaması gelmektedir. Yeni kanun hürriyete karşı işlenen suçlara ilişkin ortak hükümler içeren 119 uncu maddenin e bendinde fiilin “Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle” işlenmesi bir ağırlatıcı sebep olarak kabul edilmiştir.

2- Maddede mesken yerine “konut”, müştemilat yerine de “eklenti” kavramı kullanılmıştır.

3- Bilindiği üzere konuta veya konutun eklentilerine girmek veya girdikten sonra çıkmamak konut dokunulmazlığı suçunu oluşturmaktadır. 765 sayılı Kanunda sivil kişiler tarafından konuta girilmesi ve girdikten sonra çıkılmaması suç olarak kabul edilmiş iken memur tarafından işlenen konut dokunulmazlığını ihlal suçu açısından sadece konuta girmek suç olarak kabul edilmişti. Bu husus doktrinde tartışmalara sebep olmuş ve memurun rıza ile konuta girmesinden sonra çıkmaması halinde  hangi suçun oluşacağı hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştü. Mevcut düzenleme ile memurun işlediği konut dokunulmazlığını ihlal suçu bağımsız bir suç olmaktan çıkarıldığı ve suçun temel şekli bakımından konuta rıza hilafına girme veya rıza ile girdikten sonra çıkmama suç olarak kabul edilerek tartışmaya son verilmiştir.

4- Suçun maddi unsurunun oluşumu bakımından 5237 sayılı TCK. da rızaya aykırı olarak girme ve rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama yeterlidir. 765 sayılı TCK.da ise rıza hilafına, gizlice ve hile ile konuta veya eklentisine girme rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama suç olarak kabul edilmiştir. Yeni Kanunda, “ gizlice veya hile ile girme”  de rızaya aykırı olarak girme  kabul edilmiştir. Bu husus madde gerekçesinde; “Konut sahibinin konuta girildiğinden haberdar olmaması aynı zamanda rızasının da olmaması anlamına gelir. Bu nedenle, konuta gizilice veya hile ile girilmiş olması halinde, bu suç oluşur” şeklinde ifade edilmiştir.       

5- 5237 sayılı Kanunun 116 ıncı maddesinin 2 inci fıkrasında yeni bir düzenleme yer almaktadır. Buna göre; evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. 

765 sayılı TCK.nun 193  üncü maddesinde yer alan suçun oluşması bakımından rıza hilafına konuta veya eklentilerine girmek veya rıza hilafına çıkmamak gereklidir. Ancak söz konusu maddede rızanın kim tarafından açıklanacağı hususuna yer verilmiş değildir. 5237 s.lı kanunun 116 ıncı maddesi ile evlilik birliği içinde aile bireylerinden birinin, müşterek kullanılan konutlarda bu konutu kullananlardan birinin rıza beyan edebileceği ifade edilerek konuya açıklık getirilmiştir. Rızanın açıklanması halinde fiil hukuka uygun olduğundan söz konusu suç oluşmayacaktır. Konuta girişin hukuka uygun olarak kabul edilebilmesi için rıza beyanı meşru bir amaca yönelik olmalıdır. Örneğin konuttaki teknik bir arızanın giderilmesi için diğerinin bilgisi olmaksızın eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi halinde bu rıza geçerlidir. Ancak eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi  halinde, rıza hukuka uygun olmayacak ve  konut dokunulmazlığını ihlal suçu gerçekleşecektir.

6- 5237 s.lı Kanun ile getirilen bir başka yeni düzenleme 116 ıncı maddenin 3 üncü fıkrasında yer almaktadır. Buna göre; “birinci fıkra kapsamına giren fiillerin, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur”. Bu husus 765 sayılı TCK.da yer almamakla birlikte “Memurun Konut Dokunulmazlığı Suçunu” düzenleyen 194 üncü maddede memurların “efradın ticaretgahları veya idarehaneleri gibi hususi mahaller usulsüz olarak araştırılırsa fail … hapsolunur”  hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde de görüldüğü üzere burada konut dokunulmazlığından ayrı bir suç bulunmaktadır. 116 ıncı maddenin 1 inci fıkrasında tanımlanan fiillerin rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi halinde fail cezalandırılacaktır.

   7- 5237 sayılı TCK.nun 116 ıncı maddesinde düzenlenen Konut Dokunulmazlığını İhlal Suçu nitelikli haller bakımından da değişikliğe uğramıştır.

3)Tarihsel Gelişimi

Konut dokunulmazlığının ihlal tarihin çok eski dönemlerinden beri cezalandırılan bir fiildir. Eski çağlarda konut, kutsal bir şey “res sacra” – aile ilahlarının mabedi ve oturduğu yer- olarak kabul edilmekteydi. Daha sonraları konut kişinin kendisi gibi korunmaya başladı ve konut dokunulmazlığı sosyal bir vasıfkazandı.

Batı hukukunda ise ilk kez açık bir şekilde Roma hukukunda ve Germen Hukukunda görülmektedir. Roma hukukunda konut dokunulmazlığının ilk defa sosyal bir nitelik kazanması “Lex Cornelia de İniuriis” yasasıyla oluşmuştur. Bu yasa bir kimseyi dövmek, yaralamak ve bir kimsenin zorla evine girilmesini yaptırıma bağlamıştır. Böylece aile ocağı, bir kimsenin evi, hiç kimsenin güç kullanarak zorla giremeyeceği ve yine hiç kimsenin zorla çıkarılamayacağı bir sığınak olarak kabul edilmiştir.

Germen hukukunda konut dokunulmazlığını ihlal, en saygı duyulan, kutsal olan huzurun bozulması sayılmaktadır. Alman mevzuatında görülen “hausfriedensbruch” (ev huzurunun bozulması) terimi, insanların huzur haklarının ihlali sayılmaktadır. Germen hukukunda, Roma Hukukundan farklı olarak ne gibi fiil ve hareketlerin konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getireceği sınırlı olarak belirtilmiştir. Lex Rotari bahçe kapısının kırılması, başkasının evinin avlusuna yasaya aykırı biçimde girilmesi, başkasının avlusuna ok ve mızrak atılması gibi şekiller altında saymıştır.

Görüldüğü üzere her iki hukuk dalında konut dokunulmaz bir yer olarak kabul edilmiştir. Hatta bu ilke anglo sakson hukuk düzeninde bu kural şu şekilde ifade edilmiştir. “Bir İngiliz’in kalesi evidir.” Bu kuralı İngiliz Parlamentosunda Lord Chatham 200 yıl önce şöyle ifade ederek açıklamıştır. “ en yoksul insan bile kulübesinde, kralın bütün kuvvetlerini defetmek hakkına sahiptir. Yoksul bir kişinin ocağı sönmüş olabilir, çatısı sallanabilir, rüzgar derme çatma kapıları açabilir, pencereleri koparabilir, fırtına oraya girebilir, yağmur içeri akabilir; fakat İngiltere Kralı oraya giremez. Bu harap kulübenin her tarafı açıktır. Fakat kralın sindirici gücü ve heybeti o harabeyi aşamaz”

İslam hukukunun bir dalı olan İslam ceza hukuku Ukubat ise konut dokunulmazlığını açıkça düzenlememekle birlikte özel yaşamın gizliliğinin korunması konusunda hassas davranmış ve özel hayatın geçtiği konutta dolaylı olarak korunmuştur.

Osmanlı döneminde ise konut dokunulmazlığı ilk olarak  “ Ceza Kanunanemi Hümayunu” 105. maddesinde bir kimsenin hanesine cebren girilemeyeceğini söylemek suretiyle düzenlemiştir. Dolayısıyla konuta girme zorla olmadığı takdirde bunu konut dokunulmazlığının ihlali olarak kabul etmemiştir. Fakat Osmanlı döneminde konut dokunulmazlığının bir anayasal hak olarak düzenlenmesi 1876 Anayasası ile olmuştur. Kanuni Esasinin 22. maddesinde, “Memaliki Osmaniyede herkesin mesken ve menzili taarruzdan masundur. Kanunun tayin ve eylediği ahvalden maada bir sebeple hükümet tarafından cebren hiç kimsenin mesken ve menziline girilemez” denilerek konut dokunulmazlığı benimsenmiştir.

4)Karşılaştırmalı Ceza Yasalarında Konut Dokunulamazlığını İhlal Suçu

Konut dokunulmazlığı ihlal suçları bütün ülke mevzuatlarınca cezalandırılan bir eylemdir. Fakat düzenleniş biçimleri ve kanunlardaki yerleri farklılık göstermektedir. Örneğin federal Almanya ve Hollanda bu suçu kamu düzenini ihlal eden filer arasında sayarken diğer modern kanunlar hürriyete veya ferdin şahsi hürriyetine bir tecavüz teşkil ettiğini öngörür ve fiile şahsi hürriyet ve anayasal güvencelere karşı işlenen suçlar arasında yer verir.

Bazı kanunlarda fiilin kamu görevlisi tarafından işlenmesi suçun basit şeklini oluşturur. Bu hukuklarda konut dokunulmazlığının bir kamu görevlisinin görevini kötüye kullanması suretiyle ihlal edilmesi esas fiil olarak cezalandırılmaktadır. Örneğin Fransız ceza yasası 184. maddede “ idari ve kazai sistemin her memuru, her emniyet teşkilatı veya adli teşkilat görevlisi, kamu iktidarının her yetkilisi, bu sıfatlarını kullanarak bir vatandaşın iradesine karşı gelerek ikametgahına, kanununda öngörülen hallerin dışında veya kanunda hapis veda yazılı formaliteler olmaksızın, girerse 6 günden bir yıla kadar hapis ve 500 Franktan 8000 Franka kadar para cezasına, kanununun 114. Maddesinin ikinci fıkrasındaki hal ayrı olmak üzere cezalandırılır.

Bir vatandaşının ikametgâhına cebir, fiili yolarla tehdit ya da çeşitli manevralarla giren bir kimse de aynı ceza ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda öngörülen cezalar, suçun bir grup tarafından işlenmesi halinde iki misli hükmedilir.” suçun basit şekli konut dokunulmazlığını ihlal suçunu bir kamu görevlisinin işlemesi olarak düzenlemiştir.

Buna karşılık konut dokunulmazlığını ihlalin basit şeklinde eylemin şahıslar tarafından işlenmesini arayan bazı ceza kanunlarında, bir kamu görevlisi tarafından gerçekleştirilmiş olması cezayı artıran nitelikli unsur olarak kabul edilmiştir.

5)Korunan Hukuki Değer

Bu suçla korunmak istenen hukuki değer konusunda doktrinde değişik görüşler yer almaktadır. Bir görüşe göre korunan hukuki menfaat kişi hürriyetine yakın fakat bu hürriyetle aynı olmayan özel niteliğe sahip konut hakkıdır. Konut hakkının yani kanunun koruduğu mahallelerde tecelli eden hürriyetin kasten ihlali, konut dokunulmazlığının ihlal suçunu meydana getirir.

Bir diğerine göre, konut dokunulmazlığını ihlal fiili kişi hürriyeti aleyhine bir suçtur. Esasta iradesine göre istediği bir hareket eden kişinin konut dokunulmazlığını ihlal fiiliyle irade ve ona göre hareket edebilme serbestisi sınırlanmış olmaktadır. Fiil, irade ve hareket serbestisine bir saldırıdır. Kişinin iradesini esas alan bu görüş, onun iradesine karşı olan fiili, hürriyet aleyhine suç kabul etmektedir.

765 sayılı kanunun benimsediği görüş ise korunan değerin kişinin konutunda huzur ve güven içinde yaşamasını güvence altına alınmasıdır. Çünkü konut dokunulmazlığının ihlali, kişide yalnız maddi bir huzursuzluk doğurmakla kalmaz, onun özgürlüğünü de ihlal eder. Yoksa burada kanun mülkiyet veya diğer ayni bir hakkı korumamaktadır. İtalyan öğretisine göre de, korunan hukuksal yarar, bir kimsenin saldırıya ya da keyfi müdahalelere uğramaksızın, kendi konutunun içinde kişiliğini serbestçe dışa vurma özgürlüğüdür. 

6)Maddenin Ceza Kanunundaki Yeri İtibariyle Değerlendirme

Konut dokunulmazlığının ihlal suçu ceza kanunda kişilere karşı suçlar kısmının hürriyete karşı suçlar bölümünün altında düzenlenerek korunan değeri kişi hürriyeti olarak tespit ettiğini göstermektedir. Gerçek anlamda hürriyet aleyhine işlenen suçları devletin, kişinin hürriyetine müdahalesi sonucu oluşan suçlar olarak tanımlamak gerekse de devletin subjektif özel hürriyetleri koruma görevi düşünüldüğünde madde metinin burada olması anlamlıdır. Kaldı ki suçun nitelikli hallerinin düzenlendiği ortak hüküm niteliğindeki 119. madde de kişi hürriyetini devlete karşı korunduğu gözlenmektedir. 

Maddenin gerekçesi de maddenin yerini belirlerken gözettiği ölçütleri şöyle tanımlamıştır. “Madde, Anayasanın 21 inci maddesinde güvence altına alınan konut dokunulmazlığını ihlâl fiillerini suç olarak tanımlamaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlâli, kişinin kendisine özgü barış ve sükununu ve yuvasındaki yaşamının sulh ve selametle cereyanı için varolması gerekli güvenlik duygusunun sarsılmasını ifade etmektedir.

Bireylere karşı işlenen ve aynı zamanda onların muhtaç oldukları güvenlik ve sükunu ihlâl eyleyen bu fiillerin, hürriyete karşı işlenen suçlar arasında bir suç olarak tanımlanması uygun görülmüştür.”

    SUÇUN TAHLİLİ

A)Maddi Konu

Bu suçun maddi konusunu “konut” ve “eklenti” oluşturmaktadır.  Bir başka deyişle konut veya eklenti bu suçun önkoşulu olu, korunan hukuki yarar buraya girmekle ihlal edilecektir. Konut ve eklentiden ne anlaşılması gerektiğini incelemek gerekmektedir.

  1. a. Konut:  Sözlük anlamı itibariyle konut kişinin fiilen oturduğu yer olarak tanımlanmaktadır.  Dikkat edileceği üzere ilk göze çarpan nokta günlük yaşamda çoğu kez birbirleri yerine kullanılan ikametgâh kavramı ile konut kavramının ayrı olmasıdır. Ceza hukukunda konut “ bir kimsenin geçici de olsa oturmak için sığındığı her yerdir. ”Medeni hukuk bakımından ise ikametgâh, kişinin belirlenmesinde önemlidir. Kişi yeryüzünün belirli bir yerinde yaşamak, bulunmak, eylem ve işlemlerini orada toplamak zorundadır. Kişi burada, haklarını kullanmak, borçlarını yerine getirmek, yapılan ödemeleri kabul etmek, kendisine bildirilmesi, ulaşması gerekli her türlü yüküm, ödev görev ve işlemlerle ilgili olarak bilgi edinmek olanağını kazanmaktadır. Yani yasa her yeri ikametgâh olarak kabul etmeyip, ancak yerleşmek niyetiyle oturulan yerleri ikametgâh saymıştır. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere her ikametgâh ceza hukukunun belirlediği anlamda konuttur. Fakat her konut medeni hukuk kapsamında ikametgâh değildir. Bu halde konut için çok genel bir tanım yapmak gerekirse, bireyin kendisine yuva ittihaz ettiği bir yer konuttur. Bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu genel tanımdan ötesine belli kriterlere ihtiyacımız vardır.

aa) Geçici veya Devamlı Bir Yerde Kalma: Konut dokunulmazlığını ihlal suçu ile maddi bir şey değil, kişinin hürriyeti korunmaktadır. Bu nedenle kimsenin geçici veya daimi olarak, özel yaşamında yaşadığı ve oturduğu her yeri konut saymak gerekir. Bir konut sayılabilmesi için bu yerde belirli bir süre kalınması şart olmayıp, geçicide olsa diğer koşullar yerine gelmişse, bu yer konut sayılmalıdır. Yargıtay bir kararında “herhangi bir şahsın kendisine muvakkat* olsa bile ikamet ittihaz ettiği her nevi yerin mesken” sayılacağını belirtmiştir.

bb) Gece İstirahatına Tahsis Edilip Edilmememe Durumu: Öğretide hakim görüş konutun geniş olarak kabul edilmesi gerektiğini, gece istirahatına tahsis edilmesi, gece yatma olanağı sağlamaması o yerin konut sayılması için şart değildir. Bir yerin kişin ihtiyaçlarını kısmen dahi karşılayabiliyorsa yani kişilerin yaşamsal faaliyetlerini geçirdikleri yer de konut sayılmalıdır.

cc) Yerin tahsis Amacı: Genel kabul edilen görüşe göre, konut olarak tahsis edilmemiş olsa dahi kişilerin yaşamsal faaliyetlerinin bir bölümünü geçirdikleri yer konut sayılır. Yargıtay da verdiği kararlarda, aslında konuta tahsis edilmemiş yerlerin(hayvan damı, okul vb.) fiilen yuva olarak kullanılmaları halinde konut sayılmaları gerektiği düşüncesindedir. Bir yer halen ve fiilen aile veya fert hayatı bakımından kullanmaya tahsis edilmiş olmalıdır. Bu bakımdan ilerisi için oturmaya ayrılmış, örneğin boş mahale girme konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getirmez. Ayrıca bir yerin konut sayılamsı için tahsisin sürekli olması da şart değildir, geçici de olabilir.

dd) Bir Yerin Konut Olarak Kullanıldığının Belirlenmiş Olması: bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu yerin dışarıdan anlaşılacak şekilde konut olarak tahsis edildiğinin anlaşılması gerekmektedir. Yani bu yerin dış dünyadan ayrı tutulduğunu belirtecek emarelere ihtiyacımız vardır. Yargıtay bir kararında “konut olarak kullanılması durumunda çadıra girmek konut dokunulmazlığını ihlal suçunu oluşturur” diyerek konutu belirlenmesinde ana ayrımın dış dünyadan belli ve anlaşılır şekilde ayrılma iradesinin varlığına işaret etmektedir.

ee) Boş Yerlerin Konut Olup Olmaması Durumu: Bir yerin konut olarak kabul edilebilmesi için sadece tahsis amacı yetmediğini bir yer oturmak için tahsisi edilmiş olsa bile bu yerde oturulmuyorsa ceza hukuku anlamında konut sayılamayacağı kabul edilmemelidir. Örneğin taşınmak için eşyaların bir yere bırakılmış olmasına karşın o yerde oturulmuyorsa bir başka deyişle yer kişilerden gayrı bir yer teşkil ediyorsa buraya girmek konut dokunulmazlığının ihlali anlamına gelmeyecektir. Yargıtay da bir kararında “ yayla evi suç tarihinde terk edilmiş olup olmadığının araştırılması …”Gerekliliği üzeride durarak boş olan yerlere girmek durumunda konut dokunulmazlığını ihlal suçunun oluşmayacağını belirtmiştir. Bu suçta korunan değer kişinin huzur ve sükûnu olduğu düşünülürse boş bir yer girmenin veya girip de çıkmamanın kimsenin huzurunu etkileyebileceği düşünülemez. Ancak oturulan ve fakat suç anında içinde kimse bulunmayan bir konuta girilmiş olması halinde, suç işlenmiş olur.

ff) Konutun Bir Bina Olması Koşulunun Aranıp Aranmaması: Bir yerin konut sayılabilmesi için yapısı, genişliği, niteliği ve biçimi önem taşımaz. Bu nedenle oturulan yerin “bina” biçimde olmasına gerek olmadığı gibi, üstünün açık veya kapalı olması da önem taşımaz. İçinde oturmak koşuluyla taşınırlarda suça konu olabilir. Bu bağlamda örneğin karavan, çadır, çöp bidonu, gemi kamarası, kayık, yataklı vagon kopartmanı, otel odası TCK kapsamında konuttur. Fakat İngiliz hukukunda, yer unsuru önemli olduğundan; çardak, çadır, tekerlekli geçici bir yere sabit ve sağlam nitelikte olmadıkları için konu sayılmamaktadır. Buna karşın Fransız Yargıtay’ı, karavanların konut sayılabileceklerini, özel otomobillerini ise konut olamayacağını kararında açıkça belirtmiştir.

gg) İş Yerlerinin Konuttan Sayılıp Sayılmama Durumu: Konutun niteliği gereği rıza yokluğunun tespit edildiği her durumda suçun oluşacağını kabul eden kanun koyucu bu defa somut olayda öncelikle işyerinin niteliğinin incelenmesi gerektiğini, eğer işyeri açık rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi olağan yerlerden ise bu halde işyerinin niteliği sebebiyle işyeri dokunulmazlığı suçunun oluşmayacağı sonucuna varılmıştır. Market, mağaza, dükkân gibi herhangi bir şart aramaksızın açık olduğu saatlerde herkesin giriş çıkış yapabileceği kapalı alanlar, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat(alışılmış) olan yerlerden sayılmalıdır.Baştan örtülü veya açık iradeyle işyerlerine giriş ve çıkış yapabileceği anlaşılan işyerlerinde, sonradan ve keyfi olarak iznin olmadığını veya kaldırıldığını iddia etmek isabetli değildir. Buna karşılık açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olmayan avukatlık bürosuna, doktorun muayenehanesine fail tarafından izin alınmaksızın gizlice, hileyle, cebir ve veya tehditle girilmesi durumunda suç tamamlanmış olacaktır.

ğğ) Resmi Dairelerin Konut Kapsamına Girip Girmedikleri: Resmi daireler konut sayılamazlar. Yargıtay’ımız resmi dairelerin konut olarak kabul edilemeyeceğini ancak resmi nitelikte olan binalarda çalışma saatleri dışında konaklanması durumunda buralarında ceza hukuku kapsamında konut olarak kabul edilebileceği düşüncesindedir. Bir kararında “içinde köy ebesinin ikamet ettiği herkesçe bilinen sağlık evinin” ve “aynı hastanede hemşire olan mağdurenin ikametine tahsis edilen odanın “özellikle gece vakti konut sayılacağına hükmetmiştir.

Ayrıca birden fazla kimsenin kamu hukuk gereği birlikte oturmaya mecbur tutuldukları ceza veya tutukevlerinin hükümlü veya tutukluların konutu sayılıp sayılmayacakları üzerinde durulmalıdır. Öğretideki genel kabule göre konut dokunulmazlığı ihlal suçunun esas itibariyle amacı konut içinde bulunanların kişisel hürriyetlerini korumak olduğundan hürriyetleri esasen kısıtlanmış kimselerin konut dokunulmazlıklarını ihlal edildiklerini sürmek yerinde değildir. Diğer bir deyişle hürriyetin kısıtlanmış olması durumunda konut dokunulmazlığının kaynağı ortadan kalmış olacaktır. Fakat Yargıtay’ın tam aksi yönde kararı bulunmaktadır.

b)Eklenti: Sözlük anlamı itibariyle bir konutun veya binanın kullanış açmalarından herhangi birini tamamlayan(kolaylaştıran) bina ve yapılardır.örneğin binadan ayrı kömürlük, garaj gibi.Asıl itibariyle yargıç bir yerin eklenti olup olmadığına karar verirken somut olayda fiili gerçekleştiren failin, kişinin hürriyetlerinin, huzur ve güvenin ihlal edilip edilmediğini göz önüne alacaktır.

Eklentinin Unsurları:

aa. Bir yerin eklenti sayılabilmesi için mutlaka oranın konuta bitişik veya onun yakınında bulunmasına bağlı değildir. Girildiğinde konutta oturanların sükun ve huzurunun bozulduğu, konuta bitişik olmayan hatta konuta uzak bir yerde eklenti sayılabilir. Yargıtay verdiği bir kararla, mağdurun evinden ayrı bulunan ve etrafı çevrili olmayan boş alana açılan kömürlüğün eklenti sayılamayacağını belirtmiştir. Buradaki temel kıstas fiilin huzuru bozup bozmadığı ve eklentinin konuta ait olduğu emarelerinin olup olmadığıdır.

bb. Hak sahibinin başkalarının girmesine rızasının bulunmadığını gösterecek şekilde bir yerle ilgili tedbirler alması. Örneğin oranın etrafının çitle, duvarla çevrilmesi gibi. Yargıtay’ımızda etrafı duvar veya çitle çevrili olmayan ya da umuma açık yerlerden net olarak ayrılmayan avlu, sahnlık, ya da bahçeyi eklenti olarak kabul etmemiştir. Bununla birlikte kastedilen tedbirlerin mutlaka sağlam ve aşılması imkansız şekilde olmalarına gerek yoktur. Hatta bu tedbirlerin maddi olması da şart olmayıp, psikolojik bir engel veya işaret kâfidir.  Ancak bir erin etrafının çevrili olması onun her zaman eklenti sayılacağı anlamına gelmemelidir. Hatta konuta uzak bir mesafede bulunan yazlık bir kulübe eklentiden sayılamaz.Bizim için en önemli tanımın Yargıtay tarafından bir karar vesilesi ile verilen tanımdır ki o kararda eklentiden anlaşılması gerekeni “ içine girilmesi veya girdikten sonra çıkılmaması konutun huzur ve güvenliğini, kişi hürriyetini ortadan kaldırabilecek olan yerler” olarak tanımlamıştır.

B)Suçun Maddi Unsurları:

a)Fiil: konut Dokunulmazlığını ihlal suçunda yasaklanan fiil, failin kendisini oradan çıkartmak hakkına sahip olan birinin rızasına aykırı olarak konutuna veya konutun eklentisine “girmesi” veya rıza ile girdikten sonra “çıkmamasıdır”. Ayrıca belirtmek gerekirse gizlice veya hile ile girmek veya rıza ile girdikten sonra gizlenerek veya hile ile çıkmamak hallerinde de, hak sahibinin rızasının bulunmadığı açıktır. Yasada seçenekli olarak iki hareket belirtildiği için konut dokunulmazlığını ihlal suçu seçimlik hareketli suç olduğu konusunda duraksamaya gerek yoktur. Bu suç, icraî bir davranışla işlenebileceği gibi, ihmali davranışla da işlenebilir. Başkasının konutuna veya konutun eklentilerine rıza ile girdikten sonra, çıkmama hâlinde, konut dokunulmazlığı ihmali davranışla ihlâl edilmektedir. 

aa) Girmek: Kanunda tanımı yapılmayan girmek fiilinin konut veya eklentisine yönelik olması gerekir. Failin konut veya onun eklentisine tüm vücudu ile dâhil olması gerekmektedir. Nitekim Yargıtay da verdiği kararlarda, örneğin, kapının, pencerenin vurulması, duvara merdiven dayayıp içeri gözetleme, taş atmak, pencereden bir şey uzatmak ve silahla ateş etmek konut dokunulmazlığına vücut vermez.Vücudun tamamının girmesi hangi yolla olursa olsun önemli değildir. Pencereden, bacadan, tünel kazmak veya normal giriş yollarının kullanılmış olması önemli değildir.

bb) Çıkmamak: Konut dokunulmazlığını ihlal suçunda yaptırıma bağlanan seçimlik hareketlerden ikincisi, hal sahibinin rızası ile girilen konuttan “çıkmamaktır”. Çıkmamak fiilinin meydana gelmesi için, hak sahibinin söz, hareket ve tavırlarıyla kendisini çıkmaya davet etmesine rağmen, failin rıza ile girilen yerden ayrılmamasına bağlıdır. Öğretide ve uygulamada, konuttan veya eklentisinden çıkmayarak kalmanın ne kadar sürmesi gerektiği konusu tartışmalıdır. İsviçreli yazar Lagoz, dışarıya çıkılması konusundaki davet karşısında bir an için tereddüt etmek suçun oluşması bakımından yeterli olamaz. Bu nedenle, hak sahibinin failin orayı terk etmesi isteğine karşın failin kısa bir süre tereddüt etmesi çıkmamak sayılmaz. Örneğin failin eşyalarını toplamak için gerekli bir süreye ihtiyaç duyması ve eşyalarını toplamakla uğraşıyorsa, çıkmamak öğesinin oluştuğundan söz edilemez.  Ayrıca hak sahibi, konutunun terk edilmesini açıkça istediği anlamına gelen bir hareket yapmış olmasına karşın failin evden kendiliğinden çıkmaması üzerine hak sahibi veya 3. Kişi tarafından zorla çıkarılması da “çıkmama” unsurunun gerçekleşmiş olduğunu gösterir.

cc) “Girmek” ve “Çıkmamak” Fiillerinin Hak Sahibinin Rızasına Aykırı Olmaması:  Konuta veya eklentisine hile ile veya gizlice girildiğinde ya da rıza ile girilip bu hallerden biri vasıtasıyla çıkılmaması hak sahibinin rızası hilafı hareket anlamına gelir.”Rızasına aykırı olarak” kavramı, failin konuta girmek ( veya girdikten sonra çıkmamak) ile hak sahibinin iradesine aykırı hareket ettiğini bildirmesi ya da hak sahibinin girmesine ( veya çıkmamasına) izin vermeyeceğini tasavvur etmesi anlamına gelir.hak sahibi iradesini yazılı veya sözlü açıklayabileceği gibi bazı işaret ve maddi engellerle de açıklayabilir. Örneğin bahçenin etrafını duvarla çevirmek, bahçe kapısına zil takmak gibi. Ayrıca hak sahibin fiilin oluşumu sırasında konutta bulunması şart değildir. Yargıtay 765 sayılı verdiği bir kararda “ … Müdahil EY’nin apartman dairesine, kendisi evden yokken yeğeni MY’nin arkadaşlarını davet etmesi ve eğlenirlerken müziğin sesinden rahatsız olan komşunun aralık olan kapıya ayağını koyarak içeri girmesi konut dokunulmazlığı suçunu oluşturur. Konutta görüldüğü şekilde yüksek sesli müzik çalınması konuta rıza hilafına girme hakkı kazandırmaz” demiştir. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki açık veya bulunan olgulardan şüpheye yer vermeyecek şekilde anlam çıkarılacak kapalı bir rıza ise fiil suç oluşturmaz. Rızanın bulunmadığının failce yeterince bilinmediği hallerde, mahalli örf ve adetlerle olayın çözümlenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Örneğin evin girişinde etrafı çevrili bir bahçe olsa, kapısı sürgülü bulunsa bile ev sahiplerinin buraya bir şey sorulması için girilmesine rızası olduğu genel teamüllere göre kabul edilir.

aaa)Rızayı Açıklamaya Yetkili Kişiler

1-Konutta Tek Kişi Oturuyorsa: Konut tek kişi tarafından kullanılıyorsa bu kişinin rızası yeterlidir.

2-Konutta Birden Fazla Kişi Oturuyorsa: Konut dokunulamazlığında koruna değer mülkiyet hakkı ya da başka bir ayni hak olmadığı, kişinin hürriyeti ve huzuru olduğu düşünülürse, bu sübjektif hakka ve meşru bir nedene dayanarak konutta bilfiil oturan kişi ya da kişiler rıza açıklamaya yetkilidir. 116. maddenin 2. Fıkrasında konuyla ilgili özel bir düzenleme getirilmiştir. “Evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir.” Bu fıkrada evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının yeterli olduğunu ifade etmiştir. Fakat anılan madde metinin de bu rızanın meşru bir neden dayandırılması ifadelerle açıklanmış ve örneklendirilmiştir. “Maddenin ikinci fıkrası, söz konusu suçun hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldıran rıza ile ilgili bazı durumlara ilişkin hükümler içermektedir. Buna göre, evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının olması, söz konusu suça ilişkin hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldırır. Keza, konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin konuta girme konusunda rıza göstermesi, fiilin hukuka uygun hâle getirir. Ancak bu hâllerde konuta girişin hukuka uygun sayılabilmesi için, rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. Bu bakımdan örneğin, konuttaki teknik bir arızanın tamiri için, diğerinin bilgisi olmaksızın, eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi hâlinde, bu rıza geçerli bir rıza olarak kabul edilmelidir. Buna karşılık, eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi durumunda, bu kişinin konuta girmesine gösterilen rızanın, geçerli bir rıza olarak kabul edilmesi imkânsızdır ve bu durumda diğer eşe karşı işlenmiş konut dokunulmazlığını ihlâl suçu söz konusudur.”

Bununla birlikte ergin kız ya da erkek evladın eve sevgilisinin girmesi konusundaki rızası geçerlidir. Fakat ailenin yanına misafir olarak gelmiş kişilerin eve başka bir şahsı alma bakımından rıza açıklamaya yetkili oldukları düşünülemez.

Başka durumlar düşünüldüğünde yetkili kişileri şöyle sıralayabiliriz: a)Tümü bir konut olan, fakat her odasında değişik kişilerin oturduğu yerlerde, her oda ayrı bir konut olarak kabul edilmeli ortak alanlar için herkes rıza açıklamaya yetkili fakat odalar için sadece kendi alnaları ile sınırlı bir rıza açıklamasına yetkilidirler. b)aynı odayı birden fazla kişinin konut olarak kullanması durumunda bu odada oturanların hepsi rıza açıklamaya yetkilidirler.

b.Fail ve Mağdur:

TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili bakımından özel bir şart yer vermediğinden fail herkes olabilir. Aile fertleri arasında konut dokunulmazlığını ihlal suçunun gündeme gelemeyeceği oldukça açıktır. Fakat aile fertleri olmakla birlikte yaşamayan kimseler arasında bu suçun işlenmesi mümkündür. Yalnız bu gibi durumlarda birbirlerinin konutlarına girilmemesi hususundaki düşüncelerin önceden açıklanması gerekir. Çünkü aile fertleri ayrı yaşasalar bile birbirlerine gidip gelmek adet gereğidir. Karı veya koca evlilik birliği devam ettiği ve hakim tarafından ayrılık kararı verilmediği müddetçe birbirlerine karşı bu suçu işleyemezler.

Aynı odayı konut olarak paylaşan birden fazla kişi, bu odaya veya varsa müşerek kullanılan yerlere girme bakımından birbirlerine karşı konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili olamazlar.

Konut dokunulmazlığı ihlal suçu ile konutun fiziki varlığı ya da mülkiyeti değil, burada yaşayanların kişi hürriyeti korunduğundan kiraya verilen evin maliki, kiracısı aleyhine bu suçu işleyebilir. Şu halde ev sahibinin mülkiyet hakkı, kiracısının konut dokunulmazlığının ihlalini, haklı kılmaz.

C.Manevi Unsurlar

Konut dokunulmazlığını ihlal suçu kasten işlenebilen bir suçtur. Bu suç taksirle işlenemez. Fail başkasının konut dokunulmazlığını bilerek ve isteyerek ihlal etmiş olmalıdır. Kanunumuz failin belirli amaçla hareket etmesini aramamış ve dolayısıyla manevi unsurlar arasında saike yer vermemiştir. Yargıtay bir kararında “ancak sanıkların katılanın konutuna rıza dışı girdiklerinin oluşa uygun kabul edilmesine karşın, kasıt ile amaç bir birine karıştırılarak, genel kast ile işlenen konut dokunulmazlığını bozma suçunda özel kasta yaslanılarak sanıkların amaçlarının katılanla barışmak olduğu ve suç işleme kastlarının bulunmadığı gerekçesi ile beraat hükmü kurulması yasaya aykırıdır.”  Demekte ve bu suçun işlenmesinde özel kastın aranmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Suça Teşebbüs:

Konuta girmek veya konuttan çıkmamak hareketlerinden birinin icrası ile suç gerçekleştiğinden, konut dokunulmazlığını ihlal, sırf hareket suçudur. Bu itibarla ancak icra hareketlerinin parçalara ayrılabildiği hallerde teşebbüs söz konusu olabilir. Nitekim girmek eylemi için teşebbüs söz konusu olabilirken bir durum ifade eden çıkmamak eylemi için teşebbüsten söz etmek mümkün değildir. Konuyla ilgili Yargıtay’ın verdiği bir karar da bu suçun sırf hareket suçu olduğu üzerinde durulmuş ve teşebbüs davranış parçalanbilir olduğu sürece mümkün olduğu sonucuna varılmıştır.

Suçun İçtiması 

Konut dokunulmazlığını ihlal konut içerisinde işlenen birçok suçta vasıta olmasına karşılık bağımsız bir suçtur. Nitekim konut dokunulamazlığını ihlal sırasında başka bir suçun da işlenmesi ihtimalinde, kanunların içtiması dışında 116. maddede yer alan suç kendisiyle birlikte işlen diğer eylemlerden bağımsız olduğundan gerek içtima kuralı uygulanır. Bu başlık altında hırsızlık suçu ile konut dokunulmazlığını ihlal arasındaki sıkı ilişkiyi de incelemek gerekir. TCK 142. maddesinin 1. fıkrasının b bendinde; “ hırsızlık herkesin girebileceği bir yerde  bırakmakla birlikte kilitlenmek suretiyle ya da bina veya eklentileri içinde muhafaza altına alınmış olan eşya hakkında” hırsızlık suçunun işlenmesi nitelikli hal olarak kabul edilmiştir. Hırsızlığın bu şekli pekala kişi bina veya eklentisine dahil olmadan da işlenebilir. Hatta binada hiç kimsenin oturmaması dolayısıyla konut dokunulmazlığını ihlal suçunun zaten oluşmayacağı hallerde bulunabilir. Esasen kanun koyucu bu nitelikli unsuru tespit ederken, konutta yaşayanların hürriyetlerinden ziyade, hırsızlığın işlenmesi için aşılan engellerin faildeki ahlaki çürümeyi göstermesi esas alınmıştır. Dolayısıyla, hırsızlık suçunun faili, eylemini konut veya konut eklentisine girerek işlerse diğer şartları da mevcut olmak kaydıyla ayrıca konut dokunulmazlığını ihlal suçundan da cezalandırılmalı yani gerçek içtima kuralı uygulanmalıdır.

 

Miras Hukukunda Terekenin Tespiti

Miras Hukukunda Terekenin Tespiti

07 Şub Çarşamba
12:55

AV. MURAT TEZCAN: KONUT DOKUNULMAZLIĞININ İHLAL SUÇU


1) Genel Açıklama

Kişiliğin oluşması ve gelişmesi ile yakın ilişkisi bulunan ve kişinin en son sığınma yeri olan konut dokunulmazlığı, Anayasanın 2. kısmında düzenlenen temel hak ve hürriyetlerin düzenlendiği ve bu kısmın ikinci bölümünde yer alan kişinin hak ödevleri başlığı altında 21. maddede düzenlenmiştir. Kişi dokunulmazlığının bir görünümü olan konut dokunulmazlığı, çeşitli uluslar arası sözleşmelerde de, insan haklarını düzenleyen ve koruyan bildirilerde de yer almıştır. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde kişinin korunmaya değer hakları arasında konut dokunulmazlığı da yerini almıştır. İşte Anayasada ve uluslararası metinlerde ifadesini bulan bu ilkenin yaptırımı 5237 sayılı TCK’nın ikinci kitabının, “kişilere karşı suçlar” başlıklı ikinci kısmının, “hürriyete karşı suçları” düzenleyen yedinci bölümde “konut dokunulmazlığının ihlali başlıklı 116.maddede düzenlenmiştir. Konut dokunulmazlığının ihlal suçunun cezayı artıran nitelikli unsurlarına ilişkin düzenlemeler “ortak hüküm” başlıklı 119. maddede yer almaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlal suçları 765 sayılı TCK’nın 193 ve 194. maddelerinde düzenlenmişti. 765 sayılı TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçu “hürriyete karşı suçlar” babı içinde konut dokunulmazlığını bozma suçlarına bir fasıl ayırarak düzenlemişti. Buna göre 193. maddede şahıslar tarafından işlenen konut dokunulmazlığı ihlali eylemi, 194. maddede ise, memurların görevlerini kötüye kullanmak suretiyle işledikleri konut dokunulmazlığını ihlal fiili, ayrı ayrı suçlar olarak öngörülmüştü. 5237 sayılı yasada ise böyle bir ayrıma yer verilmemiş ve konut dokunulmazlığını ihlal suçunu herkes tarafından işlenebilen bir suç olarak düzenlemiştir. Ancak fiilin sıfatı cezanın tespitinde nazara alınmıştır.

2) 5237 Sayılı Yeni TCK ile 765 Sayılı Eski TCK da Düzenlenişleri Açısından Konut Dokunulmazlığı İhlal Suçu 

     Farklar:

1- Konut Dokunulmazlığının ihlali suçları bakımından yapılan değişikliklerin başında; TCK.nun 194 üncü maddesinde yer alan suçun 5237 s.lı Kanunda yer almaması gelmektedir. Yeni kanun hürriyete karşı işlenen suçlara ilişkin ortak hükümler içeren 119 uncu maddenin e bendinde fiilin “Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle” işlenmesi bir ağırlatıcı sebep olarak kabul edilmiştir.

2- Maddede mesken yerine “konut”, müştemilat yerine de “eklenti” kavramı kullanılmıştır.

3- Bilindiği üzere konuta veya konutun eklentilerine girmek veya girdikten sonra çıkmamak konut dokunulmazlığı suçunu oluşturmaktadır. 765 sayılı Kanunda sivil kişiler tarafından konuta girilmesi ve girdikten sonra çıkılmaması suç olarak kabul edilmiş iken memur tarafından işlenen konut dokunulmazlığını ihlal suçu açısından sadece konuta girmek suç olarak kabul edilmişti. Bu husus doktrinde tartışmalara sebep olmuş ve memurun rıza ile konuta girmesinden sonra çıkmaması halinde  hangi suçun oluşacağı hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştü. Mevcut düzenleme ile memurun işlediği konut dokunulmazlığını ihlal suçu bağımsız bir suç olmaktan çıkarıldığı ve suçun temel şekli bakımından konuta rıza hilafına girme veya rıza ile girdikten sonra çıkmama suç olarak kabul edilerek tartışmaya son verilmiştir.

4- Suçun maddi unsurunun oluşumu bakımından 5237 sayılı TCK. da rızaya aykırı olarak girme ve rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama yeterlidir. 765 sayılı TCK.da ise rıza hilafına, gizlice ve hile ile konuta veya eklentisine girme rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama suç olarak kabul edilmiştir. Yeni Kanunda, “ gizlice veya hile ile girme”  de rızaya aykırı olarak girme  kabul edilmiştir. Bu husus madde gerekçesinde; “Konut sahibinin konuta girildiğinden haberdar olmaması aynı zamanda rızasının da olmaması anlamına gelir. Bu nedenle, konuta gizilice veya hile ile girilmiş olması halinde, bu suç oluşur” şeklinde ifade edilmiştir.       

5- 5237 sayılı Kanunun 116 ıncı maddesinin 2 inci fıkrasında yeni bir düzenleme yer almaktadır. Buna göre; evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. 

765 sayılı TCK.nun 193  üncü maddesinde yer alan suçun oluşması bakımından rıza hilafına konuta veya eklentilerine girmek veya rıza hilafına çıkmamak gereklidir. Ancak söz konusu maddede rızanın kim tarafından açıklanacağı hususuna yer verilmiş değildir. 5237 s.lı kanunun 116 ıncı maddesi ile evlilik birliği içinde aile bireylerinden birinin, müşterek kullanılan konutlarda bu konutu kullananlardan birinin rıza beyan edebileceği ifade edilerek konuya açıklık getirilmiştir. Rızanın açıklanması halinde fiil hukuka uygun olduğundan söz konusu suç oluşmayacaktır. Konuta girişin hukuka uygun olarak kabul edilebilmesi için rıza beyanı meşru bir amaca yönelik olmalıdır. Örneğin konuttaki teknik bir arızanın giderilmesi için diğerinin bilgisi olmaksızın eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi halinde bu rıza geçerlidir. Ancak eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi  halinde, rıza hukuka uygun olmayacak ve  konut dokunulmazlığını ihlal suçu gerçekleşecektir.

6- 5237 s.lı Kanun ile getirilen bir başka yeni düzenleme 116 ıncı maddenin 3 üncü fıkrasında yer almaktadır. Buna göre; “birinci fıkra kapsamına giren fiillerin, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur”. Bu husus 765 sayılı TCK.da yer almamakla birlikte “Memurun Konut Dokunulmazlığı Suçunu” düzenleyen 194 üncü maddede memurların “efradın ticaretgahları veya idarehaneleri gibi hususi mahaller usulsüz olarak araştırılırsa fail … hapsolunur”  hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde de görüldüğü üzere burada konut dokunulmazlığından ayrı bir suç bulunmaktadır. 116 ıncı maddenin 1 inci fıkrasında tanımlanan fiillerin rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi halinde fail cezalandırılacaktır.

   7- 5237 sayılı TCK.nun 116 ıncı maddesinde düzenlenen Konut Dokunulmazlığını İhlal Suçu nitelikli haller bakımından da değişikliğe uğramıştır.

3)Tarihsel Gelişimi

Konut dokunulmazlığının ihlal tarihin çok eski dönemlerinden beri cezalandırılan bir fiildir. Eski çağlarda konut, kutsal bir şey “res sacra” – aile ilahlarının mabedi ve oturduğu yer- olarak kabul edilmekteydi. Daha sonraları konut kişinin kendisi gibi korunmaya başladı ve konut dokunulmazlığı sosyal bir vasıfkazandı.

Batı hukukunda ise ilk kez açık bir şekilde Roma hukukunda ve Germen Hukukunda görülmektedir. Roma hukukunda konut dokunulmazlığının ilk defa sosyal bir nitelik kazanması “Lex Cornelia de İniuriis” yasasıyla oluşmuştur. Bu yasa bir kimseyi dövmek, yaralamak ve bir kimsenin zorla evine girilmesini yaptırıma bağlamıştır. Böylece aile ocağı, bir kimsenin evi, hiç kimsenin güç kullanarak zorla giremeyeceği ve yine hiç kimsenin zorla çıkarılamayacağı bir sığınak olarak kabul edilmiştir.

Germen hukukunda konut dokunulmazlığını ihlal, en saygı duyulan, kutsal olan huzurun bozulması sayılmaktadır. Alman mevzuatında görülen “hausfriedensbruch” (ev huzurunun bozulması) terimi, insanların huzur haklarının ihlali sayılmaktadır. Germen hukukunda, Roma Hukukundan farklı olarak ne gibi fiil ve hareketlerin konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getireceği sınırlı olarak belirtilmiştir. Lex Rotari bahçe kapısının kırılması, başkasının evinin avlusuna yasaya aykırı biçimde girilmesi, başkasının avlusuna ok ve mızrak atılması gibi şekiller altında saymıştır.

Görüldüğü üzere her iki hukuk dalında konut dokunulmaz bir yer olarak kabul edilmiştir. Hatta bu ilke anglo sakson hukuk düzeninde bu kural şu şekilde ifade edilmiştir. “Bir İngiliz’in kalesi evidir.” Bu kuralı İngiliz Parlamentosunda Lord Chatham 200 yıl önce şöyle ifade ederek açıklamıştır. “ en yoksul insan bile kulübesinde, kralın bütün kuvvetlerini defetmek hakkına sahiptir. Yoksul bir kişinin ocağı sönmüş olabilir, çatısı sallanabilir, rüzgar derme çatma kapıları açabilir, pencereleri koparabilir, fırtına oraya girebilir, yağmur içeri akabilir; fakat İngiltere Kralı oraya giremez. Bu harap kulübenin her tarafı açıktır. Fakat kralın sindirici gücü ve heybeti o harabeyi aşamaz”

İslam hukukunun bir dalı olan İslam ceza hukuku Ukubat ise konut dokunulmazlığını açıkça düzenlememekle birlikte özel yaşamın gizliliğinin korunması konusunda hassas davranmış ve özel hayatın geçtiği konutta dolaylı olarak korunmuştur.

Osmanlı döneminde ise konut dokunulmazlığı ilk olarak  “ Ceza Kanunanemi Hümayunu” 105. maddesinde bir kimsenin hanesine cebren girilemeyeceğini söylemek suretiyle düzenlemiştir. Dolayısıyla konuta girme zorla olmadığı takdirde bunu konut dokunulmazlığının ihlali olarak kabul etmemiştir. Fakat Osmanlı döneminde konut dokunulmazlığının bir anayasal hak olarak düzenlenmesi 1876 Anayasası ile olmuştur. Kanuni Esasinin 22. maddesinde, “Memaliki Osmaniyede herkesin mesken ve menzili taarruzdan masundur. Kanunun tayin ve eylediği ahvalden maada bir sebeple hükümet tarafından cebren hiç kimsenin mesken ve menziline girilemez” denilerek konut dokunulmazlığı benimsenmiştir.

4)Karşılaştırmalı Ceza Yasalarında Konut Dokunulamazlığını İhlal Suçu

Konut dokunulmazlığı ihlal suçları bütün ülke mevzuatlarınca cezalandırılan bir eylemdir. Fakat düzenleniş biçimleri ve kanunlardaki yerleri farklılık göstermektedir. Örneğin federal Almanya ve Hollanda bu suçu kamu düzenini ihlal eden filer arasında sayarken diğer modern kanunlar hürriyete veya ferdin şahsi hürriyetine bir tecavüz teşkil ettiğini öngörür ve fiile şahsi hürriyet ve anayasal güvencelere karşı işlenen suçlar arasında yer verir.

Bazı kanunlarda fiilin kamu görevlisi tarafından işlenmesi suçun basit şeklini oluşturur. Bu hukuklarda konut dokunulmazlığının bir kamu görevlisinin görevini kötüye kullanması suretiyle ihlal edilmesi esas fiil olarak cezalandırılmaktadır. Örneğin Fransız ceza yasası 184. maddede “ idari ve kazai sistemin her memuru, her emniyet teşkilatı veya adli teşkilat görevlisi, kamu iktidarının her yetkilisi, bu sıfatlarını kullanarak bir vatandaşın iradesine karşı gelerek ikametgahına, kanununda öngörülen hallerin dışında veya kanunda hapis veda yazılı formaliteler olmaksızın, girerse 6 günden bir yıla kadar hapis ve 500 Franktan 8000 Franka kadar para cezasına, kanununun 114. Maddesinin ikinci fıkrasındaki hal ayrı olmak üzere cezalandırılır.

Bir vatandaşının ikametgâhına cebir, fiili yolarla tehdit ya da çeşitli manevralarla giren bir kimse de aynı ceza ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda öngörülen cezalar, suçun bir grup tarafından işlenmesi halinde iki misli hükmedilir.” suçun basit şekli konut dokunulmazlığını ihlal suçunu bir kamu görevlisinin işlemesi olarak düzenlemiştir.

Buna karşılık konut dokunulmazlığını ihlalin basit şeklinde eylemin şahıslar tarafından işlenmesini arayan bazı ceza kanunlarında, bir kamu görevlisi tarafından gerçekleştirilmiş olması cezayı artıran nitelikli unsur olarak kabul edilmiştir.

5)Korunan Hukuki Değer

Bu suçla korunmak istenen hukuki değer konusunda doktrinde değişik görüşler yer almaktadır. Bir görüşe göre korunan hukuki menfaat kişi hürriyetine yakın fakat bu hürriyetle aynı olmayan özel niteliğe sahip konut hakkıdır. Konut hakkının yani kanunun koruduğu mahallelerde tecelli eden hürriyetin kasten ihlali, konut dokunulmazlığının ihlal suçunu meydana getirir.

Bir diğerine göre, konut dokunulmazlığını ihlal fiili kişi hürriyeti aleyhine bir suçtur. Esasta iradesine göre istediği bir hareket eden kişinin konut dokunulmazlığını ihlal fiiliyle irade ve ona göre hareket edebilme serbestisi sınırlanmış olmaktadır. Fiil, irade ve hareket serbestisine bir saldırıdır. Kişinin iradesini esas alan bu görüş, onun iradesine karşı olan fiili, hürriyet aleyhine suç kabul etmektedir.

765 sayılı kanunun benimsediği görüş ise korunan değerin kişinin konutunda huzur ve güven içinde yaşamasını güvence altına alınmasıdır. Çünkü konut dokunulmazlığının ihlali, kişide yalnız maddi bir huzursuzluk doğurmakla kalmaz, onun özgürlüğünü de ihlal eder. Yoksa burada kanun mülkiyet veya diğer ayni bir hakkı korumamaktadır. İtalyan öğretisine göre de, korunan hukuksal yarar, bir kimsenin saldırıya ya da keyfi müdahalelere uğramaksızın, kendi konutunun içinde kişiliğini serbestçe dışa vurma özgürlüğüdür. 

6)Maddenin Ceza Kanunundaki Yeri İtibariyle Değerlendirme

Konut dokunulmazlığının ihlal suçu ceza kanunda kişilere karşı suçlar kısmının hürriyete karşı suçlar bölümünün altında düzenlenerek korunan değeri kişi hürriyeti olarak tespit ettiğini göstermektedir. Gerçek anlamda hürriyet aleyhine işlenen suçları devletin, kişinin hürriyetine müdahalesi sonucu oluşan suçlar olarak tanımlamak gerekse de devletin subjektif özel hürriyetleri koruma görevi düşünüldüğünde madde metinin burada olması anlamlıdır. Kaldı ki suçun nitelikli hallerinin düzenlendiği ortak hüküm niteliğindeki 119. madde de kişi hürriyetini devlete karşı korunduğu gözlenmektedir. 

Maddenin gerekçesi de maddenin yerini belirlerken gözettiği ölçütleri şöyle tanımlamıştır. “Madde, Anayasanın 21 inci maddesinde güvence altına alınan konut dokunulmazlığını ihlâl fiillerini suç olarak tanımlamaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlâli, kişinin kendisine özgü barış ve sükununu ve yuvasındaki yaşamının sulh ve selametle cereyanı için varolması gerekli güvenlik duygusunun sarsılmasını ifade etmektedir.

Bireylere karşı işlenen ve aynı zamanda onların muhtaç oldukları güvenlik ve sükunu ihlâl eyleyen bu fiillerin, hürriyete karşı işlenen suçlar arasında bir suç olarak tanımlanması uygun görülmüştür.”

    SUÇUN TAHLİLİ

A)Maddi Konu

Bu suçun maddi konusunu “konut” ve “eklenti” oluşturmaktadır.  Bir başka deyişle konut veya eklenti bu suçun önkoşulu olu, korunan hukuki yarar buraya girmekle ihlal edilecektir. Konut ve eklentiden ne anlaşılması gerektiğini incelemek gerekmektedir.

  1. a. Konut:  Sözlük anlamı itibariyle konut kişinin fiilen oturduğu yer olarak tanımlanmaktadır.  Dikkat edileceği üzere ilk göze çarpan nokta günlük yaşamda çoğu kez birbirleri yerine kullanılan ikametgâh kavramı ile konut kavramının ayrı olmasıdır. Ceza hukukunda konut “ bir kimsenin geçici de olsa oturmak için sığındığı her yerdir. ”Medeni hukuk bakımından ise ikametgâh, kişinin belirlenmesinde önemlidir. Kişi yeryüzünün belirli bir yerinde yaşamak, bulunmak, eylem ve işlemlerini orada toplamak zorundadır. Kişi burada, haklarını kullanmak, borçlarını yerine getirmek, yapılan ödemeleri kabul etmek, kendisine bildirilmesi, ulaşması gerekli her türlü yüküm, ödev görev ve işlemlerle ilgili olarak bilgi edinmek olanağını kazanmaktadır. Yani yasa her yeri ikametgâh olarak kabul etmeyip, ancak yerleşmek niyetiyle oturulan yerleri ikametgâh saymıştır. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere her ikametgâh ceza hukukunun belirlediği anlamda konuttur. Fakat her konut medeni hukuk kapsamında ikametgâh değildir. Bu halde konut için çok genel bir tanım yapmak gerekirse, bireyin kendisine yuva ittihaz ettiği bir yer konuttur. Bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu genel tanımdan ötesine belli kriterlere ihtiyacımız vardır.

aa) Geçici veya Devamlı Bir Yerde Kalma: Konut dokunulmazlığını ihlal suçu ile maddi bir şey değil, kişinin hürriyeti korunmaktadır. Bu nedenle kimsenin geçici veya daimi olarak, özel yaşamında yaşadığı ve oturduğu her yeri konut saymak gerekir. Bir konut sayılabilmesi için bu yerde belirli bir süre kalınması şart olmayıp, geçicide olsa diğer koşullar yerine gelmişse, bu yer konut sayılmalıdır. Yargıtay bir kararında “herhangi bir şahsın kendisine muvakkat* olsa bile ikamet ittihaz ettiği her nevi yerin mesken” sayılacağını belirtmiştir.

bb) Gece İstirahatına Tahsis Edilip Edilmememe Durumu: Öğretide hakim görüş konutun geniş olarak kabul edilmesi gerektiğini, gece istirahatına tahsis edilmesi, gece yatma olanağı sağlamaması o yerin konut sayılması için şart değildir. Bir yerin kişin ihtiyaçlarını kısmen dahi karşılayabiliyorsa yani kişilerin yaşamsal faaliyetlerini geçirdikleri yer de konut sayılmalıdır.

cc) Yerin tahsis Amacı: Genel kabul edilen görüşe göre, konut olarak tahsis edilmemiş olsa dahi kişilerin yaşamsal faaliyetlerinin bir bölümünü geçirdikleri yer konut sayılır. Yargıtay da verdiği kararlarda, aslında konuta tahsis edilmemiş yerlerin(hayvan damı, okul vb.) fiilen yuva olarak kullanılmaları halinde konut sayılmaları gerektiği düşüncesindedir. Bir yer halen ve fiilen aile veya fert hayatı bakımından kullanmaya tahsis edilmiş olmalıdır. Bu bakımdan ilerisi için oturmaya ayrılmış, örneğin boş mahale girme konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getirmez. Ayrıca bir yerin konut sayılamsı için tahsisin sürekli olması da şart değildir, geçici de olabilir.

dd) Bir Yerin Konut Olarak Kullanıldığının Belirlenmiş Olması: bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu yerin dışarıdan anlaşılacak şekilde konut olarak tahsis edildiğinin anlaşılması gerekmektedir. Yani bu yerin dış dünyadan ayrı tutulduğunu belirtecek emarelere ihtiyacımız vardır. Yargıtay bir kararında “konut olarak kullanılması durumunda çadıra girmek konut dokunulmazlığını ihlal suçunu oluşturur” diyerek konutu belirlenmesinde ana ayrımın dış dünyadan belli ve anlaşılır şekilde ayrılma iradesinin varlığına işaret etmektedir.

ee) Boş Yerlerin Konut Olup Olmaması Durumu: Bir yerin konut olarak kabul edilebilmesi için sadece tahsis amacı yetmediğini bir yer oturmak için tahsisi edilmiş olsa bile bu yerde oturulmuyorsa ceza hukuku anlamında konut sayılamayacağı kabul edilmemelidir. Örneğin taşınmak için eşyaların bir yere bırakılmış olmasına karşın o yerde oturulmuyorsa bir başka deyişle yer kişilerden gayrı bir yer teşkil ediyorsa buraya girmek konut dokunulmazlığının ihlali anlamına gelmeyecektir. Yargıtay da bir kararında “ yayla evi suç tarihinde terk edilmiş olup olmadığının araştırılması …”Gerekliliği üzeride durarak boş olan yerlere girmek durumunda konut dokunulmazlığını ihlal suçunun oluşmayacağını belirtmiştir. Bu suçta korunan değer kişinin huzur ve sükûnu olduğu düşünülürse boş bir yer girmenin veya girip de çıkmamanın kimsenin huzurunu etkileyebileceği düşünülemez. Ancak oturulan ve fakat suç anında içinde kimse bulunmayan bir konuta girilmiş olması halinde, suç işlenmiş olur.

ff) Konutun Bir Bina Olması Koşulunun Aranıp Aranmaması: Bir yerin konut sayılabilmesi için yapısı, genişliği, niteliği ve biçimi önem taşımaz. Bu nedenle oturulan yerin “bina” biçimde olmasına gerek olmadığı gibi, üstünün açık veya kapalı olması da önem taşımaz. İçinde oturmak koşuluyla taşınırlarda suça konu olabilir. Bu bağlamda örneğin karavan, çadır, çöp bidonu, gemi kamarası, kayık, yataklı vagon kopartmanı, otel odası TCK kapsamında konuttur. Fakat İngiliz hukukunda, yer unsuru önemli olduğundan; çardak, çadır, tekerlekli geçici bir yere sabit ve sağlam nitelikte olmadıkları için konu sayılmamaktadır. Buna karşın Fransız Yargıtay’ı, karavanların konut sayılabileceklerini, özel otomobillerini ise konut olamayacağını kararında açıkça belirtmiştir.

gg) İş Yerlerinin Konuttan Sayılıp Sayılmama Durumu: Konutun niteliği gereği rıza yokluğunun tespit edildiği her durumda suçun oluşacağını kabul eden kanun koyucu bu defa somut olayda öncelikle işyerinin niteliğinin incelenmesi gerektiğini, eğer işyeri açık rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi olağan yerlerden ise bu halde işyerinin niteliği sebebiyle işyeri dokunulmazlığı suçunun oluşmayacağı sonucuna varılmıştır. Market, mağaza, dükkân gibi herhangi bir şart aramaksızın açık olduğu saatlerde herkesin giriş çıkış yapabileceği kapalı alanlar, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat(alışılmış) olan yerlerden sayılmalıdır.Baştan örtülü veya açık iradeyle işyerlerine giriş ve çıkış yapabileceği anlaşılan işyerlerinde, sonradan ve keyfi olarak iznin olmadığını veya kaldırıldığını iddia etmek isabetli değildir. Buna karşılık açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olmayan avukatlık bürosuna, doktorun muayenehanesine fail tarafından izin alınmaksızın gizlice, hileyle, cebir ve veya tehditle girilmesi durumunda suç tamamlanmış olacaktır.

ğğ) Resmi Dairelerin Konut Kapsamına Girip Girmedikleri: Resmi daireler konut sayılamazlar. Yargıtay’ımız resmi dairelerin konut olarak kabul edilemeyeceğini ancak resmi nitelikte olan binalarda çalışma saatleri dışında konaklanması durumunda buralarında ceza hukuku kapsamında konut olarak kabul edilebileceği düşüncesindedir. Bir kararında “içinde köy ebesinin ikamet ettiği herkesçe bilinen sağlık evinin” ve “aynı hastanede hemşire olan mağdurenin ikametine tahsis edilen odanın “özellikle gece vakti konut sayılacağına hükmetmiştir.

Ayrıca birden fazla kimsenin kamu hukuk gereği birlikte oturmaya mecbur tutuldukları ceza veya tutukevlerinin hükümlü veya tutukluların konutu sayılıp sayılmayacakları üzerinde durulmalıdır. Öğretideki genel kabule göre konut dokunulmazlığı ihlal suçunun esas itibariyle amacı konut içinde bulunanların kişisel hürriyetlerini korumak olduğundan hürriyetleri esasen kısıtlanmış kimselerin konut dokunulmazlıklarını ihlal edildiklerini sürmek yerinde değildir. Diğer bir deyişle hürriyetin kısıtlanmış olması durumunda konut dokunulmazlığının kaynağı ortadan kalmış olacaktır. Fakat Yargıtay’ın tam aksi yönde kararı bulunmaktadır.

b)Eklenti: Sözlük anlamı itibariyle bir konutun veya binanın kullanış açmalarından herhangi birini tamamlayan(kolaylaştıran) bina ve yapılardır.örneğin binadan ayrı kömürlük, garaj gibi.Asıl itibariyle yargıç bir yerin eklenti olup olmadığına karar verirken somut olayda fiili gerçekleştiren failin, kişinin hürriyetlerinin, huzur ve güvenin ihlal edilip edilmediğini göz önüne alacaktır.

Eklentinin Unsurları:

aa. Bir yerin eklenti sayılabilmesi için mutlaka oranın konuta bitişik veya onun yakınında bulunmasına bağlı değildir. Girildiğinde konutta oturanların sükun ve huzurunun bozulduğu, konuta bitişik olmayan hatta konuta uzak bir yerde eklenti sayılabilir. Yargıtay verdiği bir kararla, mağdurun evinden ayrı bulunan ve etrafı çevrili olmayan boş alana açılan kömürlüğün eklenti sayılamayacağını belirtmiştir. Buradaki temel kıstas fiilin huzuru bozup bozmadığı ve eklentinin konuta ait olduğu emarelerinin olup olmadığıdır.

bb. Hak sahibinin başkalarının girmesine rızasının bulunmadığını gösterecek şekilde bir yerle ilgili tedbirler alması. Örneğin oranın etrafının çitle, duvarla çevrilmesi gibi. Yargıtay’ımızda etrafı duvar veya çitle çevrili olmayan ya da umuma açık yerlerden net olarak ayrılmayan avlu, sahnlık, ya da bahçeyi eklenti olarak kabul etmemiştir. Bununla birlikte kastedilen tedbirlerin mutlaka sağlam ve aşılması imkansız şekilde olmalarına gerek yoktur. Hatta bu tedbirlerin maddi olması da şart olmayıp, psikolojik bir engel veya işaret kâfidir.  Ancak bir erin etrafının çevrili olması onun her zaman eklenti sayılacağı anlamına gelmemelidir. Hatta konuta uzak bir mesafede bulunan yazlık bir kulübe eklentiden sayılamaz.Bizim için en önemli tanımın Yargıtay tarafından bir karar vesilesi ile verilen tanımdır ki o kararda eklentiden anlaşılması gerekeni “ içine girilmesi veya girdikten sonra çıkılmaması konutun huzur ve güvenliğini, kişi hürriyetini ortadan kaldırabilecek olan yerler” olarak tanımlamıştır.

B)Suçun Maddi Unsurları:

a)Fiil: konut Dokunulmazlığını ihlal suçunda yasaklanan fiil, failin kendisini oradan çıkartmak hakkına sahip olan birinin rızasına aykırı olarak konutuna veya konutun eklentisine “girmesi” veya rıza ile girdikten sonra “çıkmamasıdır”. Ayrıca belirtmek gerekirse gizlice veya hile ile girmek veya rıza ile girdikten sonra gizlenerek veya hile ile çıkmamak hallerinde de, hak sahibinin rızasının bulunmadığı açıktır. Yasada seçenekli olarak iki hareket belirtildiği için konut dokunulmazlığını ihlal suçu seçimlik hareketli suç olduğu konusunda duraksamaya gerek yoktur. Bu suç, icraî bir davranışla işlenebileceği gibi, ihmali davranışla da işlenebilir. Başkasının konutuna veya konutun eklentilerine rıza ile girdikten sonra, çıkmama hâlinde, konut dokunulmazlığı ihmali davranışla ihlâl edilmektedir. 

aa) Girmek: Kanunda tanımı yapılmayan girmek fiilinin konut veya eklentisine yönelik olması gerekir. Failin konut veya onun eklentisine tüm vücudu ile dâhil olması gerekmektedir. Nitekim Yargıtay da verdiği kararlarda, örneğin, kapının, pencerenin vurulması, duvara merdiven dayayıp içeri gözetleme, taş atmak, pencereden bir şey uzatmak ve silahla ateş etmek konut dokunulmazlığına vücut vermez.Vücudun tamamının girmesi hangi yolla olursa olsun önemli değildir. Pencereden, bacadan, tünel kazmak veya normal giriş yollarının kullanılmış olması önemli değildir.

bb) Çıkmamak: Konut dokunulmazlığını ihlal suçunda yaptırıma bağlanan seçimlik hareketlerden ikincisi, hal sahibinin rızası ile girilen konuttan “çıkmamaktır”. Çıkmamak fiilinin meydana gelmesi için, hak sahibinin söz, hareket ve tavırlarıyla kendisini çıkmaya davet etmesine rağmen, failin rıza ile girilen yerden ayrılmamasına bağlıdır. Öğretide ve uygulamada, konuttan veya eklentisinden çıkmayarak kalmanın ne kadar sürmesi gerektiği konusu tartışmalıdır. İsviçreli yazar Lagoz, dışarıya çıkılması konusundaki davet karşısında bir an için tereddüt etmek suçun oluşması bakımından yeterli olamaz. Bu nedenle, hak sahibinin failin orayı terk etmesi isteğine karşın failin kısa bir süre tereddüt etmesi çıkmamak sayılmaz. Örneğin failin eşyalarını toplamak için gerekli bir süreye ihtiyaç duyması ve eşyalarını toplamakla uğraşıyorsa, çıkmamak öğesinin oluştuğundan söz edilemez.  Ayrıca hak sahibi, konutunun terk edilmesini açıkça istediği anlamına gelen bir hareket yapmış olmasına karşın failin evden kendiliğinden çıkmaması üzerine hak sahibi veya 3. Kişi tarafından zorla çıkarılması da “çıkmama” unsurunun gerçekleşmiş olduğunu gösterir.

cc) “Girmek” ve “Çıkmamak” Fiillerinin Hak Sahibinin Rızasına Aykırı Olmaması:  Konuta veya eklentisine hile ile veya gizlice girildiğinde ya da rıza ile girilip bu hallerden biri vasıtasıyla çıkılmaması hak sahibinin rızası hilafı hareket anlamına gelir.”Rızasına aykırı olarak” kavramı, failin konuta girmek ( veya girdikten sonra çıkmamak) ile hak sahibinin iradesine aykırı hareket ettiğini bildirmesi ya da hak sahibinin girmesine ( veya çıkmamasına) izin vermeyeceğini tasavvur etmesi anlamına gelir.hak sahibi iradesini yazılı veya sözlü açıklayabileceği gibi bazı işaret ve maddi engellerle de açıklayabilir. Örneğin bahçenin etrafını duvarla çevirmek, bahçe kapısına zil takmak gibi. Ayrıca hak sahibin fiilin oluşumu sırasında konutta bulunması şart değildir. Yargıtay 765 sayılı verdiği bir kararda “ … Müdahil EY’nin apartman dairesine, kendisi evden yokken yeğeni MY’nin arkadaşlarını davet etmesi ve eğlenirlerken müziğin sesinden rahatsız olan komşunun aralık olan kapıya ayağını koyarak içeri girmesi konut dokunulmazlığı suçunu oluşturur. Konutta görüldüğü şekilde yüksek sesli müzik çalınması konuta rıza hilafına girme hakkı kazandırmaz” demiştir. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki açık veya bulunan olgulardan şüpheye yer vermeyecek şekilde anlam çıkarılacak kapalı bir rıza ise fiil suç oluşturmaz. Rızanın bulunmadığının failce yeterince bilinmediği hallerde, mahalli örf ve adetlerle olayın çözümlenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Örneğin evin girişinde etrafı çevrili bir bahçe olsa, kapısı sürgülü bulunsa bile ev sahiplerinin buraya bir şey sorulması için girilmesine rızası olduğu genel teamüllere göre kabul edilir.

aaa)Rızayı Açıklamaya Yetkili Kişiler

1-Konutta Tek Kişi Oturuyorsa: Konut tek kişi tarafından kullanılıyorsa bu kişinin rızası yeterlidir.

2-Konutta Birden Fazla Kişi Oturuyorsa: Konut dokunulamazlığında koruna değer mülkiyet hakkı ya da başka bir ayni hak olmadığı, kişinin hürriyeti ve huzuru olduğu düşünülürse, bu sübjektif hakka ve meşru bir nedene dayanarak konutta bilfiil oturan kişi ya da kişiler rıza açıklamaya yetkilidir. 116. maddenin 2. Fıkrasında konuyla ilgili özel bir düzenleme getirilmiştir. “Evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir.” Bu fıkrada evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının yeterli olduğunu ifade etmiştir. Fakat anılan madde metinin de bu rızanın meşru bir neden dayandırılması ifadelerle açıklanmış ve örneklendirilmiştir. “Maddenin ikinci fıkrası, söz konusu suçun hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldıran rıza ile ilgili bazı durumlara ilişkin hükümler içermektedir. Buna göre, evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının olması, söz konusu suça ilişkin hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldırır. Keza, konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin konuta girme konusunda rıza göstermesi, fiilin hukuka uygun hâle getirir. Ancak bu hâllerde konuta girişin hukuka uygun sayılabilmesi için, rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. Bu bakımdan örneğin, konuttaki teknik bir arızanın tamiri için, diğerinin bilgisi olmaksızın, eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi hâlinde, bu rıza geçerli bir rıza olarak kabul edilmelidir. Buna karşılık, eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi durumunda, bu kişinin konuta girmesine gösterilen rızanın, geçerli bir rıza olarak kabul edilmesi imkânsızdır ve bu durumda diğer eşe karşı işlenmiş konut dokunulmazlığını ihlâl suçu söz konusudur.”

Bununla birlikte ergin kız ya da erkek evladın eve sevgilisinin girmesi konusundaki rızası geçerlidir. Fakat ailenin yanına misafir olarak gelmiş kişilerin eve başka bir şahsı alma bakımından rıza açıklamaya yetkili oldukları düşünülemez.

Başka durumlar düşünüldüğünde yetkili kişileri şöyle sıralayabiliriz: a)Tümü bir konut olan, fakat her odasında değişik kişilerin oturduğu yerlerde, her oda ayrı bir konut olarak kabul edilmeli ortak alanlar için herkes rıza açıklamaya yetkili fakat odalar için sadece kendi alnaları ile sınırlı bir rıza açıklamasına yetkilidirler. b)aynı odayı birden fazla kişinin konut olarak kullanması durumunda bu odada oturanların hepsi rıza açıklamaya yetkilidirler.

b.Fail ve Mağdur:

TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili bakımından özel bir şart yer vermediğinden fail herkes olabilir. Aile fertleri arasında konut dokunulmazlığını ihlal suçunun gündeme gelemeyeceği oldukça açıktır. Fakat aile fertleri olmakla birlikte yaşamayan kimseler arasında bu suçun işlenmesi mümkündür. Yalnız bu gibi durumlarda birbirlerinin konutlarına girilmemesi hususundaki düşüncelerin önceden açıklanması gerekir. Çünkü aile fertleri ayrı yaşasalar bile birbirlerine gidip gelmek adet gereğidir. Karı veya koca evlilik birliği devam ettiği ve hakim tarafından ayrılık kararı verilmediği müddetçe birbirlerine karşı bu suçu işleyemezler.

Aynı odayı konut olarak paylaşan birden fazla kişi, bu odaya veya varsa müşerek kullanılan yerlere girme bakımından birbirlerine karşı konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili olamazlar.

Konut dokunulmazlığı ihlal suçu ile konutun fiziki varlığı ya da mülkiyeti değil, burada yaşayanların kişi hürriyeti korunduğundan kiraya verilen evin maliki, kiracısı aleyhine bu suçu işleyebilir. Şu halde ev sahibinin mülkiyet hakkı, kiracısının konut dokunulmazlığının ihlalini, haklı kılmaz.

C.Manevi Unsurlar

Konut dokunulmazlığını ihlal suçu kasten işlenebilen bir suçtur. Bu suç taksirle işlenemez. Fail başkasının konut dokunulmazlığını bilerek ve isteyerek ihlal etmiş olmalıdır. Kanunumuz failin belirli amaçla hareket etmesini aramamış ve dolayısıyla manevi unsurlar arasında saike yer vermemiştir. Yargıtay bir kararında “ancak sanıkların katılanın konutuna rıza dışı girdiklerinin oluşa uygun kabul edilmesine karşın, kasıt ile amaç bir birine karıştırılarak, genel kast ile işlenen konut dokunulmazlığını bozma suçunda özel kasta yaslanılarak sanıkların amaçlarının katılanla barışmak olduğu ve suç işleme kastlarının bulunmadığı gerekçesi ile beraat hükmü kurulması yasaya aykırıdır.”  Demekte ve bu suçun işlenmesinde özel kastın aranmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Suça Teşebbüs:

Konuta girmek veya konuttan çıkmamak hareketlerinden birinin icrası ile suç gerçekleştiğinden, konut dokunulmazlığını ihlal, sırf hareket suçudur. Bu itibarla ancak icra hareketlerinin parçalara ayrılabildiği hallerde teşebbüs söz konusu olabilir. Nitekim girmek eylemi için teşebbüs söz konusu olabilirken bir durum ifade eden çıkmamak eylemi için teşebbüsten söz etmek mümkün değildir. Konuyla ilgili Yargıtay’ın verdiği bir karar da bu suçun sırf hareket suçu olduğu üzerinde durulmuş ve teşebbüs davranış parçalanbilir olduğu sürece mümkün olduğu sonucuna varılmıştır.

Suçun İçtiması 

Konut dokunulmazlığını ihlal konut içerisinde işlenen birçok suçta vasıta olmasına karşılık bağımsız bir suçtur. Nitekim konut dokunulamazlığını ihlal sırasında başka bir suçun da işlenmesi ihtimalinde, kanunların içtiması dışında 116. maddede yer alan suç kendisiyle birlikte işlen diğer eylemlerden bağımsız olduğundan gerek içtima kuralı uygulanır. Bu başlık altında hırsızlık suçu ile konut dokunulmazlığını ihlal arasındaki sıkı ilişkiyi de incelemek gerekir. TCK 142. maddesinin 1. fıkrasının b bendinde; “ hırsızlık herkesin girebileceği bir yerde  bırakmakla birlikte kilitlenmek suretiyle ya da bina veya eklentileri içinde muhafaza altına alınmış olan eşya hakkında” hırsızlık suçunun işlenmesi nitelikli hal olarak kabul edilmiştir. Hırsızlığın bu şekli pekala kişi bina veya eklentisine dahil olmadan da işlenebilir. Hatta binada hiç kimsenin oturmaması dolayısıyla konut dokunulmazlığını ihlal suçunun zaten oluşmayacağı hallerde bulunabilir. Esasen kanun koyucu bu nitelikli unsuru tespit ederken, konutta yaşayanların hürriyetlerinden ziyade, hırsızlığın işlenmesi için aşılan engellerin faildeki ahlaki çürümeyi göstermesi esas alınmıştır. Dolayısıyla, hırsızlık suçunun faili, eylemini konut veya konut eklentisine girerek işlerse diğer şartları da mevcut olmak kaydıyla ayrıca konut dokunulmazlığını ihlal suçundan da cezalandırılmalı yani gerçek içtima kuralı uygulanmalıdır.

 

Miras Sözleşmeleri

Miras Sözleşmeleri

07 Şub Çarşamba
12:56

AV. MURAT TEZCAN: KONUT DOKUNULMAZLIĞININ İHLAL SUÇU


1) Genel Açıklama

Kişiliğin oluşması ve gelişmesi ile yakın ilişkisi bulunan ve kişinin en son sığınma yeri olan konut dokunulmazlığı, Anayasanın 2. kısmında düzenlenen temel hak ve hürriyetlerin düzenlendiği ve bu kısmın ikinci bölümünde yer alan kişinin hak ödevleri başlığı altında 21. maddede düzenlenmiştir. Kişi dokunulmazlığının bir görünümü olan konut dokunulmazlığı, çeşitli uluslar arası sözleşmelerde de, insan haklarını düzenleyen ve koruyan bildirilerde de yer almıştır. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde kişinin korunmaya değer hakları arasında konut dokunulmazlığı da yerini almıştır. İşte Anayasada ve uluslararası metinlerde ifadesini bulan bu ilkenin yaptırımı 5237 sayılı TCK’nın ikinci kitabının, “kişilere karşı suçlar” başlıklı ikinci kısmının, “hürriyete karşı suçları” düzenleyen yedinci bölümde “konut dokunulmazlığının ihlali başlıklı 116.maddede düzenlenmiştir. Konut dokunulmazlığının ihlal suçunun cezayı artıran nitelikli unsurlarına ilişkin düzenlemeler “ortak hüküm” başlıklı 119. maddede yer almaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlal suçları 765 sayılı TCK’nın 193 ve 194. maddelerinde düzenlenmişti. 765 sayılı TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçu “hürriyete karşı suçlar” babı içinde konut dokunulmazlığını bozma suçlarına bir fasıl ayırarak düzenlemişti. Buna göre 193. maddede şahıslar tarafından işlenen konut dokunulmazlığı ihlali eylemi, 194. maddede ise, memurların görevlerini kötüye kullanmak suretiyle işledikleri konut dokunulmazlığını ihlal fiili, ayrı ayrı suçlar olarak öngörülmüştü. 5237 sayılı yasada ise böyle bir ayrıma yer verilmemiş ve konut dokunulmazlığını ihlal suçunu herkes tarafından işlenebilen bir suç olarak düzenlemiştir. Ancak fiilin sıfatı cezanın tespitinde nazara alınmıştır.

2) 5237 Sayılı Yeni TCK ile 765 Sayılı Eski TCK da Düzenlenişleri Açısından Konut Dokunulmazlığı İhlal Suçu 

     Farklar:

1- Konut Dokunulmazlığının ihlali suçları bakımından yapılan değişikliklerin başında; TCK.nun 194 üncü maddesinde yer alan suçun 5237 s.lı Kanunda yer almaması gelmektedir. Yeni kanun hürriyete karşı işlenen suçlara ilişkin ortak hükümler içeren 119 uncu maddenin e bendinde fiilin “Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle” işlenmesi bir ağırlatıcı sebep olarak kabul edilmiştir.

2- Maddede mesken yerine “konut”, müştemilat yerine de “eklenti” kavramı kullanılmıştır.

3- Bilindiği üzere konuta veya konutun eklentilerine girmek veya girdikten sonra çıkmamak konut dokunulmazlığı suçunu oluşturmaktadır. 765 sayılı Kanunda sivil kişiler tarafından konuta girilmesi ve girdikten sonra çıkılmaması suç olarak kabul edilmiş iken memur tarafından işlenen konut dokunulmazlığını ihlal suçu açısından sadece konuta girmek suç olarak kabul edilmişti. Bu husus doktrinde tartışmalara sebep olmuş ve memurun rıza ile konuta girmesinden sonra çıkmaması halinde  hangi suçun oluşacağı hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştü. Mevcut düzenleme ile memurun işlediği konut dokunulmazlığını ihlal suçu bağımsız bir suç olmaktan çıkarıldığı ve suçun temel şekli bakımından konuta rıza hilafına girme veya rıza ile girdikten sonra çıkmama suç olarak kabul edilerek tartışmaya son verilmiştir.

4- Suçun maddi unsurunun oluşumu bakımından 5237 sayılı TCK. da rızaya aykırı olarak girme ve rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama yeterlidir. 765 sayılı TCK.da ise rıza hilafına, gizlice ve hile ile konuta veya eklentisine girme rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama suç olarak kabul edilmiştir. Yeni Kanunda, “ gizlice veya hile ile girme”  de rızaya aykırı olarak girme  kabul edilmiştir. Bu husus madde gerekçesinde; “Konut sahibinin konuta girildiğinden haberdar olmaması aynı zamanda rızasının da olmaması anlamına gelir. Bu nedenle, konuta gizilice veya hile ile girilmiş olması halinde, bu suç oluşur” şeklinde ifade edilmiştir.       

5- 5237 sayılı Kanunun 116 ıncı maddesinin 2 inci fıkrasında yeni bir düzenleme yer almaktadır. Buna göre; evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. 

765 sayılı TCK.nun 193  üncü maddesinde yer alan suçun oluşması bakımından rıza hilafına konuta veya eklentilerine girmek veya rıza hilafına çıkmamak gereklidir. Ancak söz konusu maddede rızanın kim tarafından açıklanacağı hususuna yer verilmiş değildir. 5237 s.lı kanunun 116 ıncı maddesi ile evlilik birliği içinde aile bireylerinden birinin, müşterek kullanılan konutlarda bu konutu kullananlardan birinin rıza beyan edebileceği ifade edilerek konuya açıklık getirilmiştir. Rızanın açıklanması halinde fiil hukuka uygun olduğundan söz konusu suç oluşmayacaktır. Konuta girişin hukuka uygun olarak kabul edilebilmesi için rıza beyanı meşru bir amaca yönelik olmalıdır. Örneğin konuttaki teknik bir arızanın giderilmesi için diğerinin bilgisi olmaksızın eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi halinde bu rıza geçerlidir. Ancak eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi  halinde, rıza hukuka uygun olmayacak ve  konut dokunulmazlığını ihlal suçu gerçekleşecektir.

6- 5237 s.lı Kanun ile getirilen bir başka yeni düzenleme 116 ıncı maddenin 3 üncü fıkrasında yer almaktadır. Buna göre; “birinci fıkra kapsamına giren fiillerin, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur”. Bu husus 765 sayılı TCK.da yer almamakla birlikte “Memurun Konut Dokunulmazlığı Suçunu” düzenleyen 194 üncü maddede memurların “efradın ticaretgahları veya idarehaneleri gibi hususi mahaller usulsüz olarak araştırılırsa fail … hapsolunur”  hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde de görüldüğü üzere burada konut dokunulmazlığından ayrı bir suç bulunmaktadır. 116 ıncı maddenin 1 inci fıkrasında tanımlanan fiillerin rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi halinde fail cezalandırılacaktır.

   7- 5237 sayılı TCK.nun 116 ıncı maddesinde düzenlenen Konut Dokunulmazlığını İhlal Suçu nitelikli haller bakımından da değişikliğe uğramıştır.

3)Tarihsel Gelişimi

Konut dokunulmazlığının ihlal tarihin çok eski dönemlerinden beri cezalandırılan bir fiildir. Eski çağlarda konut, kutsal bir şey “res sacra” – aile ilahlarının mabedi ve oturduğu yer- olarak kabul edilmekteydi. Daha sonraları konut kişinin kendisi gibi korunmaya başladı ve konut dokunulmazlığı sosyal bir vasıfkazandı.

Batı hukukunda ise ilk kez açık bir şekilde Roma hukukunda ve Germen Hukukunda görülmektedir. Roma hukukunda konut dokunulmazlığının ilk defa sosyal bir nitelik kazanması “Lex Cornelia de İniuriis” yasasıyla oluşmuştur. Bu yasa bir kimseyi dövmek, yaralamak ve bir kimsenin zorla evine girilmesini yaptırıma bağlamıştır. Böylece aile ocağı, bir kimsenin evi, hiç kimsenin güç kullanarak zorla giremeyeceği ve yine hiç kimsenin zorla çıkarılamayacağı bir sığınak olarak kabul edilmiştir.

Germen hukukunda konut dokunulmazlığını ihlal, en saygı duyulan, kutsal olan huzurun bozulması sayılmaktadır. Alman mevzuatında görülen “hausfriedensbruch” (ev huzurunun bozulması) terimi, insanların huzur haklarının ihlali sayılmaktadır. Germen hukukunda, Roma Hukukundan farklı olarak ne gibi fiil ve hareketlerin konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getireceği sınırlı olarak belirtilmiştir. Lex Rotari bahçe kapısının kırılması, başkasının evinin avlusuna yasaya aykırı biçimde girilmesi, başkasının avlusuna ok ve mızrak atılması gibi şekiller altında saymıştır.

Görüldüğü üzere her iki hukuk dalında konut dokunulmaz bir yer olarak kabul edilmiştir. Hatta bu ilke anglo sakson hukuk düzeninde bu kural şu şekilde ifade edilmiştir. “Bir İngiliz’in kalesi evidir.” Bu kuralı İngiliz Parlamentosunda Lord Chatham 200 yıl önce şöyle ifade ederek açıklamıştır. “ en yoksul insan bile kulübesinde, kralın bütün kuvvetlerini defetmek hakkına sahiptir. Yoksul bir kişinin ocağı sönmüş olabilir, çatısı sallanabilir, rüzgar derme çatma kapıları açabilir, pencereleri koparabilir, fırtına oraya girebilir, yağmur içeri akabilir; fakat İngiltere Kralı oraya giremez. Bu harap kulübenin her tarafı açıktır. Fakat kralın sindirici gücü ve heybeti o harabeyi aşamaz”

İslam hukukunun bir dalı olan İslam ceza hukuku Ukubat ise konut dokunulmazlığını açıkça düzenlememekle birlikte özel yaşamın gizliliğinin korunması konusunda hassas davranmış ve özel hayatın geçtiği konutta dolaylı olarak korunmuştur.

Osmanlı döneminde ise konut dokunulmazlığı ilk olarak  “ Ceza Kanunanemi Hümayunu” 105. maddesinde bir kimsenin hanesine cebren girilemeyeceğini söylemek suretiyle düzenlemiştir. Dolayısıyla konuta girme zorla olmadığı takdirde bunu konut dokunulmazlığının ihlali olarak kabul etmemiştir. Fakat Osmanlı döneminde konut dokunulmazlığının bir anayasal hak olarak düzenlenmesi 1876 Anayasası ile olmuştur. Kanuni Esasinin 22. maddesinde, “Memaliki Osmaniyede herkesin mesken ve menzili taarruzdan masundur. Kanunun tayin ve eylediği ahvalden maada bir sebeple hükümet tarafından cebren hiç kimsenin mesken ve menziline girilemez” denilerek konut dokunulmazlığı benimsenmiştir.

4)Karşılaştırmalı Ceza Yasalarında Konut Dokunulamazlığını İhlal Suçu

Konut dokunulmazlığı ihlal suçları bütün ülke mevzuatlarınca cezalandırılan bir eylemdir. Fakat düzenleniş biçimleri ve kanunlardaki yerleri farklılık göstermektedir. Örneğin federal Almanya ve Hollanda bu suçu kamu düzenini ihlal eden filer arasında sayarken diğer modern kanunlar hürriyete veya ferdin şahsi hürriyetine bir tecavüz teşkil ettiğini öngörür ve fiile şahsi hürriyet ve anayasal güvencelere karşı işlenen suçlar arasında yer verir.

Bazı kanunlarda fiilin kamu görevlisi tarafından işlenmesi suçun basit şeklini oluşturur. Bu hukuklarda konut dokunulmazlığının bir kamu görevlisinin görevini kötüye kullanması suretiyle ihlal edilmesi esas fiil olarak cezalandırılmaktadır. Örneğin Fransız ceza yasası 184. maddede “ idari ve kazai sistemin her memuru, her emniyet teşkilatı veya adli teşkilat görevlisi, kamu iktidarının her yetkilisi, bu sıfatlarını kullanarak bir vatandaşın iradesine karşı gelerek ikametgahına, kanununda öngörülen hallerin dışında veya kanunda hapis veda yazılı formaliteler olmaksızın, girerse 6 günden bir yıla kadar hapis ve 500 Franktan 8000 Franka kadar para cezasına, kanununun 114. Maddesinin ikinci fıkrasındaki hal ayrı olmak üzere cezalandırılır.

Bir vatandaşının ikametgâhına cebir, fiili yolarla tehdit ya da çeşitli manevralarla giren bir kimse de aynı ceza ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda öngörülen cezalar, suçun bir grup tarafından işlenmesi halinde iki misli hükmedilir.” suçun basit şekli konut dokunulmazlığını ihlal suçunu bir kamu görevlisinin işlemesi olarak düzenlemiştir.

Buna karşılık konut dokunulmazlığını ihlalin basit şeklinde eylemin şahıslar tarafından işlenmesini arayan bazı ceza kanunlarında, bir kamu görevlisi tarafından gerçekleştirilmiş olması cezayı artıran nitelikli unsur olarak kabul edilmiştir.

5)Korunan Hukuki Değer

Bu suçla korunmak istenen hukuki değer konusunda doktrinde değişik görüşler yer almaktadır. Bir görüşe göre korunan hukuki menfaat kişi hürriyetine yakın fakat bu hürriyetle aynı olmayan özel niteliğe sahip konut hakkıdır. Konut hakkının yani kanunun koruduğu mahallelerde tecelli eden hürriyetin kasten ihlali, konut dokunulmazlığının ihlal suçunu meydana getirir.

Bir diğerine göre, konut dokunulmazlığını ihlal fiili kişi hürriyeti aleyhine bir suçtur. Esasta iradesine göre istediği bir hareket eden kişinin konut dokunulmazlığını ihlal fiiliyle irade ve ona göre hareket edebilme serbestisi sınırlanmış olmaktadır. Fiil, irade ve hareket serbestisine bir saldırıdır. Kişinin iradesini esas alan bu görüş, onun iradesine karşı olan fiili, hürriyet aleyhine suç kabul etmektedir.

765 sayılı kanunun benimsediği görüş ise korunan değerin kişinin konutunda huzur ve güven içinde yaşamasını güvence altına alınmasıdır. Çünkü konut dokunulmazlığının ihlali, kişide yalnız maddi bir huzursuzluk doğurmakla kalmaz, onun özgürlüğünü de ihlal eder. Yoksa burada kanun mülkiyet veya diğer ayni bir hakkı korumamaktadır. İtalyan öğretisine göre de, korunan hukuksal yarar, bir kimsenin saldırıya ya da keyfi müdahalelere uğramaksızın, kendi konutunun içinde kişiliğini serbestçe dışa vurma özgürlüğüdür. 

6)Maddenin Ceza Kanunundaki Yeri İtibariyle Değerlendirme

Konut dokunulmazlığının ihlal suçu ceza kanunda kişilere karşı suçlar kısmının hürriyete karşı suçlar bölümünün altında düzenlenerek korunan değeri kişi hürriyeti olarak tespit ettiğini göstermektedir. Gerçek anlamda hürriyet aleyhine işlenen suçları devletin, kişinin hürriyetine müdahalesi sonucu oluşan suçlar olarak tanımlamak gerekse de devletin subjektif özel hürriyetleri koruma görevi düşünüldüğünde madde metinin burada olması anlamlıdır. Kaldı ki suçun nitelikli hallerinin düzenlendiği ortak hüküm niteliğindeki 119. madde de kişi hürriyetini devlete karşı korunduğu gözlenmektedir. 

Maddenin gerekçesi de maddenin yerini belirlerken gözettiği ölçütleri şöyle tanımlamıştır. “Madde, Anayasanın 21 inci maddesinde güvence altına alınan konut dokunulmazlığını ihlâl fiillerini suç olarak tanımlamaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlâli, kişinin kendisine özgü barış ve sükununu ve yuvasındaki yaşamının sulh ve selametle cereyanı için varolması gerekli güvenlik duygusunun sarsılmasını ifade etmektedir.

Bireylere karşı işlenen ve aynı zamanda onların muhtaç oldukları güvenlik ve sükunu ihlâl eyleyen bu fiillerin, hürriyete karşı işlenen suçlar arasında bir suç olarak tanımlanması uygun görülmüştür.”

    SUÇUN TAHLİLİ

A)Maddi Konu

Bu suçun maddi konusunu “konut” ve “eklenti” oluşturmaktadır.  Bir başka deyişle konut veya eklenti bu suçun önkoşulu olu, korunan hukuki yarar buraya girmekle ihlal edilecektir. Konut ve eklentiden ne anlaşılması gerektiğini incelemek gerekmektedir.

  1. a. Konut:  Sözlük anlamı itibariyle konut kişinin fiilen oturduğu yer olarak tanımlanmaktadır.  Dikkat edileceği üzere ilk göze çarpan nokta günlük yaşamda çoğu kez birbirleri yerine kullanılan ikametgâh kavramı ile konut kavramının ayrı olmasıdır. Ceza hukukunda konut “ bir kimsenin geçici de olsa oturmak için sığındığı her yerdir. ”Medeni hukuk bakımından ise ikametgâh, kişinin belirlenmesinde önemlidir. Kişi yeryüzünün belirli bir yerinde yaşamak, bulunmak, eylem ve işlemlerini orada toplamak zorundadır. Kişi burada, haklarını kullanmak, borçlarını yerine getirmek, yapılan ödemeleri kabul etmek, kendisine bildirilmesi, ulaşması gerekli her türlü yüküm, ödev görev ve işlemlerle ilgili olarak bilgi edinmek olanağını kazanmaktadır. Yani yasa her yeri ikametgâh olarak kabul etmeyip, ancak yerleşmek niyetiyle oturulan yerleri ikametgâh saymıştır. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere her ikametgâh ceza hukukunun belirlediği anlamda konuttur. Fakat her konut medeni hukuk kapsamında ikametgâh değildir. Bu halde konut için çok genel bir tanım yapmak gerekirse, bireyin kendisine yuva ittihaz ettiği bir yer konuttur. Bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu genel tanımdan ötesine belli kriterlere ihtiyacımız vardır.

aa) Geçici veya Devamlı Bir Yerde Kalma: Konut dokunulmazlığını ihlal suçu ile maddi bir şey değil, kişinin hürriyeti korunmaktadır. Bu nedenle kimsenin geçici veya daimi olarak, özel yaşamında yaşadığı ve oturduğu her yeri konut saymak gerekir. Bir konut sayılabilmesi için bu yerde belirli bir süre kalınması şart olmayıp, geçicide olsa diğer koşullar yerine gelmişse, bu yer konut sayılmalıdır. Yargıtay bir kararında “herhangi bir şahsın kendisine muvakkat* olsa bile ikamet ittihaz ettiği her nevi yerin mesken” sayılacağını belirtmiştir.

bb) Gece İstirahatına Tahsis Edilip Edilmememe Durumu: Öğretide hakim görüş konutun geniş olarak kabul edilmesi gerektiğini, gece istirahatına tahsis edilmesi, gece yatma olanağı sağlamaması o yerin konut sayılması için şart değildir. Bir yerin kişin ihtiyaçlarını kısmen dahi karşılayabiliyorsa yani kişilerin yaşamsal faaliyetlerini geçirdikleri yer de konut sayılmalıdır.

cc) Yerin tahsis Amacı: Genel kabul edilen görüşe göre, konut olarak tahsis edilmemiş olsa dahi kişilerin yaşamsal faaliyetlerinin bir bölümünü geçirdikleri yer konut sayılır. Yargıtay da verdiği kararlarda, aslında konuta tahsis edilmemiş yerlerin(hayvan damı, okul vb.) fiilen yuva olarak kullanılmaları halinde konut sayılmaları gerektiği düşüncesindedir. Bir yer halen ve fiilen aile veya fert hayatı bakımından kullanmaya tahsis edilmiş olmalıdır. Bu bakımdan ilerisi için oturmaya ayrılmış, örneğin boş mahale girme konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getirmez. Ayrıca bir yerin konut sayılamsı için tahsisin sürekli olması da şart değildir, geçici de olabilir.

dd) Bir Yerin Konut Olarak Kullanıldığının Belirlenmiş Olması: bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu yerin dışarıdan anlaşılacak şekilde konut olarak tahsis edildiğinin anlaşılması gerekmektedir. Yani bu yerin dış dünyadan ayrı tutulduğunu belirtecek emarelere ihtiyacımız vardır. Yargıtay bir kararında “konut olarak kullanılması durumunda çadıra girmek konut dokunulmazlığını ihlal suçunu oluşturur” diyerek konutu belirlenmesinde ana ayrımın dış dünyadan belli ve anlaşılır şekilde ayrılma iradesinin varlığına işaret etmektedir.

ee) Boş Yerlerin Konut Olup Olmaması Durumu: Bir yerin konut olarak kabul edilebilmesi için sadece tahsis amacı yetmediğini bir yer oturmak için tahsisi edilmiş olsa bile bu yerde oturulmuyorsa ceza hukuku anlamında konut sayılamayacağı kabul edilmemelidir. Örneğin taşınmak için eşyaların bir yere bırakılmış olmasına karşın o yerde oturulmuyorsa bir başka deyişle yer kişilerden gayrı bir yer teşkil ediyorsa buraya girmek konut dokunulmazlığının ihlali anlamına gelmeyecektir. Yargıtay da bir kararında “ yayla evi suç tarihinde terk edilmiş olup olmadığının araştırılması …”Gerekliliği üzeride durarak boş olan yerlere girmek durumunda konut dokunulmazlığını ihlal suçunun oluşmayacağını belirtmiştir. Bu suçta korunan değer kişinin huzur ve sükûnu olduğu düşünülürse boş bir yer girmenin veya girip de çıkmamanın kimsenin huzurunu etkileyebileceği düşünülemez. Ancak oturulan ve fakat suç anında içinde kimse bulunmayan bir konuta girilmiş olması halinde, suç işlenmiş olur.

ff) Konutun Bir Bina Olması Koşulunun Aranıp Aranmaması: Bir yerin konut sayılabilmesi için yapısı, genişliği, niteliği ve biçimi önem taşımaz. Bu nedenle oturulan yerin “bina” biçimde olmasına gerek olmadığı gibi, üstünün açık veya kapalı olması da önem taşımaz. İçinde oturmak koşuluyla taşınırlarda suça konu olabilir. Bu bağlamda örneğin karavan, çadır, çöp bidonu, gemi kamarası, kayık, yataklı vagon kopartmanı, otel odası TCK kapsamında konuttur. Fakat İngiliz hukukunda, yer unsuru önemli olduğundan; çardak, çadır, tekerlekli geçici bir yere sabit ve sağlam nitelikte olmadıkları için konu sayılmamaktadır. Buna karşın Fransız Yargıtay’ı, karavanların konut sayılabileceklerini, özel otomobillerini ise konut olamayacağını kararında açıkça belirtmiştir.

gg) İş Yerlerinin Konuttan Sayılıp Sayılmama Durumu: Konutun niteliği gereği rıza yokluğunun tespit edildiği her durumda suçun oluşacağını kabul eden kanun koyucu bu defa somut olayda öncelikle işyerinin niteliğinin incelenmesi gerektiğini, eğer işyeri açık rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi olağan yerlerden ise bu halde işyerinin niteliği sebebiyle işyeri dokunulmazlığı suçunun oluşmayacağı sonucuna varılmıştır. Market, mağaza, dükkân gibi herhangi bir şart aramaksızın açık olduğu saatlerde herkesin giriş çıkış yapabileceği kapalı alanlar, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat(alışılmış) olan yerlerden sayılmalıdır.Baştan örtülü veya açık iradeyle işyerlerine giriş ve çıkış yapabileceği anlaşılan işyerlerinde, sonradan ve keyfi olarak iznin olmadığını veya kaldırıldığını iddia etmek isabetli değildir. Buna karşılık açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olmayan avukatlık bürosuna, doktorun muayenehanesine fail tarafından izin alınmaksızın gizlice, hileyle, cebir ve veya tehditle girilmesi durumunda suç tamamlanmış olacaktır.

ğğ) Resmi Dairelerin Konut Kapsamına Girip Girmedikleri: Resmi daireler konut sayılamazlar. Yargıtay’ımız resmi dairelerin konut olarak kabul edilemeyeceğini ancak resmi nitelikte olan binalarda çalışma saatleri dışında konaklanması durumunda buralarında ceza hukuku kapsamında konut olarak kabul edilebileceği düşüncesindedir. Bir kararında “içinde köy ebesinin ikamet ettiği herkesçe bilinen sağlık evinin” ve “aynı hastanede hemşire olan mağdurenin ikametine tahsis edilen odanın “özellikle gece vakti konut sayılacağına hükmetmiştir.

Ayrıca birden fazla kimsenin kamu hukuk gereği birlikte oturmaya mecbur tutuldukları ceza veya tutukevlerinin hükümlü veya tutukluların konutu sayılıp sayılmayacakları üzerinde durulmalıdır. Öğretideki genel kabule göre konut dokunulmazlığı ihlal suçunun esas itibariyle amacı konut içinde bulunanların kişisel hürriyetlerini korumak olduğundan hürriyetleri esasen kısıtlanmış kimselerin konut dokunulmazlıklarını ihlal edildiklerini sürmek yerinde değildir. Diğer bir deyişle hürriyetin kısıtlanmış olması durumunda konut dokunulmazlığının kaynağı ortadan kalmış olacaktır. Fakat Yargıtay’ın tam aksi yönde kararı bulunmaktadır.

b)Eklenti: Sözlük anlamı itibariyle bir konutun veya binanın kullanış açmalarından herhangi birini tamamlayan(kolaylaştıran) bina ve yapılardır.örneğin binadan ayrı kömürlük, garaj gibi.Asıl itibariyle yargıç bir yerin eklenti olup olmadığına karar verirken somut olayda fiili gerçekleştiren failin, kişinin hürriyetlerinin, huzur ve güvenin ihlal edilip edilmediğini göz önüne alacaktır.

Eklentinin Unsurları:

aa. Bir yerin eklenti sayılabilmesi için mutlaka oranın konuta bitişik veya onun yakınında bulunmasına bağlı değildir. Girildiğinde konutta oturanların sükun ve huzurunun bozulduğu, konuta bitişik olmayan hatta konuta uzak bir yerde eklenti sayılabilir. Yargıtay verdiği bir kararla, mağdurun evinden ayrı bulunan ve etrafı çevrili olmayan boş alana açılan kömürlüğün eklenti sayılamayacağını belirtmiştir. Buradaki temel kıstas fiilin huzuru bozup bozmadığı ve eklentinin konuta ait olduğu emarelerinin olup olmadığıdır.

bb. Hak sahibinin başkalarının girmesine rızasının bulunmadığını gösterecek şekilde bir yerle ilgili tedbirler alması. Örneğin oranın etrafının çitle, duvarla çevrilmesi gibi. Yargıtay’ımızda etrafı duvar veya çitle çevrili olmayan ya da umuma açık yerlerden net olarak ayrılmayan avlu, sahnlık, ya da bahçeyi eklenti olarak kabul etmemiştir. Bununla birlikte kastedilen tedbirlerin mutlaka sağlam ve aşılması imkansız şekilde olmalarına gerek yoktur. Hatta bu tedbirlerin maddi olması da şart olmayıp, psikolojik bir engel veya işaret kâfidir.  Ancak bir erin etrafının çevrili olması onun her zaman eklenti sayılacağı anlamına gelmemelidir. Hatta konuta uzak bir mesafede bulunan yazlık bir kulübe eklentiden sayılamaz.Bizim için en önemli tanımın Yargıtay tarafından bir karar vesilesi ile verilen tanımdır ki o kararda eklentiden anlaşılması gerekeni “ içine girilmesi veya girdikten sonra çıkılmaması konutun huzur ve güvenliğini, kişi hürriyetini ortadan kaldırabilecek olan yerler” olarak tanımlamıştır.

B)Suçun Maddi Unsurları:

a)Fiil: konut Dokunulmazlığını ihlal suçunda yasaklanan fiil, failin kendisini oradan çıkartmak hakkına sahip olan birinin rızasına aykırı olarak konutuna veya konutun eklentisine “girmesi” veya rıza ile girdikten sonra “çıkmamasıdır”. Ayrıca belirtmek gerekirse gizlice veya hile ile girmek veya rıza ile girdikten sonra gizlenerek veya hile ile çıkmamak hallerinde de, hak sahibinin rızasının bulunmadığı açıktır. Yasada seçenekli olarak iki hareket belirtildiği için konut dokunulmazlığını ihlal suçu seçimlik hareketli suç olduğu konusunda duraksamaya gerek yoktur. Bu suç, icraî bir davranışla işlenebileceği gibi, ihmali davranışla da işlenebilir. Başkasının konutuna veya konutun eklentilerine rıza ile girdikten sonra, çıkmama hâlinde, konut dokunulmazlığı ihmali davranışla ihlâl edilmektedir. 

aa) Girmek: Kanunda tanımı yapılmayan girmek fiilinin konut veya eklentisine yönelik olması gerekir. Failin konut veya onun eklentisine tüm vücudu ile dâhil olması gerekmektedir. Nitekim Yargıtay da verdiği kararlarda, örneğin, kapının, pencerenin vurulması, duvara merdiven dayayıp içeri gözetleme, taş atmak, pencereden bir şey uzatmak ve silahla ateş etmek konut dokunulmazlığına vücut vermez.Vücudun tamamının girmesi hangi yolla olursa olsun önemli değildir. Pencereden, bacadan, tünel kazmak veya normal giriş yollarının kullanılmış olması önemli değildir.

bb) Çıkmamak: Konut dokunulmazlığını ihlal suçunda yaptırıma bağlanan seçimlik hareketlerden ikincisi, hal sahibinin rızası ile girilen konuttan “çıkmamaktır”. Çıkmamak fiilinin meydana gelmesi için, hak sahibinin söz, hareket ve tavırlarıyla kendisini çıkmaya davet etmesine rağmen, failin rıza ile girilen yerden ayrılmamasına bağlıdır. Öğretide ve uygulamada, konuttan veya eklentisinden çıkmayarak kalmanın ne kadar sürmesi gerektiği konusu tartışmalıdır. İsviçreli yazar Lagoz, dışarıya çıkılması konusundaki davet karşısında bir an için tereddüt etmek suçun oluşması bakımından yeterli olamaz. Bu nedenle, hak sahibinin failin orayı terk etmesi isteğine karşın failin kısa bir süre tereddüt etmesi çıkmamak sayılmaz. Örneğin failin eşyalarını toplamak için gerekli bir süreye ihtiyaç duyması ve eşyalarını toplamakla uğraşıyorsa, çıkmamak öğesinin oluştuğundan söz edilemez.  Ayrıca hak sahibi, konutunun terk edilmesini açıkça istediği anlamına gelen bir hareket yapmış olmasına karşın failin evden kendiliğinden çıkmaması üzerine hak sahibi veya 3. Kişi tarafından zorla çıkarılması da “çıkmama” unsurunun gerçekleşmiş olduğunu gösterir.

cc) “Girmek” ve “Çıkmamak” Fiillerinin Hak Sahibinin Rızasına Aykırı Olmaması:  Konuta veya eklentisine hile ile veya gizlice girildiğinde ya da rıza ile girilip bu hallerden biri vasıtasıyla çıkılmaması hak sahibinin rızası hilafı hareket anlamına gelir.”Rızasına aykırı olarak” kavramı, failin konuta girmek ( veya girdikten sonra çıkmamak) ile hak sahibinin iradesine aykırı hareket ettiğini bildirmesi ya da hak sahibinin girmesine ( veya çıkmamasına) izin vermeyeceğini tasavvur etmesi anlamına gelir.hak sahibi iradesini yazılı veya sözlü açıklayabileceği gibi bazı işaret ve maddi engellerle de açıklayabilir. Örneğin bahçenin etrafını duvarla çevirmek, bahçe kapısına zil takmak gibi. Ayrıca hak sahibin fiilin oluşumu sırasında konutta bulunması şart değildir. Yargıtay 765 sayılı verdiği bir kararda “ … Müdahil EY’nin apartman dairesine, kendisi evden yokken yeğeni MY’nin arkadaşlarını davet etmesi ve eğlenirlerken müziğin sesinden rahatsız olan komşunun aralık olan kapıya ayağını koyarak içeri girmesi konut dokunulmazlığı suçunu oluşturur. Konutta görüldüğü şekilde yüksek sesli müzik çalınması konuta rıza hilafına girme hakkı kazandırmaz” demiştir. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki açık veya bulunan olgulardan şüpheye yer vermeyecek şekilde anlam çıkarılacak kapalı bir rıza ise fiil suç oluşturmaz. Rızanın bulunmadığının failce yeterince bilinmediği hallerde, mahalli örf ve adetlerle olayın çözümlenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Örneğin evin girişinde etrafı çevrili bir bahçe olsa, kapısı sürgülü bulunsa bile ev sahiplerinin buraya bir şey sorulması için girilmesine rızası olduğu genel teamüllere göre kabul edilir.

aaa)Rızayı Açıklamaya Yetkili Kişiler

1-Konutta Tek Kişi Oturuyorsa: Konut tek kişi tarafından kullanılıyorsa bu kişinin rızası yeterlidir.

2-Konutta Birden Fazla Kişi Oturuyorsa: Konut dokunulamazlığında koruna değer mülkiyet hakkı ya da başka bir ayni hak olmadığı, kişinin hürriyeti ve huzuru olduğu düşünülürse, bu sübjektif hakka ve meşru bir nedene dayanarak konutta bilfiil oturan kişi ya da kişiler rıza açıklamaya yetkilidir. 116. maddenin 2. Fıkrasında konuyla ilgili özel bir düzenleme getirilmiştir. “Evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir.” Bu fıkrada evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının yeterli olduğunu ifade etmiştir. Fakat anılan madde metinin de bu rızanın meşru bir neden dayandırılması ifadelerle açıklanmış ve örneklendirilmiştir. “Maddenin ikinci fıkrası, söz konusu suçun hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldıran rıza ile ilgili bazı durumlara ilişkin hükümler içermektedir. Buna göre, evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının olması, söz konusu suça ilişkin hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldırır. Keza, konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin konuta girme konusunda rıza göstermesi, fiilin hukuka uygun hâle getirir. Ancak bu hâllerde konuta girişin hukuka uygun sayılabilmesi için, rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. Bu bakımdan örneğin, konuttaki teknik bir arızanın tamiri için, diğerinin bilgisi olmaksızın, eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi hâlinde, bu rıza geçerli bir rıza olarak kabul edilmelidir. Buna karşılık, eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi durumunda, bu kişinin konuta girmesine gösterilen rızanın, geçerli bir rıza olarak kabul edilmesi imkânsızdır ve bu durumda diğer eşe karşı işlenmiş konut dokunulmazlığını ihlâl suçu söz konusudur.”

Bununla birlikte ergin kız ya da erkek evladın eve sevgilisinin girmesi konusundaki rızası geçerlidir. Fakat ailenin yanına misafir olarak gelmiş kişilerin eve başka bir şahsı alma bakımından rıza açıklamaya yetkili oldukları düşünülemez.

Başka durumlar düşünüldüğünde yetkili kişileri şöyle sıralayabiliriz: a)Tümü bir konut olan, fakat her odasında değişik kişilerin oturduğu yerlerde, her oda ayrı bir konut olarak kabul edilmeli ortak alanlar için herkes rıza açıklamaya yetkili fakat odalar için sadece kendi alnaları ile sınırlı bir rıza açıklamasına yetkilidirler. b)aynı odayı birden fazla kişinin konut olarak kullanması durumunda bu odada oturanların hepsi rıza açıklamaya yetkilidirler.

b.Fail ve Mağdur:

TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili bakımından özel bir şart yer vermediğinden fail herkes olabilir. Aile fertleri arasında konut dokunulmazlığını ihlal suçunun gündeme gelemeyeceği oldukça açıktır. Fakat aile fertleri olmakla birlikte yaşamayan kimseler arasında bu suçun işlenmesi mümkündür. Yalnız bu gibi durumlarda birbirlerinin konutlarına girilmemesi hususundaki düşüncelerin önceden açıklanması gerekir. Çünkü aile fertleri ayrı yaşasalar bile birbirlerine gidip gelmek adet gereğidir. Karı veya koca evlilik birliği devam ettiği ve hakim tarafından ayrılık kararı verilmediği müddetçe birbirlerine karşı bu suçu işleyemezler.

Aynı odayı konut olarak paylaşan birden fazla kişi, bu odaya veya varsa müşerek kullanılan yerlere girme bakımından birbirlerine karşı konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili olamazlar.

Konut dokunulmazlığı ihlal suçu ile konutun fiziki varlığı ya da mülkiyeti değil, burada yaşayanların kişi hürriyeti korunduğundan kiraya verilen evin maliki, kiracısı aleyhine bu suçu işleyebilir. Şu halde ev sahibinin mülkiyet hakkı, kiracısının konut dokunulmazlığının ihlalini, haklı kılmaz.

C.Manevi Unsurlar

Konut dokunulmazlığını ihlal suçu kasten işlenebilen bir suçtur. Bu suç taksirle işlenemez. Fail başkasının konut dokunulmazlığını bilerek ve isteyerek ihlal etmiş olmalıdır. Kanunumuz failin belirli amaçla hareket etmesini aramamış ve dolayısıyla manevi unsurlar arasında saike yer vermemiştir. Yargıtay bir kararında “ancak sanıkların katılanın konutuna rıza dışı girdiklerinin oluşa uygun kabul edilmesine karşın, kasıt ile amaç bir birine karıştırılarak, genel kast ile işlenen konut dokunulmazlığını bozma suçunda özel kasta yaslanılarak sanıkların amaçlarının katılanla barışmak olduğu ve suç işleme kastlarının bulunmadığı gerekçesi ile beraat hükmü kurulması yasaya aykırıdır.”  Demekte ve bu suçun işlenmesinde özel kastın aranmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Suça Teşebbüs:

Konuta girmek veya konuttan çıkmamak hareketlerinden birinin icrası ile suç gerçekleştiğinden, konut dokunulmazlığını ihlal, sırf hareket suçudur. Bu itibarla ancak icra hareketlerinin parçalara ayrılabildiği hallerde teşebbüs söz konusu olabilir. Nitekim girmek eylemi için teşebbüs söz konusu olabilirken bir durum ifade eden çıkmamak eylemi için teşebbüsten söz etmek mümkün değildir. Konuyla ilgili Yargıtay’ın verdiği bir karar da bu suçun sırf hareket suçu olduğu üzerinde durulmuş ve teşebbüs davranış parçalanbilir olduğu sürece mümkün olduğu sonucuna varılmıştır.

Suçun İçtiması 

Konut dokunulmazlığını ihlal konut içerisinde işlenen birçok suçta vasıta olmasına karşılık bağımsız bir suçtur. Nitekim konut dokunulamazlığını ihlal sırasında başka bir suçun da işlenmesi ihtimalinde, kanunların içtiması dışında 116. maddede yer alan suç kendisiyle birlikte işlen diğer eylemlerden bağımsız olduğundan gerek içtima kuralı uygulanır. Bu başlık altında hırsızlık suçu ile konut dokunulmazlığını ihlal arasındaki sıkı ilişkiyi de incelemek gerekir. TCK 142. maddesinin 1. fıkrasının b bendinde; “ hırsızlık herkesin girebileceği bir yerde  bırakmakla birlikte kilitlenmek suretiyle ya da bina veya eklentileri içinde muhafaza altına alınmış olan eşya hakkında” hırsızlık suçunun işlenmesi nitelikli hal olarak kabul edilmiştir. Hırsızlığın bu şekli pekala kişi bina veya eklentisine dahil olmadan da işlenebilir. Hatta binada hiç kimsenin oturmaması dolayısıyla konut dokunulmazlığını ihlal suçunun zaten oluşmayacağı hallerde bulunabilir. Esasen kanun koyucu bu nitelikli unsuru tespit ederken, konutta yaşayanların hürriyetlerinden ziyade, hırsızlığın işlenmesi için aşılan engellerin faildeki ahlaki çürümeyi göstermesi esas alınmıştır. Dolayısıyla, hırsızlık suçunun faili, eylemini konut veya konut eklentisine girerek işlerse diğer şartları da mevcut olmak kaydıyla ayrıca konut dokunulmazlığını ihlal suçundan da cezalandırılmalı yani gerçek içtima kuralı uygulanmalıdır.

 

Munzam Zarar Nedir?

Munzam Zarar Nedir?

07 Şub Çarşamba
12:56

AV. MURAT TEZCAN: KONUT DOKUNULMAZLIĞININ İHLAL SUÇU


1) Genel Açıklama

Kişiliğin oluşması ve gelişmesi ile yakın ilişkisi bulunan ve kişinin en son sığınma yeri olan konut dokunulmazlığı, Anayasanın 2. kısmında düzenlenen temel hak ve hürriyetlerin düzenlendiği ve bu kısmın ikinci bölümünde yer alan kişinin hak ödevleri başlığı altında 21. maddede düzenlenmiştir. Kişi dokunulmazlığının bir görünümü olan konut dokunulmazlığı, çeşitli uluslar arası sözleşmelerde de, insan haklarını düzenleyen ve koruyan bildirilerde de yer almıştır. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde kişinin korunmaya değer hakları arasında konut dokunulmazlığı da yerini almıştır. İşte Anayasada ve uluslararası metinlerde ifadesini bulan bu ilkenin yaptırımı 5237 sayılı TCK’nın ikinci kitabının, “kişilere karşı suçlar” başlıklı ikinci kısmının, “hürriyete karşı suçları” düzenleyen yedinci bölümde “konut dokunulmazlığının ihlali başlıklı 116.maddede düzenlenmiştir. Konut dokunulmazlığının ihlal suçunun cezayı artıran nitelikli unsurlarına ilişkin düzenlemeler “ortak hüküm” başlıklı 119. maddede yer almaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlal suçları 765 sayılı TCK’nın 193 ve 194. maddelerinde düzenlenmişti. 765 sayılı TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçu “hürriyete karşı suçlar” babı içinde konut dokunulmazlığını bozma suçlarına bir fasıl ayırarak düzenlemişti. Buna göre 193. maddede şahıslar tarafından işlenen konut dokunulmazlığı ihlali eylemi, 194. maddede ise, memurların görevlerini kötüye kullanmak suretiyle işledikleri konut dokunulmazlığını ihlal fiili, ayrı ayrı suçlar olarak öngörülmüştü. 5237 sayılı yasada ise böyle bir ayrıma yer verilmemiş ve konut dokunulmazlığını ihlal suçunu herkes tarafından işlenebilen bir suç olarak düzenlemiştir. Ancak fiilin sıfatı cezanın tespitinde nazara alınmıştır.

2) 5237 Sayılı Yeni TCK ile 765 Sayılı Eski TCK da Düzenlenişleri Açısından Konut Dokunulmazlığı İhlal Suçu 

     Farklar:

1- Konut Dokunulmazlığının ihlali suçları bakımından yapılan değişikliklerin başında; TCK.nun 194 üncü maddesinde yer alan suçun 5237 s.lı Kanunda yer almaması gelmektedir. Yeni kanun hürriyete karşı işlenen suçlara ilişkin ortak hükümler içeren 119 uncu maddenin e bendinde fiilin “Kamu görevinin sağladığı nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle” işlenmesi bir ağırlatıcı sebep olarak kabul edilmiştir.

2- Maddede mesken yerine “konut”, müştemilat yerine de “eklenti” kavramı kullanılmıştır.

3- Bilindiği üzere konuta veya konutun eklentilerine girmek veya girdikten sonra çıkmamak konut dokunulmazlığı suçunu oluşturmaktadır. 765 sayılı Kanunda sivil kişiler tarafından konuta girilmesi ve girdikten sonra çıkılmaması suç olarak kabul edilmiş iken memur tarafından işlenen konut dokunulmazlığını ihlal suçu açısından sadece konuta girmek suç olarak kabul edilmişti. Bu husus doktrinde tartışmalara sebep olmuş ve memurun rıza ile konuta girmesinden sonra çıkmaması halinde  hangi suçun oluşacağı hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştü. Mevcut düzenleme ile memurun işlediği konut dokunulmazlığını ihlal suçu bağımsız bir suç olmaktan çıkarıldığı ve suçun temel şekli bakımından konuta rıza hilafına girme veya rıza ile girdikten sonra çıkmama suç olarak kabul edilerek tartışmaya son verilmiştir.

4- Suçun maddi unsurunun oluşumu bakımından 5237 sayılı TCK. da rızaya aykırı olarak girme ve rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama yeterlidir. 765 sayılı TCK.da ise rıza hilafına, gizlice ve hile ile konuta veya eklentisine girme rıza ile girdikten sonra rızaya aykırı olarak çıkmama suç olarak kabul edilmiştir. Yeni Kanunda, “ gizlice veya hile ile girme”  de rızaya aykırı olarak girme  kabul edilmiştir. Bu husus madde gerekçesinde; “Konut sahibinin konuta girildiğinden haberdar olmaması aynı zamanda rızasının da olmaması anlamına gelir. Bu nedenle, konuta gizilice veya hile ile girilmiş olması halinde, bu suç oluşur” şeklinde ifade edilmiştir.       

5- 5237 sayılı Kanunun 116 ıncı maddesinin 2 inci fıkrasında yeni bir düzenleme yer almaktadır. Buna göre; evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. 

765 sayılı TCK.nun 193  üncü maddesinde yer alan suçun oluşması bakımından rıza hilafına konuta veya eklentilerine girmek veya rıza hilafına çıkmamak gereklidir. Ancak söz konusu maddede rızanın kim tarafından açıklanacağı hususuna yer verilmiş değildir. 5237 s.lı kanunun 116 ıncı maddesi ile evlilik birliği içinde aile bireylerinden birinin, müşterek kullanılan konutlarda bu konutu kullananlardan birinin rıza beyan edebileceği ifade edilerek konuya açıklık getirilmiştir. Rızanın açıklanması halinde fiil hukuka uygun olduğundan söz konusu suç oluşmayacaktır. Konuta girişin hukuka uygun olarak kabul edilebilmesi için rıza beyanı meşru bir amaca yönelik olmalıdır. Örneğin konuttaki teknik bir arızanın giderilmesi için diğerinin bilgisi olmaksızın eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi halinde bu rıza geçerlidir. Ancak eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi  halinde, rıza hukuka uygun olmayacak ve  konut dokunulmazlığını ihlal suçu gerçekleşecektir.

6- 5237 s.lı Kanun ile getirilen bir başka yeni düzenleme 116 ıncı maddenin 3 üncü fıkrasında yer almaktadır. Buna göre; “birinci fıkra kapsamına giren fiillerin, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur”. Bu husus 765 sayılı TCK.da yer almamakla birlikte “Memurun Konut Dokunulmazlığı Suçunu” düzenleyen 194 üncü maddede memurların “efradın ticaretgahları veya idarehaneleri gibi hususi mahaller usulsüz olarak araştırılırsa fail … hapsolunur”  hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde de görüldüğü üzere burada konut dokunulmazlığından ayrı bir suç bulunmaktadır. 116 ıncı maddenin 1 inci fıkrasında tanımlanan fiillerin rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olan yerler dışında kalan işyerleri ve eklentileri hakkında işlenmesi halinde fail cezalandırılacaktır.

   7- 5237 sayılı TCK.nun 116 ıncı maddesinde düzenlenen Konut Dokunulmazlığını İhlal Suçu nitelikli haller bakımından da değişikliğe uğramıştır.

3)Tarihsel Gelişimi

Konut dokunulmazlığının ihlal tarihin çok eski dönemlerinden beri cezalandırılan bir fiildir. Eski çağlarda konut, kutsal bir şey “res sacra” – aile ilahlarının mabedi ve oturduğu yer- olarak kabul edilmekteydi. Daha sonraları konut kişinin kendisi gibi korunmaya başladı ve konut dokunulmazlığı sosyal bir vasıfkazandı.

Batı hukukunda ise ilk kez açık bir şekilde Roma hukukunda ve Germen Hukukunda görülmektedir. Roma hukukunda konut dokunulmazlığının ilk defa sosyal bir nitelik kazanması “Lex Cornelia de İniuriis” yasasıyla oluşmuştur. Bu yasa bir kimseyi dövmek, yaralamak ve bir kimsenin zorla evine girilmesini yaptırıma bağlamıştır. Böylece aile ocağı, bir kimsenin evi, hiç kimsenin güç kullanarak zorla giremeyeceği ve yine hiç kimsenin zorla çıkarılamayacağı bir sığınak olarak kabul edilmiştir.

Germen hukukunda konut dokunulmazlığını ihlal, en saygı duyulan, kutsal olan huzurun bozulması sayılmaktadır. Alman mevzuatında görülen “hausfriedensbruch” (ev huzurunun bozulması) terimi, insanların huzur haklarının ihlali sayılmaktadır. Germen hukukunda, Roma Hukukundan farklı olarak ne gibi fiil ve hareketlerin konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getireceği sınırlı olarak belirtilmiştir. Lex Rotari bahçe kapısının kırılması, başkasının evinin avlusuna yasaya aykırı biçimde girilmesi, başkasının avlusuna ok ve mızrak atılması gibi şekiller altında saymıştır.

Görüldüğü üzere her iki hukuk dalında konut dokunulmaz bir yer olarak kabul edilmiştir. Hatta bu ilke anglo sakson hukuk düzeninde bu kural şu şekilde ifade edilmiştir. “Bir İngiliz’in kalesi evidir.” Bu kuralı İngiliz Parlamentosunda Lord Chatham 200 yıl önce şöyle ifade ederek açıklamıştır. “ en yoksul insan bile kulübesinde, kralın bütün kuvvetlerini defetmek hakkına sahiptir. Yoksul bir kişinin ocağı sönmüş olabilir, çatısı sallanabilir, rüzgar derme çatma kapıları açabilir, pencereleri koparabilir, fırtına oraya girebilir, yağmur içeri akabilir; fakat İngiltere Kralı oraya giremez. Bu harap kulübenin her tarafı açıktır. Fakat kralın sindirici gücü ve heybeti o harabeyi aşamaz”

İslam hukukunun bir dalı olan İslam ceza hukuku Ukubat ise konut dokunulmazlığını açıkça düzenlememekle birlikte özel yaşamın gizliliğinin korunması konusunda hassas davranmış ve özel hayatın geçtiği konutta dolaylı olarak korunmuştur.

Osmanlı döneminde ise konut dokunulmazlığı ilk olarak  “ Ceza Kanunanemi Hümayunu” 105. maddesinde bir kimsenin hanesine cebren girilemeyeceğini söylemek suretiyle düzenlemiştir. Dolayısıyla konuta girme zorla olmadığı takdirde bunu konut dokunulmazlığının ihlali olarak kabul etmemiştir. Fakat Osmanlı döneminde konut dokunulmazlığının bir anayasal hak olarak düzenlenmesi 1876 Anayasası ile olmuştur. Kanuni Esasinin 22. maddesinde, “Memaliki Osmaniyede herkesin mesken ve menzili taarruzdan masundur. Kanunun tayin ve eylediği ahvalden maada bir sebeple hükümet tarafından cebren hiç kimsenin mesken ve menziline girilemez” denilerek konut dokunulmazlığı benimsenmiştir.

4)Karşılaştırmalı Ceza Yasalarında Konut Dokunulamazlığını İhlal Suçu

Konut dokunulmazlığı ihlal suçları bütün ülke mevzuatlarınca cezalandırılan bir eylemdir. Fakat düzenleniş biçimleri ve kanunlardaki yerleri farklılık göstermektedir. Örneğin federal Almanya ve Hollanda bu suçu kamu düzenini ihlal eden filer arasında sayarken diğer modern kanunlar hürriyete veya ferdin şahsi hürriyetine bir tecavüz teşkil ettiğini öngörür ve fiile şahsi hürriyet ve anayasal güvencelere karşı işlenen suçlar arasında yer verir.

Bazı kanunlarda fiilin kamu görevlisi tarafından işlenmesi suçun basit şeklini oluşturur. Bu hukuklarda konut dokunulmazlığının bir kamu görevlisinin görevini kötüye kullanması suretiyle ihlal edilmesi esas fiil olarak cezalandırılmaktadır. Örneğin Fransız ceza yasası 184. maddede “ idari ve kazai sistemin her memuru, her emniyet teşkilatı veya adli teşkilat görevlisi, kamu iktidarının her yetkilisi, bu sıfatlarını kullanarak bir vatandaşın iradesine karşı gelerek ikametgahına, kanununda öngörülen hallerin dışında veya kanunda hapis veda yazılı formaliteler olmaksızın, girerse 6 günden bir yıla kadar hapis ve 500 Franktan 8000 Franka kadar para cezasına, kanununun 114. Maddesinin ikinci fıkrasındaki hal ayrı olmak üzere cezalandırılır.

Bir vatandaşının ikametgâhına cebir, fiili yolarla tehdit ya da çeşitli manevralarla giren bir kimse de aynı ceza ile cezalandırılır.

Yukarıdaki fıkralarda öngörülen cezalar, suçun bir grup tarafından işlenmesi halinde iki misli hükmedilir.” suçun basit şekli konut dokunulmazlığını ihlal suçunu bir kamu görevlisinin işlemesi olarak düzenlemiştir.

Buna karşılık konut dokunulmazlığını ihlalin basit şeklinde eylemin şahıslar tarafından işlenmesini arayan bazı ceza kanunlarında, bir kamu görevlisi tarafından gerçekleştirilmiş olması cezayı artıran nitelikli unsur olarak kabul edilmiştir.

5)Korunan Hukuki Değer

Bu suçla korunmak istenen hukuki değer konusunda doktrinde değişik görüşler yer almaktadır. Bir görüşe göre korunan hukuki menfaat kişi hürriyetine yakın fakat bu hürriyetle aynı olmayan özel niteliğe sahip konut hakkıdır. Konut hakkının yani kanunun koruduğu mahallelerde tecelli eden hürriyetin kasten ihlali, konut dokunulmazlığının ihlal suçunu meydana getirir.

Bir diğerine göre, konut dokunulmazlığını ihlal fiili kişi hürriyeti aleyhine bir suçtur. Esasta iradesine göre istediği bir hareket eden kişinin konut dokunulmazlığını ihlal fiiliyle irade ve ona göre hareket edebilme serbestisi sınırlanmış olmaktadır. Fiil, irade ve hareket serbestisine bir saldırıdır. Kişinin iradesini esas alan bu görüş, onun iradesine karşı olan fiili, hürriyet aleyhine suç kabul etmektedir.

765 sayılı kanunun benimsediği görüş ise korunan değerin kişinin konutunda huzur ve güven içinde yaşamasını güvence altına alınmasıdır. Çünkü konut dokunulmazlığının ihlali, kişide yalnız maddi bir huzursuzluk doğurmakla kalmaz, onun özgürlüğünü de ihlal eder. Yoksa burada kanun mülkiyet veya diğer ayni bir hakkı korumamaktadır. İtalyan öğretisine göre de, korunan hukuksal yarar, bir kimsenin saldırıya ya da keyfi müdahalelere uğramaksızın, kendi konutunun içinde kişiliğini serbestçe dışa vurma özgürlüğüdür. 

6)Maddenin Ceza Kanunundaki Yeri İtibariyle Değerlendirme

Konut dokunulmazlığının ihlal suçu ceza kanunda kişilere karşı suçlar kısmının hürriyete karşı suçlar bölümünün altında düzenlenerek korunan değeri kişi hürriyeti olarak tespit ettiğini göstermektedir. Gerçek anlamda hürriyet aleyhine işlenen suçları devletin, kişinin hürriyetine müdahalesi sonucu oluşan suçlar olarak tanımlamak gerekse de devletin subjektif özel hürriyetleri koruma görevi düşünüldüğünde madde metinin burada olması anlamlıdır. Kaldı ki suçun nitelikli hallerinin düzenlendiği ortak hüküm niteliğindeki 119. madde de kişi hürriyetini devlete karşı korunduğu gözlenmektedir. 

Maddenin gerekçesi de maddenin yerini belirlerken gözettiği ölçütleri şöyle tanımlamıştır. “Madde, Anayasanın 21 inci maddesinde güvence altına alınan konut dokunulmazlığını ihlâl fiillerini suç olarak tanımlamaktadır. Konut dokunulmazlığının ihlâli, kişinin kendisine özgü barış ve sükununu ve yuvasındaki yaşamının sulh ve selametle cereyanı için varolması gerekli güvenlik duygusunun sarsılmasını ifade etmektedir.

Bireylere karşı işlenen ve aynı zamanda onların muhtaç oldukları güvenlik ve sükunu ihlâl eyleyen bu fiillerin, hürriyete karşı işlenen suçlar arasında bir suç olarak tanımlanması uygun görülmüştür.”

    SUÇUN TAHLİLİ

A)Maddi Konu

Bu suçun maddi konusunu “konut” ve “eklenti” oluşturmaktadır.  Bir başka deyişle konut veya eklenti bu suçun önkoşulu olu, korunan hukuki yarar buraya girmekle ihlal edilecektir. Konut ve eklentiden ne anlaşılması gerektiğini incelemek gerekmektedir.

  1. a. Konut:  Sözlük anlamı itibariyle konut kişinin fiilen oturduğu yer olarak tanımlanmaktadır.  Dikkat edileceği üzere ilk göze çarpan nokta günlük yaşamda çoğu kez birbirleri yerine kullanılan ikametgâh kavramı ile konut kavramının ayrı olmasıdır. Ceza hukukunda konut “ bir kimsenin geçici de olsa oturmak için sığındığı her yerdir. ”Medeni hukuk bakımından ise ikametgâh, kişinin belirlenmesinde önemlidir. Kişi yeryüzünün belirli bir yerinde yaşamak, bulunmak, eylem ve işlemlerini orada toplamak zorundadır. Kişi burada, haklarını kullanmak, borçlarını yerine getirmek, yapılan ödemeleri kabul etmek, kendisine bildirilmesi, ulaşması gerekli her türlü yüküm, ödev görev ve işlemlerle ilgili olarak bilgi edinmek olanağını kazanmaktadır. Yani yasa her yeri ikametgâh olarak kabul etmeyip, ancak yerleşmek niyetiyle oturulan yerleri ikametgâh saymıştır. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere her ikametgâh ceza hukukunun belirlediği anlamda konuttur. Fakat her konut medeni hukuk kapsamında ikametgâh değildir. Bu halde konut için çok genel bir tanım yapmak gerekirse, bireyin kendisine yuva ittihaz ettiği bir yer konuttur. Bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu genel tanımdan ötesine belli kriterlere ihtiyacımız vardır.

aa) Geçici veya Devamlı Bir Yerde Kalma: Konut dokunulmazlığını ihlal suçu ile maddi bir şey değil, kişinin hürriyeti korunmaktadır. Bu nedenle kimsenin geçici veya daimi olarak, özel yaşamında yaşadığı ve oturduğu her yeri konut saymak gerekir. Bir konut sayılabilmesi için bu yerde belirli bir süre kalınması şart olmayıp, geçicide olsa diğer koşullar yerine gelmişse, bu yer konut sayılmalıdır. Yargıtay bir kararında “herhangi bir şahsın kendisine muvakkat* olsa bile ikamet ittihaz ettiği her nevi yerin mesken” sayılacağını belirtmiştir.

bb) Gece İstirahatına Tahsis Edilip Edilmememe Durumu: Öğretide hakim görüş konutun geniş olarak kabul edilmesi gerektiğini, gece istirahatına tahsis edilmesi, gece yatma olanağı sağlamaması o yerin konut sayılması için şart değildir. Bir yerin kişin ihtiyaçlarını kısmen dahi karşılayabiliyorsa yani kişilerin yaşamsal faaliyetlerini geçirdikleri yer de konut sayılmalıdır.

cc) Yerin tahsis Amacı: Genel kabul edilen görüşe göre, konut olarak tahsis edilmemiş olsa dahi kişilerin yaşamsal faaliyetlerinin bir bölümünü geçirdikleri yer konut sayılır. Yargıtay da verdiği kararlarda, aslında konuta tahsis edilmemiş yerlerin(hayvan damı, okul vb.) fiilen yuva olarak kullanılmaları halinde konut sayılmaları gerektiği düşüncesindedir. Bir yer halen ve fiilen aile veya fert hayatı bakımından kullanmaya tahsis edilmiş olmalıdır. Bu bakımdan ilerisi için oturmaya ayrılmış, örneğin boş mahale girme konut dokunulmazlığını ihlal suçunu meydana getirmez. Ayrıca bir yerin konut sayılamsı için tahsisin sürekli olması da şart değildir, geçici de olabilir.

dd) Bir Yerin Konut Olarak Kullanıldığının Belirlenmiş Olması: bir yerin konut olarak belirlenmesi için bu yerin dışarıdan anlaşılacak şekilde konut olarak tahsis edildiğinin anlaşılması gerekmektedir. Yani bu yerin dış dünyadan ayrı tutulduğunu belirtecek emarelere ihtiyacımız vardır. Yargıtay bir kararında “konut olarak kullanılması durumunda çadıra girmek konut dokunulmazlığını ihlal suçunu oluşturur” diyerek konutu belirlenmesinde ana ayrımın dış dünyadan belli ve anlaşılır şekilde ayrılma iradesinin varlığına işaret etmektedir.

ee) Boş Yerlerin Konut Olup Olmaması Durumu: Bir yerin konut olarak kabul edilebilmesi için sadece tahsis amacı yetmediğini bir yer oturmak için tahsisi edilmiş olsa bile bu yerde oturulmuyorsa ceza hukuku anlamında konut sayılamayacağı kabul edilmemelidir. Örneğin taşınmak için eşyaların bir yere bırakılmış olmasına karşın o yerde oturulmuyorsa bir başka deyişle yer kişilerden gayrı bir yer teşkil ediyorsa buraya girmek konut dokunulmazlığının ihlali anlamına gelmeyecektir. Yargıtay da bir kararında “ yayla evi suç tarihinde terk edilmiş olup olmadığının araştırılması …”Gerekliliği üzeride durarak boş olan yerlere girmek durumunda konut dokunulmazlığını ihlal suçunun oluşmayacağını belirtmiştir. Bu suçta korunan değer kişinin huzur ve sükûnu olduğu düşünülürse boş bir yer girmenin veya girip de çıkmamanın kimsenin huzurunu etkileyebileceği düşünülemez. Ancak oturulan ve fakat suç anında içinde kimse bulunmayan bir konuta girilmiş olması halinde, suç işlenmiş olur.

ff) Konutun Bir Bina Olması Koşulunun Aranıp Aranmaması: Bir yerin konut sayılabilmesi için yapısı, genişliği, niteliği ve biçimi önem taşımaz. Bu nedenle oturulan yerin “bina” biçimde olmasına gerek olmadığı gibi, üstünün açık veya kapalı olması da önem taşımaz. İçinde oturmak koşuluyla taşınırlarda suça konu olabilir. Bu bağlamda örneğin karavan, çadır, çöp bidonu, gemi kamarası, kayık, yataklı vagon kopartmanı, otel odası TCK kapsamında konuttur. Fakat İngiliz hukukunda, yer unsuru önemli olduğundan; çardak, çadır, tekerlekli geçici bir yere sabit ve sağlam nitelikte olmadıkları için konu sayılmamaktadır. Buna karşın Fransız Yargıtay’ı, karavanların konut sayılabileceklerini, özel otomobillerini ise konut olamayacağını kararında açıkça belirtmiştir.

gg) İş Yerlerinin Konuttan Sayılıp Sayılmama Durumu: Konutun niteliği gereği rıza yokluğunun tespit edildiği her durumda suçun oluşacağını kabul eden kanun koyucu bu defa somut olayda öncelikle işyerinin niteliğinin incelenmesi gerektiğini, eğer işyeri açık rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi olağan yerlerden ise bu halde işyerinin niteliği sebebiyle işyeri dokunulmazlığı suçunun oluşmayacağı sonucuna varılmıştır. Market, mağaza, dükkân gibi herhangi bir şart aramaksızın açık olduğu saatlerde herkesin giriş çıkış yapabileceği kapalı alanlar, açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat(alışılmış) olan yerlerden sayılmalıdır.Baştan örtülü veya açık iradeyle işyerlerine giriş ve çıkış yapabileceği anlaşılan işyerlerinde, sonradan ve keyfi olarak iznin olmadığını veya kaldırıldığını iddia etmek isabetli değildir. Buna karşılık açık bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi mutat olmayan avukatlık bürosuna, doktorun muayenehanesine fail tarafından izin alınmaksızın gizlice, hileyle, cebir ve veya tehditle girilmesi durumunda suç tamamlanmış olacaktır.

ğğ) Resmi Dairelerin Konut Kapsamına Girip Girmedikleri: Resmi daireler konut sayılamazlar. Yargıtay’ımız resmi dairelerin konut olarak kabul edilemeyeceğini ancak resmi nitelikte olan binalarda çalışma saatleri dışında konaklanması durumunda buralarında ceza hukuku kapsamında konut olarak kabul edilebileceği düşüncesindedir. Bir kararında “içinde köy ebesinin ikamet ettiği herkesçe bilinen sağlık evinin” ve “aynı hastanede hemşire olan mağdurenin ikametine tahsis edilen odanın “özellikle gece vakti konut sayılacağına hükmetmiştir.

Ayrıca birden fazla kimsenin kamu hukuk gereği birlikte oturmaya mecbur tutuldukları ceza veya tutukevlerinin hükümlü veya tutukluların konutu sayılıp sayılmayacakları üzerinde durulmalıdır. Öğretideki genel kabule göre konut dokunulmazlığı ihlal suçunun esas itibariyle amacı konut içinde bulunanların kişisel hürriyetlerini korumak olduğundan hürriyetleri esasen kısıtlanmış kimselerin konut dokunulmazlıklarını ihlal edildiklerini sürmek yerinde değildir. Diğer bir deyişle hürriyetin kısıtlanmış olması durumunda konut dokunulmazlığının kaynağı ortadan kalmış olacaktır. Fakat Yargıtay’ın tam aksi yönde kararı bulunmaktadır.

b)Eklenti: Sözlük anlamı itibariyle bir konutun veya binanın kullanış açmalarından herhangi birini tamamlayan(kolaylaştıran) bina ve yapılardır.örneğin binadan ayrı kömürlük, garaj gibi.Asıl itibariyle yargıç bir yerin eklenti olup olmadığına karar verirken somut olayda fiili gerçekleştiren failin, kişinin hürriyetlerinin, huzur ve güvenin ihlal edilip edilmediğini göz önüne alacaktır.

Eklentinin Unsurları:

aa. Bir yerin eklenti sayılabilmesi için mutlaka oranın konuta bitişik veya onun yakınında bulunmasına bağlı değildir. Girildiğinde konutta oturanların sükun ve huzurunun bozulduğu, konuta bitişik olmayan hatta konuta uzak bir yerde eklenti sayılabilir. Yargıtay verdiği bir kararla, mağdurun evinden ayrı bulunan ve etrafı çevrili olmayan boş alana açılan kömürlüğün eklenti sayılamayacağını belirtmiştir. Buradaki temel kıstas fiilin huzuru bozup bozmadığı ve eklentinin konuta ait olduğu emarelerinin olup olmadığıdır.

bb. Hak sahibinin başkalarının girmesine rızasının bulunmadığını gösterecek şekilde bir yerle ilgili tedbirler alması. Örneğin oranın etrafının çitle, duvarla çevrilmesi gibi. Yargıtay’ımızda etrafı duvar veya çitle çevrili olmayan ya da umuma açık yerlerden net olarak ayrılmayan avlu, sahnlık, ya da bahçeyi eklenti olarak kabul etmemiştir. Bununla birlikte kastedilen tedbirlerin mutlaka sağlam ve aşılması imkansız şekilde olmalarına gerek yoktur. Hatta bu tedbirlerin maddi olması da şart olmayıp, psikolojik bir engel veya işaret kâfidir.  Ancak bir erin etrafının çevrili olması onun her zaman eklenti sayılacağı anlamına gelmemelidir. Hatta konuta uzak bir mesafede bulunan yazlık bir kulübe eklentiden sayılamaz.Bizim için en önemli tanımın Yargıtay tarafından bir karar vesilesi ile verilen tanımdır ki o kararda eklentiden anlaşılması gerekeni “ içine girilmesi veya girdikten sonra çıkılmaması konutun huzur ve güvenliğini, kişi hürriyetini ortadan kaldırabilecek olan yerler” olarak tanımlamıştır.

B)Suçun Maddi Unsurları:

a)Fiil: konut Dokunulmazlığını ihlal suçunda yasaklanan fiil, failin kendisini oradan çıkartmak hakkına sahip olan birinin rızasına aykırı olarak konutuna veya konutun eklentisine “girmesi” veya rıza ile girdikten sonra “çıkmamasıdır”. Ayrıca belirtmek gerekirse gizlice veya hile ile girmek veya rıza ile girdikten sonra gizlenerek veya hile ile çıkmamak hallerinde de, hak sahibinin rızasının bulunmadığı açıktır. Yasada seçenekli olarak iki hareket belirtildiği için konut dokunulmazlığını ihlal suçu seçimlik hareketli suç olduğu konusunda duraksamaya gerek yoktur. Bu suç, icraî bir davranışla işlenebileceği gibi, ihmali davranışla da işlenebilir. Başkasının konutuna veya konutun eklentilerine rıza ile girdikten sonra, çıkmama hâlinde, konut dokunulmazlığı ihmali davranışla ihlâl edilmektedir. 

aa) Girmek: Kanunda tanımı yapılmayan girmek fiilinin konut veya eklentisine yönelik olması gerekir. Failin konut veya onun eklentisine tüm vücudu ile dâhil olması gerekmektedir. Nitekim Yargıtay da verdiği kararlarda, örneğin, kapının, pencerenin vurulması, duvara merdiven dayayıp içeri gözetleme, taş atmak, pencereden bir şey uzatmak ve silahla ateş etmek konut dokunulmazlığına vücut vermez.Vücudun tamamının girmesi hangi yolla olursa olsun önemli değildir. Pencereden, bacadan, tünel kazmak veya normal giriş yollarının kullanılmış olması önemli değildir.

bb) Çıkmamak: Konut dokunulmazlığını ihlal suçunda yaptırıma bağlanan seçimlik hareketlerden ikincisi, hal sahibinin rızası ile girilen konuttan “çıkmamaktır”. Çıkmamak fiilinin meydana gelmesi için, hak sahibinin söz, hareket ve tavırlarıyla kendisini çıkmaya davet etmesine rağmen, failin rıza ile girilen yerden ayrılmamasına bağlıdır. Öğretide ve uygulamada, konuttan veya eklentisinden çıkmayarak kalmanın ne kadar sürmesi gerektiği konusu tartışmalıdır. İsviçreli yazar Lagoz, dışarıya çıkılması konusundaki davet karşısında bir an için tereddüt etmek suçun oluşması bakımından yeterli olamaz. Bu nedenle, hak sahibinin failin orayı terk etmesi isteğine karşın failin kısa bir süre tereddüt etmesi çıkmamak sayılmaz. Örneğin failin eşyalarını toplamak için gerekli bir süreye ihtiyaç duyması ve eşyalarını toplamakla uğraşıyorsa, çıkmamak öğesinin oluştuğundan söz edilemez.  Ayrıca hak sahibi, konutunun terk edilmesini açıkça istediği anlamına gelen bir hareket yapmış olmasına karşın failin evden kendiliğinden çıkmaması üzerine hak sahibi veya 3. Kişi tarafından zorla çıkarılması da “çıkmama” unsurunun gerçekleşmiş olduğunu gösterir.

cc) “Girmek” ve “Çıkmamak” Fiillerinin Hak Sahibinin Rızasına Aykırı Olmaması:  Konuta veya eklentisine hile ile veya gizlice girildiğinde ya da rıza ile girilip bu hallerden biri vasıtasıyla çıkılmaması hak sahibinin rızası hilafı hareket anlamına gelir.”Rızasına aykırı olarak” kavramı, failin konuta girmek ( veya girdikten sonra çıkmamak) ile hak sahibinin iradesine aykırı hareket ettiğini bildirmesi ya da hak sahibinin girmesine ( veya çıkmamasına) izin vermeyeceğini tasavvur etmesi anlamına gelir.hak sahibi iradesini yazılı veya sözlü açıklayabileceği gibi bazı işaret ve maddi engellerle de açıklayabilir. Örneğin bahçenin etrafını duvarla çevirmek, bahçe kapısına zil takmak gibi. Ayrıca hak sahibin fiilin oluşumu sırasında konutta bulunması şart değildir. Yargıtay 765 sayılı verdiği bir kararda “ … Müdahil EY’nin apartman dairesine, kendisi evden yokken yeğeni MY’nin arkadaşlarını davet etmesi ve eğlenirlerken müziğin sesinden rahatsız olan komşunun aralık olan kapıya ayağını koyarak içeri girmesi konut dokunulmazlığı suçunu oluşturur. Konutta görüldüğü şekilde yüksek sesli müzik çalınması konuta rıza hilafına girme hakkı kazandırmaz” demiştir. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki açık veya bulunan olgulardan şüpheye yer vermeyecek şekilde anlam çıkarılacak kapalı bir rıza ise fiil suç oluşturmaz. Rızanın bulunmadığının failce yeterince bilinmediği hallerde, mahalli örf ve adetlerle olayın çözümlenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Örneğin evin girişinde etrafı çevrili bir bahçe olsa, kapısı sürgülü bulunsa bile ev sahiplerinin buraya bir şey sorulması için girilmesine rızası olduğu genel teamüllere göre kabul edilir.

aaa)Rızayı Açıklamaya Yetkili Kişiler

1-Konutta Tek Kişi Oturuyorsa: Konut tek kişi tarafından kullanılıyorsa bu kişinin rızası yeterlidir.

2-Konutta Birden Fazla Kişi Oturuyorsa: Konut dokunulamazlığında koruna değer mülkiyet hakkı ya da başka bir ayni hak olmadığı, kişinin hürriyeti ve huzuru olduğu düşünülürse, bu sübjektif hakka ve meşru bir nedene dayanarak konutta bilfiil oturan kişi ya da kişiler rıza açıklamaya yetkilidir. 116. maddenin 2. Fıkrasında konuyla ilgili özel bir düzenleme getirilmiştir. “Evlilik birliğinde aile bireylerinden veya konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin rızası varsa, yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak bunun için rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir.” Bu fıkrada evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının yeterli olduğunu ifade etmiştir. Fakat anılan madde metinin de bu rızanın meşru bir neden dayandırılması ifadelerle açıklanmış ve örneklendirilmiştir. “Maddenin ikinci fıkrası, söz konusu suçun hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldıran rıza ile ilgili bazı durumlara ilişkin hükümler içermektedir. Buna göre, evlilik birliğinde aile bireylerinden birinin rızasının olması, söz konusu suça ilişkin hukuka aykırılık vasfını ortadan kaldırır. Keza, konutun birden fazla kişi tarafından ortak kullanılması durumunda bu kişilerden birinin konuta girme konusunda rıza göstermesi, fiilin hukuka uygun hâle getirir. Ancak bu hâllerde konuta girişin hukuka uygun sayılabilmesi için, rıza açıklamasının meşru bir amaca yönelik olması gerekir. Bu bakımdan örneğin, konuttaki teknik bir arızanın tamiri için, diğerinin bilgisi olmaksızın, eşlerden birinin tamircinin konuta girmesine rıza göstermesi hâlinde, bu rıza geçerli bir rıza olarak kabul edilmelidir. Buna karşılık, eşlerden birinin bir başkasını zina yapmak üzere konuta kabul etmesi durumunda, bu kişinin konuta girmesine gösterilen rızanın, geçerli bir rıza olarak kabul edilmesi imkânsızdır ve bu durumda diğer eşe karşı işlenmiş konut dokunulmazlığını ihlâl suçu söz konusudur.”

Bununla birlikte ergin kız ya da erkek evladın eve sevgilisinin girmesi konusundaki rızası geçerlidir. Fakat ailenin yanına misafir olarak gelmiş kişilerin eve başka bir şahsı alma bakımından rıza açıklamaya yetkili oldukları düşünülemez.

Başka durumlar düşünüldüğünde yetkili kişileri şöyle sıralayabiliriz: a)Tümü bir konut olan, fakat her odasında değişik kişilerin oturduğu yerlerde, her oda ayrı bir konut olarak kabul edilmeli ortak alanlar için herkes rıza açıklamaya yetkili fakat odalar için sadece kendi alnaları ile sınırlı bir rıza açıklamasına yetkilidirler. b)aynı odayı birden fazla kişinin konut olarak kullanması durumunda bu odada oturanların hepsi rıza açıklamaya yetkilidirler.

b.Fail ve Mağdur:

TCK konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili bakımından özel bir şart yer vermediğinden fail herkes olabilir. Aile fertleri arasında konut dokunulmazlığını ihlal suçunun gündeme gelemeyeceği oldukça açıktır. Fakat aile fertleri olmakla birlikte yaşamayan kimseler arasında bu suçun işlenmesi mümkündür. Yalnız bu gibi durumlarda birbirlerinin konutlarına girilmemesi hususundaki düşüncelerin önceden açıklanması gerekir. Çünkü aile fertleri ayrı yaşasalar bile birbirlerine gidip gelmek adet gereğidir. Karı veya koca evlilik birliği devam ettiği ve hakim tarafından ayrılık kararı verilmediği müddetçe birbirlerine karşı bu suçu işleyemezler.

Aynı odayı konut olarak paylaşan birden fazla kişi, bu odaya veya varsa müşerek kullanılan yerlere girme bakımından birbirlerine karşı konut dokunulmazlığını ihlal suçunun faili olamazlar.

Konut dokunulmazlığı ihlal suçu ile konutun fiziki varlığı ya da mülkiyeti değil, burada yaşayanların kişi hürriyeti korunduğundan kiraya verilen evin maliki, kiracısı aleyhine bu suçu işleyebilir. Şu halde ev sahibinin mülkiyet hakkı, kiracısının konut dokunulmazlığının ihlalini, haklı kılmaz.

C.Manevi Unsurlar

Konut dokunulmazlığını ihlal suçu kasten işlenebilen bir suçtur. Bu suç taksirle işlenemez. Fail başkasının konut dokunulmazlığını bilerek ve isteyerek ihlal etmiş olmalıdır. Kanunumuz failin belirli amaçla hareket etmesini aramamış ve dolayısıyla manevi unsurlar arasında saike yer vermemiştir. Yargıtay bir kararında “ancak sanıkların katılanın konutuna rıza dışı girdiklerinin oluşa uygun kabul edilmesine karşın, kasıt ile amaç bir birine karıştırılarak, genel kast ile işlenen konut dokunulmazlığını bozma suçunda özel kasta yaslanılarak sanıkların amaçlarının katılanla barışmak olduğu ve suç işleme kastlarının bulunmadığı gerekçesi ile beraat hükmü kurulması yasaya aykırıdır.”  Demekte ve bu suçun işlenmesinde özel kastın aranmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Suça Teşebbüs:

Konuta girmek veya konuttan çıkmamak hareketlerinden birinin icrası ile suç gerçekleştiğinden, konut dokunulmazlığını ihlal, sırf hareket suçudur. Bu itibarla ancak icra hareketlerinin parçalara ayrılabildiği hallerde teşebbüs söz konusu olabilir. Nitekim girmek eylemi için teşebbüs söz konusu olabilirken bir durum ifade eden çıkmamak eylemi için teşebbüsten söz etmek mümkün değildir. Konuyla ilgili Yargıtay’ın verdiği bir karar da bu suçun sırf hareket suçu olduğu üzerinde durulmuş ve teşebbüs davranış parçalanbilir olduğu sürece mümkün olduğu sonucuna varılmıştır.

Suçun İçtiması 

Konut dokunulmazlığını ihlal konut içerisinde işlenen birçok suçta vasıta olmasına karşılık bağımsız bir suçtur. Nitekim konut dokunulamazlığını ihlal sırasında başka bir suçun da işlenmesi ihtimalinde, kanunların içtiması dışında 116. maddede yer alan suç kendisiyle birlikte işlen diğer eylemlerden bağımsız olduğundan gerek içtima kuralı uygulanır. Bu başlık altında hırsızlık suçu ile konut dokunulmazlığını ihlal arasındaki sıkı ilişkiyi de incelemek gerekir. TCK 142. maddesinin 1. fıkrasının b bendinde; “ hırsızlık herkesin girebileceği bir yerde  bırakmakla birlikte kilitlenmek suretiyle ya da bina veya eklentileri içinde muhafaza altına alınmış olan eşya hakkında” hırsızlık suçunun işlenmesi nitelikli hal olarak kabul edilmiştir. Hırsızlığın bu şekli pekala kişi bina veya eklentisine dahil olmadan da işlenebilir. Hatta binada hiç kimsenin oturmaması dolayısıyla konut dokunulmazlığını ihlal suçunun zaten oluşmayacağı hallerde bulunabilir. Esasen kanun koyucu bu nitelikli unsuru tespit ederken, konutta yaşayanların hürriyetlerinden ziyade, hırsızlığın işlenmesi için aşılan engellerin faildeki ahlaki çürümeyi göstermesi esas alınmıştır. Dolayısıyla, hırsızlık suçunun faili, eylemini konut veya konut eklentisine girerek işlerse diğer şartları da mevcut olmak kaydıyla ayrıca konut dokunulmazlığını ihlal suçundan da cezalandırılmalı yani gerçek içtima kuralı uygulanmalıdır.

 

Ohal Khk’ları İle İhraç Edilen Kamu Görevlilerinin İdari Yargı Yerlerinde Açtığı İptal Davalarında Verilen Kararların Değerlendirilmesi

Ohal Khk’ları İle İhraç Edilen Kamu Görevlilerinin İdari Yargı Yerlerinde Açtığı İptal Davalarında Verilen Kararların Değerlendirilmesi

07 Şub Çarşamba
12:57

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Orman Tahdit Sınırları İçine Almak Suretiyle Tapulu Taşınmaza Kamulaştırmasız El Atma

Orman Tahdit Sınırları İçine Almak Suretiyle Tapulu Taşınmaza Kamulaştırmasız El Atma

07 Şub Çarşamba
12:58

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Ortaklığın Giderilmesi Davasında Aynen Taksim Seçeneğinin Değerlendirilmesi

Ortaklığın Giderilmesi Davasında Aynen Taksim Seçeneğinin Değerlendirilmesi

07 Şub Çarşamba
12:58

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Ölünceye Kadar Bakma Sözleşmesi Ve Buna Dayalı Muris Muvazaası

Ölünceye Kadar Bakma Sözleşmesi Ve Buna Dayalı Muris Muvazaası

07 Şub Çarşamba
12:59

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Önalım Hakkı Ve Muvazaa Halleri

Önalım Hakkı Ve Muvazaa Halleri

07 Şub Çarşamba
12:59

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Önalım Hakkı

Önalım Hakkı

07 Şub Çarşamba
13:03

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Sanal Mülkiyet

Sanal Mülkiyet

07 Şub Çarşamba
13:03

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Sigortacılık İle Diğer Bazı Alanlara İlişkin Kanunlarda Ve Bir Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi Hakkında Bilgi Notu

Sigortacılık İle Diğer Bazı Alanlara İlişkin Kanunlarda Ve Bir Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi Hakkında Bilgi Notu

07 Şub Çarşamba
13:04

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Sorularla İmar Barışı

Sorularla İmar Barışı

07 Şub Çarşamba
13:04

AV. MURAT TEZCAN: OHAL KHK’LARI İLE İHRAÇ EDİLEN KAMU GÖREVLİLERİNİN İDARİ YARGI YERLERİNDE AÇTIĞI İPTAL DAVALARINDA VERİLEN KARARLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ


15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL süresince çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle çok sayıda kamu görevlisi ihraç edilmiş ve görevlerine son verilmiştir. Söz konusu ihraç kararlarına karşı  idare hukukçularının dahi tam bir fikir birliğine varamadığı süreçte, hukuken en kabul edilebilir seçenek ihraç kararlarına karşı idari yargıda iptal davası açmak olarak benimsendi. Fakat açılan davalarda idari yargı yerleri matbu gerekçelerle “incelenmeksizin ret” kararları veriyor ve görünen o ki benzer kararlar vermeye devam edecek. Bu nedenle ilgili kararların incelenmesi zarureti doğmuştur.

Bahsi geçen kararlarda  “Kanun Hükmünde kararnameler, yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir. Dolayısıyla, idari işlemlere karşı açılan davaların çözümüyle görevli İdari Yargıda, kanun hükmünde kararname hükümlerinin iptali için açılmış bir davanın incelenmesi hukuken olanaksızdır. Davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır. Bu nedenle,  kanun niteliği taşıyan hukuki bir düzenleme ile görevine son verilen davacı hakkında, davalı idarece kurulmuş, idari davaya konu olabilecek bir işlemin varlığından söz edilmesine olanak bulunmamaktadır.”  İfadeleriyle kararlar gerekçelendirilmiştir.

  1. KARARDA İŞLEMİN HUKUKİ TASNİFİ YANLIŞ NİTELENDİRİLMİŞTİR.

İlgili kararlarda, KHK’ler , “yürütme organının bir işlemi olmakla birlikte, fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan hukuki düzenlemelerdir.”  İfadeleriyle fonksiyonel açıdan yasam işlemi olarak tanımlanmışlardır. Halbuki doktrinde ve yargı kararlarında baskın görüş KHK’lerin yasama organının onayına kadar olan zaman diliminde idari işlem olacağı yönündedir. Bilindiği üzere gerek olağan dönem  KHK’leri gerekse OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler Anayasa’nın 121 ve 122’inci maddelerine göre, Resmi gazetede yayınlanır ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulur. Bunların meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul TBMM içtüzüğü ile belirlenmiştir. TBMM İçtüzüğü 128. Maddesi uyarınca  “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.

 Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”  amir hükmü yer almaktadır. Açıkça görüleceği üzere söz konusu süre etik süre olarak değerlendirilemez. Anayasa’nın 6. Maddesiyle somutlaşan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin istisnası olarak kabul edilebilecek KHK çıkarma yetkisi, TBMM onayı ile denetlenmek istenmektedir. Aksinin durumun düşünülmesi durumunda yürütmenin sınırlandırılamayan yetkisinden söz etmek olacaktır.

Nitekim yürütmenin işlemi olan KHK’lerin hukuki niteliği doktrinde de tartışılmış  ve baskın görüş olarak ikili bir ayrıma gidilmiştir. Prof. Dr. Burhan Kuzu “Olağanüstü Hal Kavramı” adlı çalışmasında “ Parlamentonun ret, kabul değiştirerek kabul kararlarını mutlaka açıkça belirtmesi gerekmektedir. Belli bir amanın geçmesiyle Meclisin tasdikine sunulmuş olan KHK’lerin otomatikman kabul veya reddedilmiş olmaları isabetli olmaz. Parlamento susmak suretiyle veya zımmen bir konuda karar vermiş sayılamaz. Tasdik işlemi gerçekleşmeden KHK’lar idari işlem olarak kalırlar.” İfadesiyle TBMM onayı öncesi hukuki nitelemeye açıklık getirmiştir. Aynı şekilde Prof. Dr. Metin Günday İdare Hukuku kitabında, KHK’ları kastederek, “… TBMM’nce kabul edilinceye kadar bir idari işlem niteliğinde olan kanun hükmünde kararname, TBMM’ce kabul edildikten sonra bir kanun haline dönüşecektir.” İkili ayrımı benimsediğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi  de doktrindeki baskın görüşüne 1975/198E. Sayılı içtihadında yer vermiş, “ Kanun hükmünde kararnameler TBMM’nce Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşecek, ret veya değiştirerek kabul biçimde oluşturduğu metinlerin kanun olduğu ve Anayasa’nın değişik 147. Maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi olduğu kuşkusudur.” İfadelerine yer vermiştir.

Tüm bu nedenlerle organik ve fonksiyonel açıdan idari işlem olarak kabul edilmesi gereken KHK’ların TBMM’nin onayı olmaksızın fonksiyonel olarak kanun niteliğini taşıdığını iddia etmek hukuken imkansızdır.

B.                               YAPILAN ÇIKARMA İDARİ İŞLEMİNİN DİSİPLİN HUKUKU AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.

OHAL KHK’ları ile kamu görevlisinin ihracı idari işlemi maddi hukuk açısından disiplin işlemidir. Söz konusu ilişik kesme işleminin genel kanun olarak değerlendirilen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri çerçevesinde belirlenen ilkeler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir.  Devlet Memurları Kanunu’nun 124. maddesinin son fıkrasında disiplin cezası tanımlanmıştır. Buna göre disiplin cezası, “kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlar …” şeklinde tanımlanmıştır.

Bu nedenle yapılan işlemin disiplin hukuku ilkeleri gözetilmeden yapılması düşünülemez. Bu ilkelerden en önemlisi savunma hakkıdır. Anayasa’nın 129. maddesinin 2. fıkrasına göre, “memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası  verilemez.”

Disiplin cezalarında savunma hakkı genel olarak Devlet Memurları Kanunu’nun 130. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Devlet memuru hakkında savunma hakkı alınmadan disiplin cezası verilemez. Soruşturmayı yapanın veya disiplin kurulunun 7 günden az olmamak üzere verdiği süre içinde veya belirtilen bir tarihte savunmasını yapmayan memur savunma hakkından vazgeçmiş sayılır.”

Anayasa Mahkemesi, 1961 döneminde, disiplin cezalarında savunma hakkını düzenleyen Anayasa hükmünün, disiplin cezası öngören yasada savunmaya ilişkin bir düzenleme olmaması durumunda doğrudan uygulanacağına karar vermiştir. İlgili kararda, “Anayasa’nın 8 inci maddesinde Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ve hukuki mevzuat kademelerindeki yüce yeri bu maddede böylece ifadesini bulmuştur. Şu hale göre İl İdaresi Kanununun 23 ve 38 inci maddelerinde emrin Anayasa’ya uygun olmaması halinin öngörülmemesinde Anayasa’ya aykırılık, hatta bir eksiklik ve boşluk dahi var sayılmaz. Çünki emrin Anayasaya aykırı bulunması hali, Anayasanın 125 inci maddesinde yer almış ve bu hüküm 8 inci maddede yazılı organ, makam ve kişileri bağlamakta bulunmuş, dava konusu maddelerde ise emrin, kanunlara uygun olmaması hali gözönünde tutulmuştur. Hukuki mevzuat içinde Anayasa’nın yerinin kanunlar bölümü olduğunda ve (Kanun) deyiminin Anayasayı da kapsadığında hiç şüphe yoktur. Anayasanın 125 inci maddesinde (Kanun) dan ayrı olarak (Anayasa) deyiminin de kullanılması faydalı ve uyarıcı bir tekrardan ibaret olmak gerekir.”cümleleriyle  anayasa kuralının doğrudan uygulanabileceği hüküm altına alınmıştır.

Bu genel savunma hakkının yanısıra, memurluktan çıkarma cezalarında, memura, sınırlı olarak, idare elindeki belgeleri inceleme hakkı tanınmaktadır. 129. maddenin 2. fıkrasına göre, “hakkında memurluktan çıkarma cezası istenen memur, sicil dosyası hariç soruşturma evrakını incelemeye, tanık dinletmeye, disiplin kurulunda sözlü veya yazılı olarak kendisi veya vekili vasıtasıyla savunma yapma hakkına sahiptir.”

Konuya ilişkin Danıştay İdarî Dava Daireleri Kurulu, 2007/1846 E. 2011/66 K. Sayılı kararında, “Anayasa hükmü, gerekçesi ve Anayasa Mahkemesi kararı karşısında, disiplin cezaları ile ilgili olarak savunma hakkı kullandırılmadan disiplin cezası verilmesinin hukuken olanaklı olmadığı; savunma hakkının hukuka uygun şekilde kullanılabilmesi için de, ilgili kamu görevlisinin hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını bilmesi gerektiği sonucuna varılmakta olup, tüm bu hususlar kendisine bildirilmeyen kişinin kendisini yeterince savunamayacağı açıktır.” biçimdeki karar özetinde bu hususa dayanmıştır.

Hukukun evrensel ilkeleri sayılabilecek bahsi geçen  kural veya kurallar derdest dava konusu işlemde uygulanmamasına karşın yerel mahkemenin inceleme yapmaksızın red kararı vermesi kabul edilemez.

C.                              MİLLETLERARASI YÜKÜMLÜLÜKLERİ İHLAL EDEN VE KALICI SONUÇLAR DOĞURAN OHAL KHK’LERİ FONKSİYON GASBI NEDENİYLE YOK HÜKMÜNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR.

Anayasamızın “Olağanüstü Hallerle İlgili Düzenleme” kenar başlığını taşıyan 121. Maddesine göre , yapılacak düzenlemeler konu bakımından yalnızca OHAL durumunun gerektirdiği pratik önlemleri içeren, milletlerarası yükümlülükleri ihlal etmeyen geçici düzenlemeler niteliğindedir.

OHAL KHK’lerine geçici niteliğine ilişkin Prof. Dr. Burhan KUZU, Türk Anayasa Hukuk’unda Kanun Hükmünde Kararnameler adlı eserinde, “durumun gerektirdiği tedbirleri almak için KHK çıkarıldığına göre, OHAL sona erince bu KHK’ler de sona erecek demektir. Gerçekten bu KHK’ler olağanüstü halin gerekli kıldığı konulara ilişkin olduğuna göre, bunların sona ermesiyle birlikte bu KHK’ler de sona erecektir.”görüşüne yer vermiştir.  Bu konuyla bağlantılı olarak Prof Dr. Ergun Özbudun “Türk Anayasa Hukuku” kitabında  Anayasa Mahkemesi’nin 10.01.1991 tarih 1990/25E. 1991/1K sayılı kararına atıf yaparak, “olağanüstü hal KHK’leri ile kanunlar da değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal KHK’leri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular   ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamazlar. Olağanüstü hal KHK’si çıkarma yetkisi olağanüstü hal uygulaması ile sınırlıdır. KHK ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanması olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilanı durumunda uygulanmak üzere geçerliliklerini korumaları olanaksızdır.” ifadelerine yer vermiştir.

Açıkça görüleceği üzere geniş anlamda kamu görevliliği sıfatının sona ermesi işlemi OHAL sonrasına da şamil olmak üzere organik ve fonksiyonel anlamda yürütme organı işlemi ile tesis edilmiştir.

Aynı zamanda tesis edilen işlem, Anayasa’nın 90/5. Maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” İfadesiyle açıkça üst norm olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 2. , 3. 4. ve 7. Maddelere aykırılık içermektedir.

Bu kapsamda  alınan idari karar, Anayasamızın 15 maddesi ve AİHS’nin ilgili düzenlemeleri birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Bahsi geçen düzenlemeler çerçevesinde ölçülülük ilkesi[1](elverişlilik ilkesi[2], gereklilik ilkesi[3], oranlılık ilkesi[4]) ve çekirdek alana dokunma yasağı ihlal edilmiştir.[5] Bu yönüyle Anayasal ilke ve kurallar OHAL KHK’ları ile kaldırılmış ya da tümüyle değiştirilmiştir.

Tüm bu açıklamalar ışığında ancak yasama organı tarafından Anayasal değişiklikle sağlanabilecek işlem ve eylemler yürütme işlemi ile geleceğe etkili ve kalıcı sonuç doğuracak biçimde gerçekleştirilmiştir. Devlet organlarından birinin görev alanına giren bir konuda diğerinin işlem tesis etmesiyle yoluyla oluşan fonksiyon gasbı somut vakada vücut bulmuştur. Fonksiyon gasbının yaptırımı yokluk olup bu durumun mahkeme tarafından tespiti, tesis edilen işlemlerin sonuçlarının ortadan kaldırılması açısından hayati öneme sahiptir.

D.                              KAMU GÖREVLİSİNİN İHRACI SONUCU DOĞURAN İŞLEME KARŞI İZLENECEK HAK ARAMA YOLUNUN GÖSTERİLMEMESİ ANAYASANIN 40. MADDESİ KAPSAMINDA HAK İHLALİ NİTELİĞİNDEDİR.

Yerel mahkemelerin  gerekçeli kararlarında  “ davacının 673 sayılı KHK’nın 4. Maddesi uyarınca öğrencilikle irtibatının kesildiği, söz konusu KHK ile idareye herhangi bir değerlendirme yapma ya da başka yönde işlem tesis etme olanağı tanınmamıştır.”  İfadesi ile idarenin işlem tesis etmediği belirtilmiştir. Fakat yukarıda anlatıldığı biçimde söz konusu işlem bir idari işlem olup öğrencilikle ve kamu göreviyle ilişiği sonlandıran bir sonuç doğurmaktadır.

Kişilerin tüm yaşamını ve geleceğini değiştiren bir karara karşı hak arama hürriyetinin kullanılamaması düşünülemez. Gerek Anayasamızın  “Hak Arama”  kenar başlığı taşıyan 36. Maddesindeki , “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma  ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”  amir hüküm, gerekse AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” kenar başlığını taşıyan,  13. Maddesindeki “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme hükmü gereğince etkili bir hukuki yola başvurma hakkına sahiptir. Bu hakkın hiçbir şekilde bir idari işlemle kullanılmasına engel olunamaz.

Bu doğal hakların bir sonucu olarak kabul edilebilecek ve Anayasa’nın “Temel Hakların Korunması” kenar başlığını taşıyan 40/2.  Maddede  “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır”  ifadeleriyle  açıkça, devlet organlarına  görev hasredilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin 8.12.2004 tarihli E.2004/84, K.2004/124,  sayılı kararında , “Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla Devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.” denilerek, Anayasa kuralının doğrudan uygulanabilirliği sonucuna ulaşılmaktadır.

Yerel mahkemelerin gerekçeli kararlarında iddia edildiği  gibi söz konusu işlem “fonksiyonel açıdan kanun niteliği taşıyan bir işlem” dahi olsa önemli değildir. Zira, bizzat madde hükmü, başvuru yollarının gösterilmesi yükümlülüğünü, ayrım yapmaksızın, “devlet” ve “işlemleri” bakımından, yani yasama organı açısından da öngörmektedir.

SONUÇ

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerle idari yargı yerlerinin verdiği kararların daha nitelikli olmaları kararların muhatabı olan kişilerin kararlara saygı duymasını sağlayacağı gibi hukuk uygulayıcılarına yol gösterecektir. Aksinin gerçekleşmesi durumunda her geçen  gün  azalan hukuk devletine duyulan  inancın yok olmasına neden olacaktır.

 


[1] Sınırlamalada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasını, bu aracın sınırlama amacı açısından gerekli olmasını ve araçla amacın ölçüsüz bir oran içinde bulunmamasını ifade eder.

[2] Sınırlamada başvurulan aracın sınırlama amacını gerçekleştirmeye elverişli olmasıdır.

[3] Sınırlamanın dayanağı amacı gerçekleştirmek için ilgili temel hak açısından ‘en yumuşak aracın seçilmesi’ gerektiğine işaret etmektedir.

[4] Sınırlandırmayla ulaşılmak istenen amaç ile sınırlandırmada başvurulan araç ölçüsüz bir oran içinde bulunmamalıdır.

[5] Çekirdek haklar içinde yer alan “suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”  ile “ suç ve cezalar geçmişe yürütülemez” ilkeleri  yönünden ihlal söz konusudur.

 

Soyut Kamu Yararı Kararıyla Sınırlandırılan Mülkiyet Hakkı

Soyut Kamu Yararı Kararıyla Sınırlandırılan Mülkiyet Hakkı

07 Şub Çarşamba
13:05

AV. MURAT TEZCAN: SOYUT KAMU YARARI KARARIYLA SINIRLANDIRILAN MÜLKİYET HAKKI


GİRİŞ

Devlet Memurları Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, diğer torba yasalarda olduğu gibi kamulaştırma hukukuna ilişkin yeni bir düzenleme daha getirmektedir. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun, “Hakların sınırlandırılması ve mülkiyetin idareye geçmesi” kenar başlığı ile düzenlenen 25. Maddesine yeni bir fıkra eklenmiştir. Eklenen yeni fıkra ile özel mülkiyete yeni yükümlülükler getirilmiştir.

Madde gerekçesinde, söz konusu yükümlülüklerden, kötü niyetli maliklere karşı getirilen bir önlem olarak bahsedilmiş, “Baraj rezervuarlarında kamulaştırma işlemleri yıllar sürmekte ve kötü niyetli insanlar tarafından, sırf kamulaştırma bedelini almak için ağaç dikilmekte, bağ ve bahçe tesis edilmekte ve bina yapılmaktadır. Kamulaştırmayı yapan idarenin bir yaptırımı olmaması sebebiyle Hazine haksız yere yüklü miktarda kamulaştırma bedeli ödemek zorunda kalmaktadır.”ifadelerine yer vermiştir. Yapılan düzenleme ile idarenin yüksek kamulaştırma bedelleri ödemesini önlemek amacıyla özel mülkiyet hakkına önemli ölçüde yeni sınırlamalar getirilmiştir.

  1. A. Kamulaştırma Hukukunda Kamu Yararı Kararı:
  1. 1. Kamu Yararı Kavramı:

Anayasa’da kamulaştırmayı düzenleyen 46. Maddede, devlet ve kamu tüzel kişilerini, kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkili kılmıştır. Anayasa, taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkını tümüyle kaldıran kamulaştırma işlemini, diğer idari işlemlerinden ayırarak daha sıkı şekil ve esas kurallara bağlı kılmıştır.

Bunlardan en önemlisi kamu yararı kavramıdır. Kamu yararı, mülkiyete müdahale sebeplerinden ilk ve en önemlisidir. Her ne kadar yargı kararlarında ve doktrinde üzerinde uzlaşılmış olmasa da kamu yararı, “idarenin görevlerini yerine getirebilmek için teker teker fertler dışında bütün toplumun veya yerine ve görevine göre belirli halk topluluklarının göz önüne alınmasının mecburiyeti” olarak  tanımlanabilir.  Bu anlamda kamu yararı, idarenin faaliyetlerinin sebep ve amaç unsurunu meydana getirir. Çünkü idare, üstlendiği kamu hizmetlerini, kar amacı gütmeme, süreklilik, genellik, değişkenlik, eşitlik ve tarafsızlık ilkelerine göre yürütmektedir. 

Fakat kamu yararı tartışmaya kapalı, her derde deva bir anahtar olarak görülmemelidir. Nitekim Anayasa, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırma nedenlerini düzenleyen 13. Maddesinde 2001 yılında yapılan değişiklikle, kamu yararı gibi kavramları, genel sınırlama nedenleri olarak değerlendirip, bunlardan vazgeçerek özel sınırlama nedenlerini tercih etmiştir. 

Aynı doğrultuda hem Anayasa’nın 46. Maddesi hem de 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu, negatif statü hakları içinde yer alan mülkiyet hakkının sınırlanması anlamına gelecek kamulaştırma işlemindeki, sebep unsuru olan kamu yararının açıkça alınması zorunluluğunu getirmiştir.

Her idari işlemin sebebi ve nihai amacı olan kamu yararı, kamulaştırma işleminde ayrıksı olarak somutlaştırma zorunluluğu bulunmaktadır.

  1. 2. Kamulaştırma Hukukunda Kamu Yararı Kararı.

İdarece yeterli ödenek temin edilmesi sonrasında yapılacak ilk işlem kamu yararı kararının alınmasıdır. Kamulaştırma Kanunu, kamu yararı kararı alınmasına ilişkin idari süreci iki şekilde almıştır. Yasanın 5. Maddesinde kamu yararı verecek merciler, 6. Maddesinde ise, bu kararı onaylayacak merciler gösterilmiştir.

Söz konusu kamu yararı kararları, kamulaştırma işlemlerinin hazırlayıcı işlemleri olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla kesin ve yürütülebilir bir işlem değildir. Şöyle ki, Danıştay’ın 9.11.2010 günlü E:2010/8988, K:2010/10282 sayılı kararında da belirttiği üzere kamulaştırma işlemi, davalı idarece açılan bedel tespiti ve tescil davasında asliye hukuk mahkemesinin taşınmaz sahibine göndereceği meşruhatlı davetiye ile hukuken icra edilebilir aşamaya gelecek bu aşamadan önce söz konusu işleme dayanak olan kamu yararı kararı da henüz kesinleşmiş olmayacaktır.

Bu halde kamu yararı kararının iptali için açılan davada idari yargı yerince incelenmeksizin ret kararı verilecektir. Kamu yararı kararının, uygulamada ilgilinin hukuki durumunu doğrudan doğruya etkilemeyen bir karar olduğu,  taşınmazın tesbitinin de tek başına icrai bir karar olmadığı kabul edilerek bu kararın icrai aşamaya ancak adli yargıda dava açılması halinde geçeceği kabul edilmektedir.

  1. B. Tebligat Hukuku Açısından Yeni Düzenleme ile Birlikte Kamu Yararı Kararının Tebliği Sorunu.

Genel olarak tebligat, hukuksal bir işlemden, ilgili kimsenin haber almasını sağlamak amacıyla yetkili makamın yasal biçimde ve yazı veya ilan ile yapacağı belgeleme işlemidir. Çoğu kez işlemler tebligat ile hukuksal sonuç doğurur hale gelirler. Aksi takdirde, yani tebliği gereken işlem tebliğ edilmedikçe, o işlemin ortaya çıkarması gereken hukuksal sonuçlar doğmaz.

Kamulaştırma Kanununun 25. Maddesi “Hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işlemi, mal sahibi için 10 uncu madde uyarınca mahkemece yapılan tebligatla başlar.” cümlesi ile, bireysel bir idari işlem olan kamulaştırma kararının, nasıl tebliğ edileceğini göstermiştir. Söz konusu maddenin atıf yaptığı 10. Madde,  “mahkeme, idarenin başvuru tarihinden itibaren en geç otuz gün sonrası için belirlediği duruşma gününü, dava dilekçesi ve idare tarafından verilen belgelerin birer örneği de eklenerek taşınmaz malın malikine meşruhatlı davetiye ile veya idarece yapılan araştırmalar sonucunda adresleri bulunamayanlara, 11/02/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanununun 28 inci maddesi gereğince ilan yoluyla tebligat suretiyle bildirerek duruşmaya katılmaya çağırır.”  ifadesiyle, tebligatın dolayısıyla, bireysel idari işlemin hangi anda icrai niteliği kazanacağını göstermiştir.   Yine aynı madde de ilanen yapılacak tebliğin, Tebligat Kanunu’na yapılan atıf nedeniyle koşulları gösterilmiştir.

Tebligat kanunu, tebligat açısından “genel hükümleri” içeren bir yasadır. Tebligatla ilgili diğer bazı yasalardaki hükümler, Tebligat Kanunu’na oranla özel hükümlerdir.  Örneğin, 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanun’un, mülga 13. Maddesi bu yönde bir düzenleme içermekteydi. Fakat ilgili madde, 05.05.2001 yılında yapılan değişiklikle tebligat usulünde karışıklığa ve hak kayıplarına neden olacağı düşüncesiyle kaldırılmış ve genel hükümlere dönülmüştür.  Çünkü tebligat gibi bir biçimsel faaliyet, ne kadar basit, kolay ve anlaşılır olursa, diğer deyişle tebligat ne kadar az sorun ortaya çıkarırsa, tebligattan amaç da o oranda gerçekleşir.

Fakat getirilen yeni düzenleme, mülkiyet hakkı sınırlaması olarak kabul edilebilecek, tasarruf engellerini, icrai niteliği bulunmayan kamu yararı kararını, tebligat hükümlerine aykırı olarak tebliğ edecek şekilde sonuç doğurmaya çalışmaktadır.

Tebligat Kanunu’nun 28. Maddesi, “Adresi meçhul olanlara tebligat ilanen yapılır.”  demek suretiyle, ilanen tebligatın koşulu olarak “adresi meçhul” kişileri göstermiştir. İlanen tebligat gibi istisnai bir düzenlemeyi, 2942 Sayılı Kanunun 25. Maddesine eklenen fıkradaki,  “kamu yararı kararı, kamulaştırılacak taşınmazların bulunduğu mahalle ve/veya köy muhtarlığında onbeş gün süreyle asılmak suretiyle ilan edilir. Bu ilan, ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir.” cümle ile kural haline getirmek düzenlemeler arasında yeknesaklığı bozarak, belirli idare ilkesini de zafiyete düşürmek anlamına taşıyacaktır.

Hakları önemli ölçüde sınırlanan taşınmaz malikleri, zaten fiilen yargı denetimi dışında bırakılan idari işlemin kendisinden dahi haberdar olamadan, söz konusu işlemin sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaklardır.

  1. C. Yeni Düzenleme ile Birlikte Mülkiyet Hakkının Sınırlama ile Kullanılmaz Hale Getirilmesi.

Kamulaştırma Kanunu, kamulaştırma süreçlerinde idareyi korur nitelikte birçok düzenleme içermektedir. Kanunun 7. Maddesi, kamulaştırılacak taşınmaza idarenin, tapuda kamulaştırma şerhi koyması ya da aynı kanunun 21. Maddesindeki, idareye kamulaştırmadan, kamulaştırmanın her aşamasında tek taraflı vazgeçme imkanı tanıması, örnek olarak gösterilebilir. Tüm bunların yanında, soyut idari karara ve tebligat hükümlerinin amacına aykırı bir biçimde, maliki süreci ve sonucu tam olarak belli olmayan bir süreç nedeniyle 5 yıl boyunca mülkiyet hakkını kullanamaz hale getirilmesi, mülkiyet hakkını tümüyle ihlal eder niteliktedir.

Bu doğrultuda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 23.09.1982 tarihli Sporrong ve Lonnroth davasında içtihat niteliğinde bir karar vermiştir. Adı geçen kararda,   Sporrong ve Lonnroth ait taşınmazlara kamulaştırma yapılacağı gerekçesiyle yapı yasağı getirilmiştir.  Sporrong’a ait taşınmazın yirmi beş yıl, Lonnroth’a ait taşınmazın ise on iki yıl boyunca inşaat yasaklarına konu,  bu izin ve yasaklar sonucunda taşınmazı satma, kiralama, kullanma, yararlı değişiklikler yapma gibi mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkileri kullanma konusunda sıkıntı çektikleri ileri sürülmüştür. Yapılan başvuruda, “olayda mülkiyet hakkına doğrudan el konulmadığı ama verilen izin ve getirilen yasakların el konulma sonucunu doğurduğu, bunun da hakkın özüne dokunduğu”sonucuna ulaşarak davacıları, AİHS ihlali gerekçesiyle haklı bulunmuşlardır. 

Sonuç:  

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında, doktrinde soyut bir idari karar olarak kabul edilen bir idari işlem ile hakların sınırlandırılması yoluna gidilmesi hakkın özünü kullanılamaz hale getiren bir düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Taşınmaz malikleri mülkiyet hakkının olumlu içeriğine göre, eşyayı eylemli olarak dilediğince kullanma, ondan ve semerelerinden yararlanma, eşyayı zilyedinde bulundurma, satış, bağışlama, nesnel haklar kurma, kişisel haklarla sınırlama gibi, eşya üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkilerine sahiptir. Bunu engelleyecek hiçbir müdahale, Anayasa 35. Maddede gösterilen ve negatif statü hakları içerisinde sayılan mülkiyet hakkıyla bağdaşmaz.

Kamulaştırma Kanunu’nun 25. Maddesine eklenen fıkra ile birlikte bir hazırlık işlemi olan, dolayısıyla icrai niteliği bulunmayan kamu yararı kararı ile mülkiyet hakkı sınırlandırılabilmektedir. Dava konusu dahi yapılamayan bir idari işlemin mülkiyet hakkında sınırlamalar getirmesi demokratik hukuk devleti ilkesi ile çelişmektedir.

 

Tapu Tahsis Belgesinin Niteliği Ve Tapuya Çevrilmesi İşlemi

Tapu Tahsis Belgesinin Niteliği Ve Tapuya Çevrilmesi İşlemi

07 Şub Çarşamba
13:05

TAPU TAHSİS BELGESİNİN NİTELİĞİ VE TAPUYA ÇEVRİLMESİ İŞLEMİ

AV. MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU


I.Tapu Tahsis Belgesi

Tapu tahsis belgesi, İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile düzenleme altına alınmıştır. İşbu kanunun gerekçesinde kanunun amacı, ekonomik ve sosyal nedenlerle birer çekim merkezi haline gelen kentlere akın eden vatandaşların mutlak olan barınak ihtiyaçlarının giderilmesi, imar mevzuatı ve planlara uygun hale getirilebilecek yapıların belli şartlarda hukukileştirilmesi olarak belirtilmiştir. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını dahi karşılayamayacak durumdaki dar gelirli vatandaşların mağduriyetini gidererek bu durumda olanlara aileleriyle birlikte barınma olanağı sağlamak için hazine, belediye, il özel idaresi ve vakıf arazisi üzerine yapılan, barınma amacıyla ya da kısmen barınma kısmen işyeri olarak kullanılan kaçak yapıları meşrulaştırılmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu amacın bir görünümü olarak hukuk düzeninde yer bulmuştur.

 II. 2981 SAYILI KANUNUN KAPSAMI

Kanunun kapsamını belirleyen 2981 sayılı kanunun 2. maddesi ile kanunun uygulama yönetmeliğinin 3. maddesi uyarınca:

(a)Belediye ve mücavir alan sınırları içinde 17.01.1957 tarihinden sonra yapılan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ile bu tarihten sonra kurulmuş belediyeler ve yine bu tarihten onaylanmış mücavir alan sınırları içinde yapılmış olan,

b) 6785 sayılı Kanuna 1605 sayılı Kanunla eklenen Ek 7 ve 8 inci maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103 maddesi kapsamına giren,

c) İstanbul Boğazı, Sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazı’nda 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden önce yapılan veya inşaasına başlanan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar

d) (b) bendi dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapılar olarak tanımlanmıştır.

Gecekondular bu kanunun ile ilgili taşınmazlardan olsalar dahi her türlü gecekonduyu 2981 sayılı kanunun kapsamında değerlendiremeyiz. Danıştay 6. Daire’nin 2005/894E. 2007/1284 K., sayılı kararında  “Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 1967 yılında 775 sayılı Yasa uyarınca <Gecekondu Önleme Bölgesi> olarak ilan edilmiş bulunan bu alanda kalan gecekondular nedeniyle daha sonra 2981 sayılı Yasa uyarınca yapılan af başvurusunun kabul edilmesi suretiyle tapu tahsis belgeleri düzenlenmiş ise de, 775 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gereken bir alanda 2981 sayılı Yasa hükümlerine dayanılarak işlem tesis edilmesi mümkün değildir.”[1] şeklinde ifade edilmiştir. 775 sayılı kanundan kaynaklanan bir düzenlemenin ardından 2981 sayılı kanun uyarınca hak sahipliği düzenlenmesi hukuka uygun bulunmamış, 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile 2981 sayılı kanunun birbirini dışladığı karar altına alınmıştır.

2981 sayılı kanun m.14, bu kanundan yararlanamayacak olanlar kenar başlığıyla bazı yapılar kapsam dışında tutulmuştur.

a) Her ölçekte imar planında başka maksatla tahsis edilmiş alanlardaki sınai kuruluşlara ait olmayan tehlikeli madde depoları ile imar planında tehlikeli madde depoları için ayrılmış yerlerde bu depolar dışındaki her türlü ruhsatız yapılar,

b) 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun yapı yasağı koyduğu alanlarda veya Milli Savunma Bakanlığına tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığınca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerinde inşa edilen yapılardan; bu Kanunun yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl içinde askeri makamlardan muhafazası için izin alınamayan yapılar,

c) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca ilan edilmiş bulunan “Turizm Alanlarında” ve “Turizm Merkezlerinde” imar mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşaası devam eden ancak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde yürürlükteki çeşitli ölçekli imar planlarıyla getirilmiş bulunan kararlara uygun hale getirilmeyen yapılar,

d) 5 Haziran 1945 tarih ve 4749 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan Sivil Havacılık Anlaşması’nın 14 sayılı teknik mania esaslarına uymayan ve havaalanları civarında uygulanmak üzere 7 Ağustos 1978 tarih ve 7/16130 sayılı Kararnameye göre, Ulaştırma Bakanlığınca 1/1000 ölçekli harita üzerinde sınırları belirlenecek saha içinde bulunup da yapımcı veya yapı sahibine yapılan tebliğden itibaren 1 yıllık süre içinde tebliğ esaslarına uygun hale getirilmeyen yapılar,

e) İçme ve kullanma suyu temin edilen ve edilecek olan baraj, göl, gölet gibi satıhta bulunan su kaynaklarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanı ve içme ve kullanma suyu temin edilen yeraltı su kaynakları etrafında bırakılan koruma alanı içerisindeki yapılar,

f) 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve (…) (1) Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden sonra inşasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar,

g) Karayolları kamulaştırma sınırına tecavüz edilen ve konut olarak kullanılan yapılarla kamulaştırma sınırına 10 metreden daha yakın olan ve konut dışı maksatlarla kullanılan yapılar, (Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde mal sahiplerine tebliğ edilmesinden en geç on sekiz ay içinde tecavüz durumları giderilmeyen yapılar bu Kanunun 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamına girer.

h) TCDD Genel Müdürlüğü mülkiyetinde bulunan gar, istasyon, lojman, liman sahalarıyla demiryolu güzergahları üzerinde TCDD Genel Müdürlüğünün izni alınmadan yapılan yapılar,

i) Kıyı tanımına giren yerlerde gerçek kişilere veya hukuk tüzel kişilerine ait yapılar

olarak tahdidi biçimde sayılmıştır.

 III. Tapu Tahsis Belgesinin Verilmesi usulü

2981 sayılı kanunun “Tapu Verme” kenar başlıklı 10(a) maddesinde “hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “Tapu Tahsis Belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.” düzenlemesi yer almaktadır.

Lehine hak sahipliği tahsis edilmesini talep eden şahıs, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere; dışında ise valiliğe müracaat etmelidir. Müracaat, 2981 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 8 Mart 1984’ten itibaren 6 ay içinde yapılmış olmalıdır. Bu süre geçtikten sonra müracaat etmek için ise müracaat bedeli olarak belediye veya il özel idaresi hesabına 2.000 TL ödenmelidir.

Yapılan müracaat, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından tespit edilir ve bununla birlikte mevzuattaki prosedür izlenerek gecekonduların tespit ve değerlendirmeleri yapılır. Yeminli Özel Teknik Büroları tarafından başvurucunun verdiği bilgiler doğrultusunda gerekli formlar doldurulur.

Mevzuat hükümleri uyarınca tespit kapsamı tarih açısından sınırlandırılmıştır. 10.11.1985 tarihinden önce başlanmış, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa veya arazilerdeki mesken, kısmen işyeri veya konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar dahil tutulmuştur. Bir diğer sınırlama ise yapının alanına yönelik olarak getirilmiştir. 400 m2’den fazla bir alan için arazi tahsisi yapılamamaktadır.

Başvurucunun mülkiyetindeki yapının tespiti için baz alınan durum tapu tahsis belgesinin düzenlendiği andır. Kanunun yürürlükte olduğu dönemde mülkiyetinde olup sonraki bir tarihte satışı gerçekleştirilmesi, tapu tahsis belgesi düzenlenmesine engel teşkil etmez. Bu yönde verilen Danıştay 1. Daire’nin 1989/109 E. 1989/156 K. Numaralı kararında  şu şekilde ifade edilmiştir; “Yasanın yürürlük tarihi olan 8 Mart 1984 gününde mülkiyetinde bulunmakla birlikte tapu tahsis belgesi düzenlenmeden önce, tapulu taşınmazını satan kişilerin sahip oldukları gecekondusu için hak sahibi olamayacaklarına dair bir hükmün Yasada yer almadığı gibi birden fazla gecekondusu olanların yukarıda belirtilen hükümlere göre hak sahibi olabileceği gecekondu dışında kalan gecekondularını satmasını engelleyen bir hükme de rastlanmamaktadır.”

Aynı kararın devamında ise Daire adına tahsis edilen yapının satışını engelleyen bir durumun olmadığını, yapıyı satın alan kişinin tapu tahsis belgesi talebinde bulunabileceği hatta tapu tahsis belgesi düzenlenen yapı için satış belgesi ile birlikte tescil talebinde bulunabileceğini şu şekilde ifade etmiştir. “2981 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir gecekondunun tapu tahsis işlemi yapıldıktan sonra hak sahibi niteliklerini taşıyan bir kişiye satışının yapılması ve satış belgesi ve tapu tahsis belgesi ibraz edilmek kaydıyla tapu işlemlerinin satın alan kişi adına yürütülmesine, başvurusu yapılmış ancak tapu tahsisi henüz yapılmamış gecekondunun, hak sahibi niteliklerini taşıyan bir başka kişiye satılması ve tapu tahsis belgesinin satın alan kişi adına düzenlenmesine olanak tanınmıştır.”

IV. Tapu Tahsis Belgesinin Tapuya Çevrilmesi

Tapu tahsis belgesi, mülkiyeti değil, yalnızca şahsi hak sahipliğini gösteren bir belgedir. Tahsis edilen alanın mülkiyetinin tescili için yeterli değildir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tapu tahsis belgesine ilişkin 1996/14-763 E. 1996/864 K. Numaralı kararında “İlgilisine ancak kişisel hak sağlayabilir ve salt tahsis belgesinin varlığı tahsis edilen yerin tahsis edilen adına tescilini sağlayamaz. Somut olayda tahsis belgesinin yerindeliği idari yargıdan da geçmek suretiyle kesinleşmişse de genelde idarece koşullarının gerçekleşmediği saptandığında iptal edilebilir. Anılan belge ancak bunu veren idarece taşınmazın bulunduğu yörede imar ıslah çalışmalarının başlaması halinde ilgilisine tapu verilmesi vaadini taşıyabilir. O itibarla da olayda uyuşmazlığın niteliği de gözetilerek öncelikle tapu tahsis belgesine konu yapılan taşınmazı kapsar biçimde yörede imar ıslah uygulamasına başlanmış olup olmadığının, başlanmışsa bu yerin herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediğinin, davacıya dayandığı tahsis belgesine karşılık başka bir yerden tahsis yapılıp yapılmadığının kesin olarak saptanması gerekir.” şeklinde tapu tahsis belgesinin genel olarak özellikleri belirtilmiştir.

Yargıtay 14. Daire 2001/5435 E. 2001/5835 K. Numaralı kararına göre tapu tahsis belgesi münhasıran sahibine tapu iptali ve tescili isteme hakkı sağlamasa da ıslah imar planı yapılmış, taşınmaz müstakil imar planlarına bölünmüş ve tapuya işlenmiş ise şahsi hak sağlayan bu belge ile tescil talebinde bulunulabilir.

Bununla birlikte tapu tahsis belgesinin sağladığı şahsi hak üçüncü kişilere devredilebilir.

Örneğin; Yargıtay 14. Hukuk Daire 2004/7835 E. 2005/1766 K. Numaralı kararında “Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri bakım borcuna karşılık, bir mamelek yahut bazı malların temlikini geçirim borcu yükleyen sözleşmelerdendir. Açılan bu davada, bakım borçlusu olan davacı, edimini yerine getirdiğini ileri sürerek 13.9.2000 tarihli biçimine uygun sözleşmenin konusu olan bakım alacaklısı üzerindeki tahsis belgesinin adına tescilini istemiştir. Mahkemece doğru olarak saptandığı üzere tahsis belgesi ilgilisine mülkiyet hakkı sağlamayan, yalnızca fiili kullanmayı belirleyen, kişisel hak kazandıran zilyetlik belgesidir. Bu özelliği gereği tapu tahsis belgesinin istisnalar dışında tapuya tescil olanağı yoksa da; davadaki istem, bakım alacaklısı adına olan tahsis belgesi ile kazanılan şahsi hakkın, davacı bakım borçlusuna geçtiğinin tespiti talebini de kapsayacağından, mahkemece tescil talebinin bu doğrultuda değerlendirilerek tespit hükmü kurulmak suretiyle dava kabul edilmelidir.” Tapu tahsis belgesi, ölünceye bakım sözleşmesi edimi olarak bakım borçlusuna ifa edilmiştir.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2014/103 E. 2014/1502 K. Numaralı “… davalının ..ada ..parsel sayılı taşınmazda 10.01.1985 tarihli 634 nolu tapu tahsisi belgesi ile kendisine tahsis edilen 276 m2’lik yerin 120 m2 kısmında bulunan gecekonduyu 35.000.000 TL bedelle davacıların murisleri E. Ö.’e satıp zilyetliğini devir ettiğini gösteren sözleşme ibraz etmişlerdir. Taraflar arasında düzenlenen bu 21.07.1992 tarihli sözleşme alacağın temliki hükümlerine tabi olması nedeniyle geçerli olduğundan işin esası incelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.” kararı ile sahibinin, tapu tahsis belgesini satım sözleşmesine konu ederek üzerinde tasarrufta bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, 2013/269 E. 2013/2551 K. Numaralı kararında tapu tahsis belgesinin tescili için gerekli şartları belirtmiştir. Belirtilen şartları incelemek gerekirse:

a. Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesinin bulunması

Hukuki yönden geçerli bir tapu tahsis belgesi diğer şartlar da mevcut olduğu takdirde tapu tescil talebine dayanak oluşturabilir. Mahkeme tarafından II ve III. başlıkta irdelenen hususlara uygun olmaması nedeniyle iptal edilen, idare tarafından kaldırılan ve 2981 sayılı kanunun 10. maddesinde belirtilen idareye re’sen terkin yetkisi verilen durumların gerçekleşmesi sonucu terkin edilen tapu tahsis belgeleri kullanılamaz.

 b. Tahsise konu yerde 3194 sayılı Yasanın 18.maddesi uyarınca imar planı veya 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasa uyarınca ıslah-imar planlarının yapılmış olması

3194 sayılı İmar Kanunu 18. maddeye göre imar planı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye encümenince, dışında il idare kurulunca oluşturulan, imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleri ile yol fazlaları ile kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yer­lerle birleştirme, bunları yeniden imar plânına uygun ada ve parsellere ayırma, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sa­hip­le­rine dağıtma ve re’sen tescil işlemlerini içeren planlardır.

3290 sayılı kanun ile bazı maddeleri değiştirilen ve bazı maddeler eklenen 2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmelikte yapılan tanıma göre ıslah imar planı, “Düzensiz ve sağlıksız biçimde oluşmuş yapı topluluklarının veya yerleşme alanlarının, sınırları belli edilmek suretiyle, mevcut durumu da dikkate alınarak dengeli, düzenli ve sağlıklı hale getirilmesi amacıyla, halihazır haritalar üzerine yapılan ve yapılanma şartlarını da belirleyen imar planıdır.”

Aynı yönetmeliğin 20. maddesinde ise ıslah imar planı yapılabilecek yerler düzenlenmiştir. Bu yerler; bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış gecekondu alanları, üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan hisseli arsa veya araziler, üzerinde imar planı ve mevzuat hükümlerine aykırı yapılanmalar bulunan ve bu nedenle, uygulama kabiliyeti kalmamış olan imar planı olan alanlar, ıslah imar planı olabilecek nitelikleri taşımadığı belediye ya da valilikçe belirlenen, özel parselasyon planı bulunan alanlardır.

Bahsi geçen durum Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “…hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür.” şeklinde yer almıştır. Kararda da açık olarak belirtildiği üzere taşınmazın bulunduğu parseli içeren bir ıslah imar planı tescil için bir ön şarttır.

 c. İlgilisine, tapu tahsis belgesi gereğince bir başka yerden tahsis yapılmamış olması

İlgili kanun başvurucuların hak sahibi olabilmeleri için; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmama şartını getirmiştir.

Danıştay 6. Daire, 1991/1161 E. 1992/3272 K. Numaralı kararında“ tapu tahsis belgesinin verildiğinin ancak davacının müracaat formunda <arsam var> şeklinde beyanda bulunduğunun ve bu nedenle tapu tahsis belgesinin iptal edildiğinin anlaşıldığı, mahkemece verilen ara kararına cevaben Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğünün yazısında İl sınırların da davacı adına kayıtlı gayrimenkul kaydı bulunmadığının belirlendiği, 21.4.1983 tarihli müracaat formunda <arsa> kısmının sehven işaretlendiğinin tespit edildiği, bu nedenle davacıya verilen tapu tahsis belgesinin iptali yolunda işlem tesisinde mevzuata uyarlık bulunmadığı…”gerekçesiyle dava konusu ilk derece mahkemesi tarafından verilen iptal kararını onamıştır. Tapu tahsis belgesi sahibinin arsası olduğuna dair sehven beyanda bulunması dahi idare tarafından  işlemin kaldırılması için yeterli görülmüştür.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması

2981 sayılı kanunun 10. maddesi tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiğini açıkça düzenlemiştir. İlgili madde ise; “ Üzerinde yapılanma bulunan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler valiliğin talebi üzerine, belediye veya özel idareler adına resen tapuya tescil edilir. Islah imar planlarında genel bütçeye dahil dairelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılan veya ayrılacak olan veya bir kamu hizmeti için lüzumlu görülen arsa veya araziler eski sahibi kamu idarelerine veya o işe tahsil edilmek üzere hazineye aynı şartlarla geri verilir.

Bu tespit sırasında özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, ibadet yeri ve benzer kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise, bedelsiz olarak ilgili idareler adına tespit ve tescil edilir.” şeklinde kaleme alınmıştır.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1996/14-763 E. 1996/865 K. Numaralı kararında da tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiği açıkça zikredilmiştir.

 e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliklerinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılması

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değerinin uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olması

2981 sayılı kanun m.18’e göre arsa bedellerinin belediyeler ve valiliklerce tespitinde hak sahiplerinin beyanları esas alınır. İdarece gerekli görülmesi durumunda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre bedel tespiti yaptırılır. Beyan edilen değer, tespit edilen değerin 2/3 ünden düşük ise tespit edilen değer, aksi takdirde beyan edilen değer esas alınır.

2981 Sayılı Kanun Gereğince Kurulan Fonun Harcama Esaslarını Düzenleyen Yönetmeliğin 9. maddesindeki düzenlemeye göre, yapılmış gecekonduların sahipleri tarafından beyan edilen arsa veya arazi bedelleri, peşin veya ilk taksidi tapu tahsisi yapılan tarihten itibaren en geç 4 ay içerisinde ödenmek ve 4 yılda 12 eşit taksitle ödeme tamamlanmalıdır. Ödeme, arsa veya arazi sahibi kuruluşlarınca tahsil edilir ve tahsilin ardından derhal gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise, belediye emrinde oluşturulan, gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise, valilik emrinde oluşturulan fon hesabına yatırılır.

Uygulama yönetmeliğinin 19. maddesine göre, arsa tahsis eden kuruluş tarafından arsa bedeli peşin veya ipotek temin etmek suretiyle alınır. Kanunun 9(b) hükmüne göre ise Vakıflar  Genel  Müdürlüğünün  idare  ettiği  arsa  veya  arazileri üzerine yapılmış gecekondulardan alınan arsa bedelinin % 60’ı Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresindeki Akar Toprak Fonuna, % 40’ı da bu Kanunun fon hesabına yatırılır.

2981 sayılı kanun m.9’a göre bedelden ödeme yapılmamış ise, 775 sayılı Gecekondu Kanununun 26’ncı maddesinde düzenlenen “arsa ve binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden” bedel tespit edilir ve tahsil edilmek suretiyle yeni sahibi adına tapuya tescil edilir. Binalar ve konutlar, valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmi beşi (% 25) peşin olarak yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir.

g. İmar parsellerinin oluşturulması sırasında, şuyulandırmaya tabi tutulan parselden 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 18/b-c maddesi uyarınca düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediğinin, kesilmiş ise uygulanan oranın saptanması gerekir

Düzenleme ortaklık payı, genel hizmetler için kullanılmak üzere ve düzenleme dolayısıyla oluşan değer artışları karşılığında düzenlemeye konu edilen arsa ve arazilerin, düzenlemeden önceki yüzölçümlerinden %40’a varıncaya kadar kesilebilen tutar ve/veya zorunluluk dolayısıyla kesilememesi durumlarında sahibinin de uygun görmesi ile alınan parasal karşılıktır[2]. Düzenleme ortaklık payı oranının üst sınırı %35 ile sınırlı iken 5006 sayılı kanun ile %40 olarak değiştirilmiştir.

3194 sayılı İmar Kanunu m.18’e göre düzenleme ortaklık paylarının kullanılabileceği alanlar tahdidi olarak sayılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan, park, otopark, çocuk ba1hçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesisler haricinde bir maksatla kullanılamaz.

h. Mahkemece, yukarıda belirtilen koşullar doğrultusunda yapılacak inceleme sonucunda, tescil isteğinin kabulü için yasal koşulların oluştuğu kabul edildiği takdirde, 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 10/C-2 maddesi gereğince tahsise konu yerde uygulanan düzenleme ortaklık payının (DOP) davacıyı da bağlayıcı nitelikte olduğu dikkate alınarak tahsis miktarından bu oranda yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilmelidir.

Yukarıda belirtilen şartları sağlayan hak sahibi, gerekli prosedürleri tamamlayarak tapu tahsis belgesi ile tapu siciline tescil talebinde bulunabilir. Tescil talebinde bulunurken aşağıdaki belgelerin talepçi tarafından ibraz edilmesi zorunludur. Bu belgeler: başvuru dilekçesi, noter onaylı beyanname ve taahhütname , tapu tahsis belgesi, imar affı müracaatı belgesi, 2000 TL’lik banka makbuzu, toprak parası ödenmiş ise banka dekontu, satışlı yerler için noter satış belgesi, vefat edenler için veraset ilamı, kimlik fotokopisi, bağlı bulunan muhtarlıktan form-5 belgesi, imar durumu ve bazı durumlarda nüfus kayıt örneği ve isim, soy isim değişikliklerinde mahkeme kararıdır.

IV. Gecekondusu Muhafaza Edilemeyen Hak Sahipleri

Islah imar planı yapılıp onaylanıncaya kadar hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde yapılmış, tehlike arz etmeyen ve Kanunun 14.maddesi kapsamında kalmayan gecekondular aynen muhafaza edilir.

Hazırlanan ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri ile, 2981 sayılı kanun m. 10(b) ve uygulama yönetmeliği m. 25/3 düzenlemesi uyarınca, hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde olan veya Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir.

Yapılan ıslah imar planına uygun olmaması nedeniyle gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parselleri, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre verilir. Bununla birlikte, tarihi veya mimari bir eserin bütünlüğünü bozduğuna, belediye veya valilikçe karar verilen gecekondulara da tapu tahsis belgesi verilemeyeceğinden bu alanlarda kalan gecekondu sahiplerine başka bir yerden, belediye veya valilikçe öncelikle arsa tahsis edilir.

Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “ Yasa hükümleri uyarınca, hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gecekondunun imar affı başvurusundan önce imar planı yapılmış ve bu plan koşullarının geçerli olduğu bir taşınmaz üzerinde bulunması halinde, bu gecekondunun 2981 sayılı Yasa uyarınca bulunduğu yerde korunması ve hak sahibine bu yerden tapu verilmesi yasal olarak mümkün olmadığından, hak sahibi sıfatını taşıyanlara gecekondu önleme veya ıslah bölgelerinden veya yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parsellerinden müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre tahsis yapılması gerekmektedir.” şeklinde hüküm kurmuştur. Aynen muhafaza edilemeyen gecekondu sahibinin tapu tahsis belgesiyle elde ettiği şahsi hak bu düzenleme ile korunmuştur.

Danıştay 14. Daire 2011/9305 E. 2013/5456 K. Numaralı kararı “yapı yerinde korunamıyorsa başka bir ıslah veya gecekondu bölgesinden ya da alanda üretilecek konutlardan davacıya tahsis yapılması gerekirken, kentsel dönüşüm alanında ne zaman yapılacağı belli olmayan konutlardan daire tapusu verileceğinden bahisle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.” yönündedir. Kararda, kentsel dönüşüm alanında tahsis edilecek yapıların hak sahibine belirsiz olması yönüyle koruma sağlamayacağı, korunamayan yapı için başka bir ıslah veya gecekondu bölgesi ya da alanda üretilecek konutlar tahsis edilmesinin asıl olması sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı hukuka uygun bulunmamıştır.

2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmeliğin 25. maddesine göre, gecekondusu muhafaza edilemeyip tasfiye edilen hak sahiplerine enkaz bedeli, belediye veya valiliklerce tespit ediliri ve bu bedel, Kanun gereğince kurulan fondan hak sahiplerine ödenir.

V. KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA KALAN YAPILARDA HAK SAHİPLİĞİ     

Sanayi devrimi ile birlikte kentler, geçirdikleri sosyal, ekonomik, teknolojik, ideolojik geçirdiği değişimlerle birlikte kent yapısı da bu etkenler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu değişim ve dönüşümler, kimi zaman mekan ve yaşam kalitesini arttırıcı yönde olurken; kimi zaman da mekanın ekonomik, toplumsal, çevresel ve fiziksel çökme ve bozulması olarak kendini gösterir[3]. Bu anlamda kentsel dönüşümü, çökme ve bozulma olan kentsel mekanın ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü[4] olarak tanımlayabiliriz.

Belediye Kanunu m.73’e göre belediye sınırlarında ise belediye; büyükşehir belediyesi sınırlarında ise büyükşehir belediyesi

-konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,

-eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, -kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya

-deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla, belediye meclisi kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması şarttır.

Kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetimlerin yer seçimi yaparak belediye meclis kararı alınması sonucu kentsel dönüşüm çalışmasının yürütülebilmesi için mülkiyet sahiplerinin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.

Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında hak sahipliği Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde düzenlenmektedir. 73. Madde “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna istinaden, hak sahibi olmuş kimselerle anlaşmaları halinde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında hakları verilir.

 (Ek cümle: 10/9/2014 – 6552/122 md.) Anlaşma sonucu belediye mülkiyetine geçen gayrimenkuller haczedilemez. 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedelleri verilir veya belediye imkanları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilir. Bu kapsamda bulunanlara Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilir. Enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilir.” hükmünü içermektedir.

Proje alanında kişilerin hak sahibi olabilmeleri için gayrimenkul sahipleri ile 2981  sayılı kanunla hak sahibi olmuş kişilere anlaşma şartı getirilmiştir.

Danıştay 6. Daire’nin bu hususla ilgili 2010/8785 E. 2011/293 K. Numaralı “ Yalı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Alan sınırları dahilinde kalan zemin üstü tesislerinin (gecekondu) 4650 sayılı yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümleri uyarınca kamulaştırılmasının Belediye Encümeninin 08.05.2008 günlü, 1101 sayılı kararı ile uygun görüldüğü, bunun üzerine yasal prosedüre devam edilerek Döndü Dinç’in sahibi bulunduğu 6518/9 Sokak, No:21 adresinde bulunan tek katlı imar affı başvurusu olan zemin üstü için 24.11.2008 tarihinde Uzlaşma Komisyonu ile görüşmeye çağrıldığı ancak herhangi bir başvurusunun olmadığı, Döndü Dinç veya mirasçıları ile uzlaşma sağlanamaması üzerine Karşıyaka 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde 2009/63 E. Sayısıyla kamulaştırma davası açıldığı…” kararında da ifade edildiği üzere öncelikle uzlaşma yolunun tüketilmesi gerektiği belirtilmiştir.

VI. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA TAPU TAHSİS BELGESİ DÜZENLENMİŞ YAPILAR

Türkiye’nin büyüklük ve kapsam bakımından en büyük projesi olan Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, proje alanı sınırları içindeki her tür ve ölçekli planlar, inşa edilecek resmi ve özel her türlü yapı, alt yapı ve sosyal donatı düzenlemeleri ve kamulaştırma işlemlerini içerir. Böylesi büyük bir alanda yürütülen proje dahilinde ise birçok taşınmaz, yapı, parselle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışan hususlarda gerek özel kişiler gerek özel kişiler ile idare arasında birçok uyuşmazlık vuku bulmaktadır.

5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu’nun 5. maddesi, proje alan sınırları içerisinde kalan bölgede Proje için ihtiyaç duyulan arazi ve arsalardan, kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunanlar bedelsiz olarak Belediyeye devredilir. Gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller ile 24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna göre hak sahibi olan kişilerin haklarına konu gayrimenkuller, malikler ve hak sahipleriyle yapılacak anlaşmalar çerçevesinde Projede kullanılır. Bu anlaşmaların usul ve esasları yönetmelikle belirlenir. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller Belediye tarafından kamulaştırılabilir.

Malikler ve hak sahiplerinin belediye ile yaptıkları bu sözleşme borçlar hukuku anlamında bir sözleşme olup genel hükümler uyarınca geçersiz olmadığı müddetçe taraflar açısından bağlayıcıdır.

Usul ve esasların düzenlendiği 5104 sayılı kanun yönetmeliğinin üçüncü bölümü “2981 Sayılı Kanuna Tabi Tapu Tahsis BelgeliGecekondulara Uygulanacak Esaslar” kenar başlığıyla bu yapılarla ilgili düzenlemeleri içermektedir. İlgili bölümdeki hükümler şu şekilde düzenlenmiştir;

“Madde 12: Tapu tahsisli gecekondu maliklerine nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek konut verilir.

Madde 13:Tapu tahsis belgesi bulunan gecekondu maliklerine proje alanı içerisinde üretilecek ve nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek hak sahipleri konutlarından verilmesi için konut sözleşmesi yapılır.

Madde 14:Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2 olup arsa borcu bulunmayan hak sahiplerine Belediye Meclisince belirlenecek büyüklükte bir adet konut verilir. Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2’den az olan maliklerin eksik arsa oranları, konut sözleşmesi ile Belediye Meclisince tespit edilecek konut büyüklüğünün inşaat maliyet bedeli oranı üzerinden hesaplanacak bedele, gecekonduya ait varsa arsa borcu da ilave edilerek, toplamdan; tesis ve müştemilata ait enkaz bedelidüşülerek borçlandırma yapılır.

Madde 15:Tapu tahsisli tesis müştemilat ve ağaçların kıymet takdir bedelleri Belediye tarafından oluşturulacak kıymet takdir komisyonunca belirlenir. Maliklere verilecek konutların Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yayımlanan inşaat maliyet değerleri üzerinden maliyet bedelleri belirlenerek maliyet bedellerinden enkaz bedelleri düşüldükten sonra kalan bedel sözleşme tarihinden itibaren bir sonraki aydan başlayarak taksitle ödenir. Taksit esasları Belediye Meclisince belirlenir.”

Belediye tarafından oluşturulan kıymet takdir komisyonları tarafından bina müştemilat ve ağaçlar için yapı bedeli ve enkaz bedeli tespit edilir. Uygulamada ise 5104 sayılı kanun, kanunun uygulama yönetmeliği ve belediye meclisi kararı ile yapı belediyeye devredilir. Yönetmeliğin 14. maddesi uyarınca devredilen taşınmazlar için yalnızca enkaz bedeli belediye tarafından ödenmektedir. Devreden kişiler yalnızca enkaz bedelinin değil,  tüm yapı bedelinin ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bakiye bedelin tahsili için icra takibi başlatmıştır. Takibe yapılan itirazlar için açılan ve ardından temyiz edilen itirazın iptali davalarında Yargıtay 13. Dairesi kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki tapulu[5], tapu tahsis belgesiz tapusuz[6] ve tapu tahsis belgeli yapılara ilişkin kararları bulunmaktadır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2015/20273 E., 2016/682 K. Numaralı kararında “Çözülmesi gereken sorun davacıya yapı bedelinin tamamının mı yoksa sadece enkaz bedelinin mi ödenmesi gerektiği hususudur

Belirtilen düzenlemelerin incelenmesinde, tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde arsa üzerindeki yapılara ait enkaz bedelinin esas alınacağının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 

Öte yandan tarafların anılan mevzuat hükümleri çerçevesinde imzaladıkları … Dönüşüm ve Gelişim Projesi Tapu Tahsis Belgeli Tesis Karşılığı Konut Sözleşmesinde hak sahibinin alacağı belirlenirken arsa üzerindeki tesis ve müştemilata ait enkaz bedeli esas alınarak bakiye alacağın belirleneceğinin kararlaştırıldığı açıktır.

Taraflar arasında düzenlenen bu sözleşme; özel hukuk hükümlerine tabi ve geçerli bir sözleşme olduğundan taraflar yönünden bağlayıcıdır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (b) fıkrası; gerek … Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14. maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleri ile imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlar ile ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulunun 10.06.2015 gün 2014/13-1500 esas, 2015/1519 karar numaralı kararı da bu yöndedir.

Yukarıda belirtilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde davacının sözleşme kapsamında davalıya devrettiği gecekondusu için sadece enkaz bedeli isteyebileceği, enkaz bedelinin de davacıya ödenmiş olması karşısında davacının başka bir şey talep edemeyeceği anlaşıldığından davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön göz ardıedilerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.” biçiminde ifade edilmiştir.[7] Gerek açık kanun hükmü gerek aralarındaki sözleşmeye binaen davacıların yapı bedelini talep etme olanakları mevcut değildir.

Kararda zikredilen Hukuk Genel Kurulu kararında “tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 s. Kanun’un 13 üncü maddesinin (b) fıkrası; gerek Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14 üncü maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleriyle imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlarla ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

VII. SONUÇ

20. yy’ın sonlarında cazibe merkezi olan şehirlere yapılan yoğun göç nedeniyle barınma problemleri boy göstermiş ve imar mevzuatına aykırı yapılar toplumsal bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu kişilerin durumunun iyileştirilmesi ve çözüm üretilmesi amacıyla yapılan girişimlerden biridir.

Her ne kadar bu belge mülkiyet hakkı gibi mutlak bir hak, geniş tasarruf imkanı sunmasa da sahibine sağladığı şahsi hak iyileştirici bir durum sağlamakta ve tamamen koruma dışında bırakmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın gerekli özellikleri haiz ise hak sahibi tescil talebinde bulunabilecektir. Uzun yıllar ikamet ettiği, yaşamını idame ettirdiği, vergilerini ödediği yapının maliki sıfatını kazanabilmesi imkanı, ev veya işyeri sahibi olmayı umut eden kişiler için umudun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Yapılan imar, ıslah imar planları, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yalnızca taşınmaz maliklerinin değil, tapu tahsis belgesinin sağladığı hak sahipliği ile de bu alanlarda tahsis sağlanması fiili durumun göz ardı edilmediğinin bir göstergesidir. Yeni proje alanlarında hak sahiplerini de gözeterek yapıların korunması veyahut korunamadığı takdirde denk bir şekilde tahsis sağlanması salt ekonomik çıkar gözetilmeyen, sosyal yönü de bulunan bir karardır.

6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca 2981 sayılı kanun 31.05.2018 tarihinde yürürlükten kalkacaktır. İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı kanunun yürürlük tarihinin uzatılarak işlerliğini sürdürmesi ve getirilerinin hak kaybı yaşanmaması amacıyla gündemde tutulmalıdır. Veya kanun kapsamından yararlanabilecek kişi gruplarına yeterli bilgilendirmeler yapılmalı vr mülga tarihibe kisa bir zaman kalmasi sebebiyle mağduriyetleri önleme amacının göz önünde bulundurmalıdır.

[1] ŞİMŞEK, Suat, İmar Hukuku, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, Ocak 2010, s.25

[2] http://emektd.com.tr/Images/Uploads/Files/1608130308_imaruygulamasiveduzenlemeortaklikpayi.pdf

[3]SELİM,Ertan, Kentsel Dönüşüm Projelerinin Sosyoekonomik Boyutlarının İncelenmesi Yüksek Lisans Tezi,  Konya, 2011, s.3   http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1702/294466.pdf?sequence=1    (Akkar, 2006:29).

[4] TMMOB Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi, Kentsel Dönüşüm ve Bursa Raporu

[5]Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 20081  Karar: 2017 / 3330

[6] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 10724 Karar: 2017 / 370, Esas: 2016 / 27463 Karar: 2017 / 3682, Esas: 2015 / 4452 Karar: 2016 / 648

[7] Aynı yönde bkz. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 1585 Karar: 2016 / 6956, Esas: 2014 / 39510 Karar: 2014 / 39791, Esas: 2015 / 32960 Karar: 2016 / 17735, Esas: 2015 / 37215
Karar: 2016 / 4190

 

Tarımsal Arazilerin Ehil Mirasçılara Özgülenmesi

Tarımsal Arazilerin Ehil Mirasçılara Özgülenmesi

07 Şub Çarşamba
13:06

TAPU TAHSİS BELGESİNİN NİTELİĞİ VE TAPUYA ÇEVRİLMESİ İŞLEMİ

AV. MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU


I.Tapu Tahsis Belgesi

Tapu tahsis belgesi, İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile düzenleme altına alınmıştır. İşbu kanunun gerekçesinde kanunun amacı, ekonomik ve sosyal nedenlerle birer çekim merkezi haline gelen kentlere akın eden vatandaşların mutlak olan barınak ihtiyaçlarının giderilmesi, imar mevzuatı ve planlara uygun hale getirilebilecek yapıların belli şartlarda hukukileştirilmesi olarak belirtilmiştir. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını dahi karşılayamayacak durumdaki dar gelirli vatandaşların mağduriyetini gidererek bu durumda olanlara aileleriyle birlikte barınma olanağı sağlamak için hazine, belediye, il özel idaresi ve vakıf arazisi üzerine yapılan, barınma amacıyla ya da kısmen barınma kısmen işyeri olarak kullanılan kaçak yapıları meşrulaştırılmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu amacın bir görünümü olarak hukuk düzeninde yer bulmuştur.

 II. 2981 SAYILI KANUNUN KAPSAMI

Kanunun kapsamını belirleyen 2981 sayılı kanunun 2. maddesi ile kanunun uygulama yönetmeliğinin 3. maddesi uyarınca:

(a)Belediye ve mücavir alan sınırları içinde 17.01.1957 tarihinden sonra yapılan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ile bu tarihten sonra kurulmuş belediyeler ve yine bu tarihten onaylanmış mücavir alan sınırları içinde yapılmış olan,

b) 6785 sayılı Kanuna 1605 sayılı Kanunla eklenen Ek 7 ve 8 inci maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103 maddesi kapsamına giren,

c) İstanbul Boğazı, Sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazı’nda 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden önce yapılan veya inşaasına başlanan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar

d) (b) bendi dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapılar olarak tanımlanmıştır.

Gecekondular bu kanunun ile ilgili taşınmazlardan olsalar dahi her türlü gecekonduyu 2981 sayılı kanunun kapsamında değerlendiremeyiz. Danıştay 6. Daire’nin 2005/894E. 2007/1284 K., sayılı kararında  “Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 1967 yılında 775 sayılı Yasa uyarınca <Gecekondu Önleme Bölgesi> olarak ilan edilmiş bulunan bu alanda kalan gecekondular nedeniyle daha sonra 2981 sayılı Yasa uyarınca yapılan af başvurusunun kabul edilmesi suretiyle tapu tahsis belgeleri düzenlenmiş ise de, 775 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gereken bir alanda 2981 sayılı Yasa hükümlerine dayanılarak işlem tesis edilmesi mümkün değildir.”[1] şeklinde ifade edilmiştir. 775 sayılı kanundan kaynaklanan bir düzenlemenin ardından 2981 sayılı kanun uyarınca hak sahipliği düzenlenmesi hukuka uygun bulunmamış, 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile 2981 sayılı kanunun birbirini dışladığı karar altına alınmıştır.

2981 sayılı kanun m.14, bu kanundan yararlanamayacak olanlar kenar başlığıyla bazı yapılar kapsam dışında tutulmuştur.

a) Her ölçekte imar planında başka maksatla tahsis edilmiş alanlardaki sınai kuruluşlara ait olmayan tehlikeli madde depoları ile imar planında tehlikeli madde depoları için ayrılmış yerlerde bu depolar dışındaki her türlü ruhsatız yapılar,

b) 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun yapı yasağı koyduğu alanlarda veya Milli Savunma Bakanlığına tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığınca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerinde inşa edilen yapılardan; bu Kanunun yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl içinde askeri makamlardan muhafazası için izin alınamayan yapılar,

c) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca ilan edilmiş bulunan “Turizm Alanlarında” ve “Turizm Merkezlerinde” imar mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşaası devam eden ancak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde yürürlükteki çeşitli ölçekli imar planlarıyla getirilmiş bulunan kararlara uygun hale getirilmeyen yapılar,

d) 5 Haziran 1945 tarih ve 4749 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan Sivil Havacılık Anlaşması’nın 14 sayılı teknik mania esaslarına uymayan ve havaalanları civarında uygulanmak üzere 7 Ağustos 1978 tarih ve 7/16130 sayılı Kararnameye göre, Ulaştırma Bakanlığınca 1/1000 ölçekli harita üzerinde sınırları belirlenecek saha içinde bulunup da yapımcı veya yapı sahibine yapılan tebliğden itibaren 1 yıllık süre içinde tebliğ esaslarına uygun hale getirilmeyen yapılar,

e) İçme ve kullanma suyu temin edilen ve edilecek olan baraj, göl, gölet gibi satıhta bulunan su kaynaklarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanı ve içme ve kullanma suyu temin edilen yeraltı su kaynakları etrafında bırakılan koruma alanı içerisindeki yapılar,

f) 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve (…) (1) Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden sonra inşasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar,

g) Karayolları kamulaştırma sınırına tecavüz edilen ve konut olarak kullanılan yapılarla kamulaştırma sınırına 10 metreden daha yakın olan ve konut dışı maksatlarla kullanılan yapılar, (Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde mal sahiplerine tebliğ edilmesinden en geç on sekiz ay içinde tecavüz durumları giderilmeyen yapılar bu Kanunun 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamına girer.

h) TCDD Genel Müdürlüğü mülkiyetinde bulunan gar, istasyon, lojman, liman sahalarıyla demiryolu güzergahları üzerinde TCDD Genel Müdürlüğünün izni alınmadan yapılan yapılar,

i) Kıyı tanımına giren yerlerde gerçek kişilere veya hukuk tüzel kişilerine ait yapılar

olarak tahdidi biçimde sayılmıştır.

 III. Tapu Tahsis Belgesinin Verilmesi usulü

2981 sayılı kanunun “Tapu Verme” kenar başlıklı 10(a) maddesinde “hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “Tapu Tahsis Belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.” düzenlemesi yer almaktadır.

Lehine hak sahipliği tahsis edilmesini talep eden şahıs, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere; dışında ise valiliğe müracaat etmelidir. Müracaat, 2981 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 8 Mart 1984’ten itibaren 6 ay içinde yapılmış olmalıdır. Bu süre geçtikten sonra müracaat etmek için ise müracaat bedeli olarak belediye veya il özel idaresi hesabına 2.000 TL ödenmelidir.

Yapılan müracaat, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından tespit edilir ve bununla birlikte mevzuattaki prosedür izlenerek gecekonduların tespit ve değerlendirmeleri yapılır. Yeminli Özel Teknik Büroları tarafından başvurucunun verdiği bilgiler doğrultusunda gerekli formlar doldurulur.

Mevzuat hükümleri uyarınca tespit kapsamı tarih açısından sınırlandırılmıştır. 10.11.1985 tarihinden önce başlanmış, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa veya arazilerdeki mesken, kısmen işyeri veya konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar dahil tutulmuştur. Bir diğer sınırlama ise yapının alanına yönelik olarak getirilmiştir. 400 m2’den fazla bir alan için arazi tahsisi yapılamamaktadır.

Başvurucunun mülkiyetindeki yapının tespiti için baz alınan durum tapu tahsis belgesinin düzenlendiği andır. Kanunun yürürlükte olduğu dönemde mülkiyetinde olup sonraki bir tarihte satışı gerçekleştirilmesi, tapu tahsis belgesi düzenlenmesine engel teşkil etmez. Bu yönde verilen Danıştay 1. Daire’nin 1989/109 E. 1989/156 K. Numaralı kararında  şu şekilde ifade edilmiştir; “Yasanın yürürlük tarihi olan 8 Mart 1984 gününde mülkiyetinde bulunmakla birlikte tapu tahsis belgesi düzenlenmeden önce, tapulu taşınmazını satan kişilerin sahip oldukları gecekondusu için hak sahibi olamayacaklarına dair bir hükmün Yasada yer almadığı gibi birden fazla gecekondusu olanların yukarıda belirtilen hükümlere göre hak sahibi olabileceği gecekondu dışında kalan gecekondularını satmasını engelleyen bir hükme de rastlanmamaktadır.”

Aynı kararın devamında ise Daire adına tahsis edilen yapının satışını engelleyen bir durumun olmadığını, yapıyı satın alan kişinin tapu tahsis belgesi talebinde bulunabileceği hatta tapu tahsis belgesi düzenlenen yapı için satış belgesi ile birlikte tescil talebinde bulunabileceğini şu şekilde ifade etmiştir. “2981 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir gecekondunun tapu tahsis işlemi yapıldıktan sonra hak sahibi niteliklerini taşıyan bir kişiye satışının yapılması ve satış belgesi ve tapu tahsis belgesi ibraz edilmek kaydıyla tapu işlemlerinin satın alan kişi adına yürütülmesine, başvurusu yapılmış ancak tapu tahsisi henüz yapılmamış gecekondunun, hak sahibi niteliklerini taşıyan bir başka kişiye satılması ve tapu tahsis belgesinin satın alan kişi adına düzenlenmesine olanak tanınmıştır.”

IV. Tapu Tahsis Belgesinin Tapuya Çevrilmesi

Tapu tahsis belgesi, mülkiyeti değil, yalnızca şahsi hak sahipliğini gösteren bir belgedir. Tahsis edilen alanın mülkiyetinin tescili için yeterli değildir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tapu tahsis belgesine ilişkin 1996/14-763 E. 1996/864 K. Numaralı kararında “İlgilisine ancak kişisel hak sağlayabilir ve salt tahsis belgesinin varlığı tahsis edilen yerin tahsis edilen adına tescilini sağlayamaz. Somut olayda tahsis belgesinin yerindeliği idari yargıdan da geçmek suretiyle kesinleşmişse de genelde idarece koşullarının gerçekleşmediği saptandığında iptal edilebilir. Anılan belge ancak bunu veren idarece taşınmazın bulunduğu yörede imar ıslah çalışmalarının başlaması halinde ilgilisine tapu verilmesi vaadini taşıyabilir. O itibarla da olayda uyuşmazlığın niteliği de gözetilerek öncelikle tapu tahsis belgesine konu yapılan taşınmazı kapsar biçimde yörede imar ıslah uygulamasına başlanmış olup olmadığının, başlanmışsa bu yerin herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediğinin, davacıya dayandığı tahsis belgesine karşılık başka bir yerden tahsis yapılıp yapılmadığının kesin olarak saptanması gerekir.” şeklinde tapu tahsis belgesinin genel olarak özellikleri belirtilmiştir.

Yargıtay 14. Daire 2001/5435 E. 2001/5835 K. Numaralı kararına göre tapu tahsis belgesi münhasıran sahibine tapu iptali ve tescili isteme hakkı sağlamasa da ıslah imar planı yapılmış, taşınmaz müstakil imar planlarına bölünmüş ve tapuya işlenmiş ise şahsi hak sağlayan bu belge ile tescil talebinde bulunulabilir.

Bununla birlikte tapu tahsis belgesinin sağladığı şahsi hak üçüncü kişilere devredilebilir.

Örneğin; Yargıtay 14. Hukuk Daire 2004/7835 E. 2005/1766 K. Numaralı kararında “Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri bakım borcuna karşılık, bir mamelek yahut bazı malların temlikini geçirim borcu yükleyen sözleşmelerdendir. Açılan bu davada, bakım borçlusu olan davacı, edimini yerine getirdiğini ileri sürerek 13.9.2000 tarihli biçimine uygun sözleşmenin konusu olan bakım alacaklısı üzerindeki tahsis belgesinin adına tescilini istemiştir. Mahkemece doğru olarak saptandığı üzere tahsis belgesi ilgilisine mülkiyet hakkı sağlamayan, yalnızca fiili kullanmayı belirleyen, kişisel hak kazandıran zilyetlik belgesidir. Bu özelliği gereği tapu tahsis belgesinin istisnalar dışında tapuya tescil olanağı yoksa da; davadaki istem, bakım alacaklısı adına olan tahsis belgesi ile kazanılan şahsi hakkın, davacı bakım borçlusuna geçtiğinin tespiti talebini de kapsayacağından, mahkemece tescil talebinin bu doğrultuda değerlendirilerek tespit hükmü kurulmak suretiyle dava kabul edilmelidir.” Tapu tahsis belgesi, ölünceye bakım sözleşmesi edimi olarak bakım borçlusuna ifa edilmiştir.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2014/103 E. 2014/1502 K. Numaralı “… davalının ..ada ..parsel sayılı taşınmazda 10.01.1985 tarihli 634 nolu tapu tahsisi belgesi ile kendisine tahsis edilen 276 m2’lik yerin 120 m2 kısmında bulunan gecekonduyu 35.000.000 TL bedelle davacıların murisleri E. Ö.’e satıp zilyetliğini devir ettiğini gösteren sözleşme ibraz etmişlerdir. Taraflar arasında düzenlenen bu 21.07.1992 tarihli sözleşme alacağın temliki hükümlerine tabi olması nedeniyle geçerli olduğundan işin esası incelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.” kararı ile sahibinin, tapu tahsis belgesini satım sözleşmesine konu ederek üzerinde tasarrufta bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, 2013/269 E. 2013/2551 K. Numaralı kararında tapu tahsis belgesinin tescili için gerekli şartları belirtmiştir. Belirtilen şartları incelemek gerekirse:

a. Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesinin bulunması

Hukuki yönden geçerli bir tapu tahsis belgesi diğer şartlar da mevcut olduğu takdirde tapu tescil talebine dayanak oluşturabilir. Mahkeme tarafından II ve III. başlıkta irdelenen hususlara uygun olmaması nedeniyle iptal edilen, idare tarafından kaldırılan ve 2981 sayılı kanunun 10. maddesinde belirtilen idareye re’sen terkin yetkisi verilen durumların gerçekleşmesi sonucu terkin edilen tapu tahsis belgeleri kullanılamaz.

 b. Tahsise konu yerde 3194 sayılı Yasanın 18.maddesi uyarınca imar planı veya 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasa uyarınca ıslah-imar planlarının yapılmış olması

3194 sayılı İmar Kanunu 18. maddeye göre imar planı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye encümenince, dışında il idare kurulunca oluşturulan, imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleri ile yol fazlaları ile kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yer­lerle birleştirme, bunları yeniden imar plânına uygun ada ve parsellere ayırma, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sa­hip­le­rine dağıtma ve re’sen tescil işlemlerini içeren planlardır.

3290 sayılı kanun ile bazı maddeleri değiştirilen ve bazı maddeler eklenen 2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmelikte yapılan tanıma göre ıslah imar planı, “Düzensiz ve sağlıksız biçimde oluşmuş yapı topluluklarının veya yerleşme alanlarının, sınırları belli edilmek suretiyle, mevcut durumu da dikkate alınarak dengeli, düzenli ve sağlıklı hale getirilmesi amacıyla, halihazır haritalar üzerine yapılan ve yapılanma şartlarını da belirleyen imar planıdır.”

Aynı yönetmeliğin 20. maddesinde ise ıslah imar planı yapılabilecek yerler düzenlenmiştir. Bu yerler; bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış gecekondu alanları, üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan hisseli arsa veya araziler, üzerinde imar planı ve mevzuat hükümlerine aykırı yapılanmalar bulunan ve bu nedenle, uygulama kabiliyeti kalmamış olan imar planı olan alanlar, ıslah imar planı olabilecek nitelikleri taşımadığı belediye ya da valilikçe belirlenen, özel parselasyon planı bulunan alanlardır.

Bahsi geçen durum Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “…hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür.” şeklinde yer almıştır. Kararda da açık olarak belirtildiği üzere taşınmazın bulunduğu parseli içeren bir ıslah imar planı tescil için bir ön şarttır.

 c. İlgilisine, tapu tahsis belgesi gereğince bir başka yerden tahsis yapılmamış olması

İlgili kanun başvurucuların hak sahibi olabilmeleri için; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmama şartını getirmiştir.

Danıştay 6. Daire, 1991/1161 E. 1992/3272 K. Numaralı kararında“ tapu tahsis belgesinin verildiğinin ancak davacının müracaat formunda <arsam var> şeklinde beyanda bulunduğunun ve bu nedenle tapu tahsis belgesinin iptal edildiğinin anlaşıldığı, mahkemece verilen ara kararına cevaben Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğünün yazısında İl sınırların da davacı adına kayıtlı gayrimenkul kaydı bulunmadığının belirlendiği, 21.4.1983 tarihli müracaat formunda <arsa> kısmının sehven işaretlendiğinin tespit edildiği, bu nedenle davacıya verilen tapu tahsis belgesinin iptali yolunda işlem tesisinde mevzuata uyarlık bulunmadığı…”gerekçesiyle dava konusu ilk derece mahkemesi tarafından verilen iptal kararını onamıştır. Tapu tahsis belgesi sahibinin arsası olduğuna dair sehven beyanda bulunması dahi idare tarafından  işlemin kaldırılması için yeterli görülmüştür.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması

2981 sayılı kanunun 10. maddesi tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiğini açıkça düzenlemiştir. İlgili madde ise; “ Üzerinde yapılanma bulunan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler valiliğin talebi üzerine, belediye veya özel idareler adına resen tapuya tescil edilir. Islah imar planlarında genel bütçeye dahil dairelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılan veya ayrılacak olan veya bir kamu hizmeti için lüzumlu görülen arsa veya araziler eski sahibi kamu idarelerine veya o işe tahsil edilmek üzere hazineye aynı şartlarla geri verilir.

Bu tespit sırasında özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, ibadet yeri ve benzer kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise, bedelsiz olarak ilgili idareler adına tespit ve tescil edilir.” şeklinde kaleme alınmıştır.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1996/14-763 E. 1996/865 K. Numaralı kararında da tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiği açıkça zikredilmiştir.

 e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliklerinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılması

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değerinin uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olması

2981 sayılı kanun m.18’e göre arsa bedellerinin belediyeler ve valiliklerce tespitinde hak sahiplerinin beyanları esas alınır. İdarece gerekli görülmesi durumunda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre bedel tespiti yaptırılır. Beyan edilen değer, tespit edilen değerin 2/3 ünden düşük ise tespit edilen değer, aksi takdirde beyan edilen değer esas alınır.

2981 Sayılı Kanun Gereğince Kurulan Fonun Harcama Esaslarını Düzenleyen Yönetmeliğin 9. maddesindeki düzenlemeye göre, yapılmış gecekonduların sahipleri tarafından beyan edilen arsa veya arazi bedelleri, peşin veya ilk taksidi tapu tahsisi yapılan tarihten itibaren en geç 4 ay içerisinde ödenmek ve 4 yılda 12 eşit taksitle ödeme tamamlanmalıdır. Ödeme, arsa veya arazi sahibi kuruluşlarınca tahsil edilir ve tahsilin ardından derhal gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise, belediye emrinde oluşturulan, gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise, valilik emrinde oluşturulan fon hesabına yatırılır.

Uygulama yönetmeliğinin 19. maddesine göre, arsa tahsis eden kuruluş tarafından arsa bedeli peşin veya ipotek temin etmek suretiyle alınır. Kanunun 9(b) hükmüne göre ise Vakıflar  Genel  Müdürlüğünün  idare  ettiği  arsa  veya  arazileri üzerine yapılmış gecekondulardan alınan arsa bedelinin % 60’ı Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresindeki Akar Toprak Fonuna, % 40’ı da bu Kanunun fon hesabına yatırılır.

2981 sayılı kanun m.9’a göre bedelden ödeme yapılmamış ise, 775 sayılı Gecekondu Kanununun 26’ncı maddesinde düzenlenen “arsa ve binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden” bedel tespit edilir ve tahsil edilmek suretiyle yeni sahibi adına tapuya tescil edilir. Binalar ve konutlar, valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmi beşi (% 25) peşin olarak yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir.

g. İmar parsellerinin oluşturulması sırasında, şuyulandırmaya tabi tutulan parselden 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 18/b-c maddesi uyarınca düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediğinin, kesilmiş ise uygulanan oranın saptanması gerekir

Düzenleme ortaklık payı, genel hizmetler için kullanılmak üzere ve düzenleme dolayısıyla oluşan değer artışları karşılığında düzenlemeye konu edilen arsa ve arazilerin, düzenlemeden önceki yüzölçümlerinden %40’a varıncaya kadar kesilebilen tutar ve/veya zorunluluk dolayısıyla kesilememesi durumlarında sahibinin de uygun görmesi ile alınan parasal karşılıktır[2]. Düzenleme ortaklık payı oranının üst sınırı %35 ile sınırlı iken 5006 sayılı kanun ile %40 olarak değiştirilmiştir.

3194 sayılı İmar Kanunu m.18’e göre düzenleme ortaklık paylarının kullanılabileceği alanlar tahdidi olarak sayılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan, park, otopark, çocuk ba1hçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesisler haricinde bir maksatla kullanılamaz.

h. Mahkemece, yukarıda belirtilen koşullar doğrultusunda yapılacak inceleme sonucunda, tescil isteğinin kabulü için yasal koşulların oluştuğu kabul edildiği takdirde, 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 10/C-2 maddesi gereğince tahsise konu yerde uygulanan düzenleme ortaklık payının (DOP) davacıyı da bağlayıcı nitelikte olduğu dikkate alınarak tahsis miktarından bu oranda yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilmelidir.

Yukarıda belirtilen şartları sağlayan hak sahibi, gerekli prosedürleri tamamlayarak tapu tahsis belgesi ile tapu siciline tescil talebinde bulunabilir. Tescil talebinde bulunurken aşağıdaki belgelerin talepçi tarafından ibraz edilmesi zorunludur. Bu belgeler: başvuru dilekçesi, noter onaylı beyanname ve taahhütname , tapu tahsis belgesi, imar affı müracaatı belgesi, 2000 TL’lik banka makbuzu, toprak parası ödenmiş ise banka dekontu, satışlı yerler için noter satış belgesi, vefat edenler için veraset ilamı, kimlik fotokopisi, bağlı bulunan muhtarlıktan form-5 belgesi, imar durumu ve bazı durumlarda nüfus kayıt örneği ve isim, soy isim değişikliklerinde mahkeme kararıdır.

IV. Gecekondusu Muhafaza Edilemeyen Hak Sahipleri

Islah imar planı yapılıp onaylanıncaya kadar hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde yapılmış, tehlike arz etmeyen ve Kanunun 14.maddesi kapsamında kalmayan gecekondular aynen muhafaza edilir.

Hazırlanan ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri ile, 2981 sayılı kanun m. 10(b) ve uygulama yönetmeliği m. 25/3 düzenlemesi uyarınca, hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde olan veya Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir.

Yapılan ıslah imar planına uygun olmaması nedeniyle gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parselleri, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre verilir. Bununla birlikte, tarihi veya mimari bir eserin bütünlüğünü bozduğuna, belediye veya valilikçe karar verilen gecekondulara da tapu tahsis belgesi verilemeyeceğinden bu alanlarda kalan gecekondu sahiplerine başka bir yerden, belediye veya valilikçe öncelikle arsa tahsis edilir.

Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “ Yasa hükümleri uyarınca, hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gecekondunun imar affı başvurusundan önce imar planı yapılmış ve bu plan koşullarının geçerli olduğu bir taşınmaz üzerinde bulunması halinde, bu gecekondunun 2981 sayılı Yasa uyarınca bulunduğu yerde korunması ve hak sahibine bu yerden tapu verilmesi yasal olarak mümkün olmadığından, hak sahibi sıfatını taşıyanlara gecekondu önleme veya ıslah bölgelerinden veya yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parsellerinden müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre tahsis yapılması gerekmektedir.” şeklinde hüküm kurmuştur. Aynen muhafaza edilemeyen gecekondu sahibinin tapu tahsis belgesiyle elde ettiği şahsi hak bu düzenleme ile korunmuştur.

Danıştay 14. Daire 2011/9305 E. 2013/5456 K. Numaralı kararı “yapı yerinde korunamıyorsa başka bir ıslah veya gecekondu bölgesinden ya da alanda üretilecek konutlardan davacıya tahsis yapılması gerekirken, kentsel dönüşüm alanında ne zaman yapılacağı belli olmayan konutlardan daire tapusu verileceğinden bahisle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.” yönündedir. Kararda, kentsel dönüşüm alanında tahsis edilecek yapıların hak sahibine belirsiz olması yönüyle koruma sağlamayacağı, korunamayan yapı için başka bir ıslah veya gecekondu bölgesi ya da alanda üretilecek konutlar tahsis edilmesinin asıl olması sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı hukuka uygun bulunmamıştır.

2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmeliğin 25. maddesine göre, gecekondusu muhafaza edilemeyip tasfiye edilen hak sahiplerine enkaz bedeli, belediye veya valiliklerce tespit ediliri ve bu bedel, Kanun gereğince kurulan fondan hak sahiplerine ödenir.

V. KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA KALAN YAPILARDA HAK SAHİPLİĞİ     

Sanayi devrimi ile birlikte kentler, geçirdikleri sosyal, ekonomik, teknolojik, ideolojik geçirdiği değişimlerle birlikte kent yapısı da bu etkenler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu değişim ve dönüşümler, kimi zaman mekan ve yaşam kalitesini arttırıcı yönde olurken; kimi zaman da mekanın ekonomik, toplumsal, çevresel ve fiziksel çökme ve bozulması olarak kendini gösterir[3]. Bu anlamda kentsel dönüşümü, çökme ve bozulma olan kentsel mekanın ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü[4] olarak tanımlayabiliriz.

Belediye Kanunu m.73’e göre belediye sınırlarında ise belediye; büyükşehir belediyesi sınırlarında ise büyükşehir belediyesi

-konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,

-eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, -kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya

-deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla, belediye meclisi kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması şarttır.

Kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetimlerin yer seçimi yaparak belediye meclis kararı alınması sonucu kentsel dönüşüm çalışmasının yürütülebilmesi için mülkiyet sahiplerinin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.

Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında hak sahipliği Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde düzenlenmektedir. 73. Madde “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna istinaden, hak sahibi olmuş kimselerle anlaşmaları halinde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında hakları verilir.

 (Ek cümle: 10/9/2014 – 6552/122 md.) Anlaşma sonucu belediye mülkiyetine geçen gayrimenkuller haczedilemez. 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedelleri verilir veya belediye imkanları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilir. Bu kapsamda bulunanlara Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilir. Enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilir.” hükmünü içermektedir.

Proje alanında kişilerin hak sahibi olabilmeleri için gayrimenkul sahipleri ile 2981  sayılı kanunla hak sahibi olmuş kişilere anlaşma şartı getirilmiştir.

Danıştay 6. Daire’nin bu hususla ilgili 2010/8785 E. 2011/293 K. Numaralı “ Yalı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Alan sınırları dahilinde kalan zemin üstü tesislerinin (gecekondu) 4650 sayılı yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümleri uyarınca kamulaştırılmasının Belediye Encümeninin 08.05.2008 günlü, 1101 sayılı kararı ile uygun görüldüğü, bunun üzerine yasal prosedüre devam edilerek Döndü Dinç’in sahibi bulunduğu 6518/9 Sokak, No:21 adresinde bulunan tek katlı imar affı başvurusu olan zemin üstü için 24.11.2008 tarihinde Uzlaşma Komisyonu ile görüşmeye çağrıldığı ancak herhangi bir başvurusunun olmadığı, Döndü Dinç veya mirasçıları ile uzlaşma sağlanamaması üzerine Karşıyaka 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde 2009/63 E. Sayısıyla kamulaştırma davası açıldığı…” kararında da ifade edildiği üzere öncelikle uzlaşma yolunun tüketilmesi gerektiği belirtilmiştir.

VI. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA TAPU TAHSİS BELGESİ DÜZENLENMİŞ YAPILAR

Türkiye’nin büyüklük ve kapsam bakımından en büyük projesi olan Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, proje alanı sınırları içindeki her tür ve ölçekli planlar, inşa edilecek resmi ve özel her türlü yapı, alt yapı ve sosyal donatı düzenlemeleri ve kamulaştırma işlemlerini içerir. Böylesi büyük bir alanda yürütülen proje dahilinde ise birçok taşınmaz, yapı, parselle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışan hususlarda gerek özel kişiler gerek özel kişiler ile idare arasında birçok uyuşmazlık vuku bulmaktadır.

5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu’nun 5. maddesi, proje alan sınırları içerisinde kalan bölgede Proje için ihtiyaç duyulan arazi ve arsalardan, kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunanlar bedelsiz olarak Belediyeye devredilir. Gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller ile 24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna göre hak sahibi olan kişilerin haklarına konu gayrimenkuller, malikler ve hak sahipleriyle yapılacak anlaşmalar çerçevesinde Projede kullanılır. Bu anlaşmaların usul ve esasları yönetmelikle belirlenir. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller Belediye tarafından kamulaştırılabilir.

Malikler ve hak sahiplerinin belediye ile yaptıkları bu sözleşme borçlar hukuku anlamında bir sözleşme olup genel hükümler uyarınca geçersiz olmadığı müddetçe taraflar açısından bağlayıcıdır.

Usul ve esasların düzenlendiği 5104 sayılı kanun yönetmeliğinin üçüncü bölümü “2981 Sayılı Kanuna Tabi Tapu Tahsis BelgeliGecekondulara Uygulanacak Esaslar” kenar başlığıyla bu yapılarla ilgili düzenlemeleri içermektedir. İlgili bölümdeki hükümler şu şekilde düzenlenmiştir;

“Madde 12: Tapu tahsisli gecekondu maliklerine nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek konut verilir.

Madde 13:Tapu tahsis belgesi bulunan gecekondu maliklerine proje alanı içerisinde üretilecek ve nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek hak sahipleri konutlarından verilmesi için konut sözleşmesi yapılır.

Madde 14:Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2 olup arsa borcu bulunmayan hak sahiplerine Belediye Meclisince belirlenecek büyüklükte bir adet konut verilir. Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2’den az olan maliklerin eksik arsa oranları, konut sözleşmesi ile Belediye Meclisince tespit edilecek konut büyüklüğünün inşaat maliyet bedeli oranı üzerinden hesaplanacak bedele, gecekonduya ait varsa arsa borcu da ilave edilerek, toplamdan; tesis ve müştemilata ait enkaz bedelidüşülerek borçlandırma yapılır.

Madde 15:Tapu tahsisli tesis müştemilat ve ağaçların kıymet takdir bedelleri Belediye tarafından oluşturulacak kıymet takdir komisyonunca belirlenir. Maliklere verilecek konutların Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yayımlanan inşaat maliyet değerleri üzerinden maliyet bedelleri belirlenerek maliyet bedellerinden enkaz bedelleri düşüldükten sonra kalan bedel sözleşme tarihinden itibaren bir sonraki aydan başlayarak taksitle ödenir. Taksit esasları Belediye Meclisince belirlenir.”

Belediye tarafından oluşturulan kıymet takdir komisyonları tarafından bina müştemilat ve ağaçlar için yapı bedeli ve enkaz bedeli tespit edilir. Uygulamada ise 5104 sayılı kanun, kanunun uygulama yönetmeliği ve belediye meclisi kararı ile yapı belediyeye devredilir. Yönetmeliğin 14. maddesi uyarınca devredilen taşınmazlar için yalnızca enkaz bedeli belediye tarafından ödenmektedir. Devreden kişiler yalnızca enkaz bedelinin değil,  tüm yapı bedelinin ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bakiye bedelin tahsili için icra takibi başlatmıştır. Takibe yapılan itirazlar için açılan ve ardından temyiz edilen itirazın iptali davalarında Yargıtay 13. Dairesi kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki tapulu[5], tapu tahsis belgesiz tapusuz[6] ve tapu tahsis belgeli yapılara ilişkin kararları bulunmaktadır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2015/20273 E., 2016/682 K. Numaralı kararında “Çözülmesi gereken sorun davacıya yapı bedelinin tamamının mı yoksa sadece enkaz bedelinin mi ödenmesi gerektiği hususudur

Belirtilen düzenlemelerin incelenmesinde, tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde arsa üzerindeki yapılara ait enkaz bedelinin esas alınacağının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 

Öte yandan tarafların anılan mevzuat hükümleri çerçevesinde imzaladıkları … Dönüşüm ve Gelişim Projesi Tapu Tahsis Belgeli Tesis Karşılığı Konut Sözleşmesinde hak sahibinin alacağı belirlenirken arsa üzerindeki tesis ve müştemilata ait enkaz bedeli esas alınarak bakiye alacağın belirleneceğinin kararlaştırıldığı açıktır.

Taraflar arasında düzenlenen bu sözleşme; özel hukuk hükümlerine tabi ve geçerli bir sözleşme olduğundan taraflar yönünden bağlayıcıdır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (b) fıkrası; gerek … Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14. maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleri ile imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlar ile ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulunun 10.06.2015 gün 2014/13-1500 esas, 2015/1519 karar numaralı kararı da bu yöndedir.

Yukarıda belirtilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde davacının sözleşme kapsamında davalıya devrettiği gecekondusu için sadece enkaz bedeli isteyebileceği, enkaz bedelinin de davacıya ödenmiş olması karşısında davacının başka bir şey talep edemeyeceği anlaşıldığından davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön göz ardıedilerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.” biçiminde ifade edilmiştir.[7] Gerek açık kanun hükmü gerek aralarındaki sözleşmeye binaen davacıların yapı bedelini talep etme olanakları mevcut değildir.

Kararda zikredilen Hukuk Genel Kurulu kararında “tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 s. Kanun’un 13 üncü maddesinin (b) fıkrası; gerek Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14 üncü maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleriyle imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlarla ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

VII. SONUÇ

20. yy’ın sonlarında cazibe merkezi olan şehirlere yapılan yoğun göç nedeniyle barınma problemleri boy göstermiş ve imar mevzuatına aykırı yapılar toplumsal bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu kişilerin durumunun iyileştirilmesi ve çözüm üretilmesi amacıyla yapılan girişimlerden biridir.

Her ne kadar bu belge mülkiyet hakkı gibi mutlak bir hak, geniş tasarruf imkanı sunmasa da sahibine sağladığı şahsi hak iyileştirici bir durum sağlamakta ve tamamen koruma dışında bırakmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın gerekli özellikleri haiz ise hak sahibi tescil talebinde bulunabilecektir. Uzun yıllar ikamet ettiği, yaşamını idame ettirdiği, vergilerini ödediği yapının maliki sıfatını kazanabilmesi imkanı, ev veya işyeri sahibi olmayı umut eden kişiler için umudun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Yapılan imar, ıslah imar planları, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yalnızca taşınmaz maliklerinin değil, tapu tahsis belgesinin sağladığı hak sahipliği ile de bu alanlarda tahsis sağlanması fiili durumun göz ardı edilmediğinin bir göstergesidir. Yeni proje alanlarında hak sahiplerini de gözeterek yapıların korunması veyahut korunamadığı takdirde denk bir şekilde tahsis sağlanması salt ekonomik çıkar gözetilmeyen, sosyal yönü de bulunan bir karardır.

6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca 2981 sayılı kanun 31.05.2018 tarihinde yürürlükten kalkacaktır. İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı kanunun yürürlük tarihinin uzatılarak işlerliğini sürdürmesi ve getirilerinin hak kaybı yaşanmaması amacıyla gündemde tutulmalıdır. Veya kanun kapsamından yararlanabilecek kişi gruplarına yeterli bilgilendirmeler yapılmalı vr mülga tarihibe kisa bir zaman kalmasi sebebiyle mağduriyetleri önleme amacının göz önünde bulundurmalıdır.

[1] ŞİMŞEK, Suat, İmar Hukuku, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, Ocak 2010, s.25

[2] http://emektd.com.tr/Images/Uploads/Files/1608130308_imaruygulamasiveduzenlemeortaklikpayi.pdf

[3]SELİM,Ertan, Kentsel Dönüşüm Projelerinin Sosyoekonomik Boyutlarının İncelenmesi Yüksek Lisans Tezi,  Konya, 2011, s.3   http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1702/294466.pdf?sequence=1    (Akkar, 2006:29).

[4] TMMOB Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi, Kentsel Dönüşüm ve Bursa Raporu

[5]Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 20081  Karar: 2017 / 3330

[6] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 10724 Karar: 2017 / 370, Esas: 2016 / 27463 Karar: 2017 / 3682, Esas: 2015 / 4452 Karar: 2016 / 648

[7] Aynı yönde bkz. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 1585 Karar: 2016 / 6956, Esas: 2014 / 39510 Karar: 2014 / 39791, Esas: 2015 / 32960 Karar: 2016 / 17735, Esas: 2015 / 37215
Karar: 2016 / 4190

 

Taşınmaz Ticareti Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik Ve Konutların Turizm Amaçlı Kullanılmasına İlişkin Kanun

Taşınmaz Ticareti Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik Ve Konutların Turizm Amaçlı Kullanılmasına İlişkin Kanun

07 Şub Çarşamba
13:06

TAPU TAHSİS BELGESİNİN NİTELİĞİ VE TAPUYA ÇEVRİLMESİ İŞLEMİ

AV. MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU


I.Tapu Tahsis Belgesi

Tapu tahsis belgesi, İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile düzenleme altına alınmıştır. İşbu kanunun gerekçesinde kanunun amacı, ekonomik ve sosyal nedenlerle birer çekim merkezi haline gelen kentlere akın eden vatandaşların mutlak olan barınak ihtiyaçlarının giderilmesi, imar mevzuatı ve planlara uygun hale getirilebilecek yapıların belli şartlarda hukukileştirilmesi olarak belirtilmiştir. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını dahi karşılayamayacak durumdaki dar gelirli vatandaşların mağduriyetini gidererek bu durumda olanlara aileleriyle birlikte barınma olanağı sağlamak için hazine, belediye, il özel idaresi ve vakıf arazisi üzerine yapılan, barınma amacıyla ya da kısmen barınma kısmen işyeri olarak kullanılan kaçak yapıları meşrulaştırılmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu amacın bir görünümü olarak hukuk düzeninde yer bulmuştur.

 II. 2981 SAYILI KANUNUN KAPSAMI

Kanunun kapsamını belirleyen 2981 sayılı kanunun 2. maddesi ile kanunun uygulama yönetmeliğinin 3. maddesi uyarınca:

(a)Belediye ve mücavir alan sınırları içinde 17.01.1957 tarihinden sonra yapılan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ile bu tarihten sonra kurulmuş belediyeler ve yine bu tarihten onaylanmış mücavir alan sınırları içinde yapılmış olan,

b) 6785 sayılı Kanuna 1605 sayılı Kanunla eklenen Ek 7 ve 8 inci maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103 maddesi kapsamına giren,

c) İstanbul Boğazı, Sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazı’nda 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden önce yapılan veya inşaasına başlanan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar

d) (b) bendi dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapılar olarak tanımlanmıştır.

Gecekondular bu kanunun ile ilgili taşınmazlardan olsalar dahi her türlü gecekonduyu 2981 sayılı kanunun kapsamında değerlendiremeyiz. Danıştay 6. Daire’nin 2005/894E. 2007/1284 K., sayılı kararında  “Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 1967 yılında 775 sayılı Yasa uyarınca <Gecekondu Önleme Bölgesi> olarak ilan edilmiş bulunan bu alanda kalan gecekondular nedeniyle daha sonra 2981 sayılı Yasa uyarınca yapılan af başvurusunun kabul edilmesi suretiyle tapu tahsis belgeleri düzenlenmiş ise de, 775 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gereken bir alanda 2981 sayılı Yasa hükümlerine dayanılarak işlem tesis edilmesi mümkün değildir.”[1] şeklinde ifade edilmiştir. 775 sayılı kanundan kaynaklanan bir düzenlemenin ardından 2981 sayılı kanun uyarınca hak sahipliği düzenlenmesi hukuka uygun bulunmamış, 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile 2981 sayılı kanunun birbirini dışladığı karar altına alınmıştır.

2981 sayılı kanun m.14, bu kanundan yararlanamayacak olanlar kenar başlığıyla bazı yapılar kapsam dışında tutulmuştur.

a) Her ölçekte imar planında başka maksatla tahsis edilmiş alanlardaki sınai kuruluşlara ait olmayan tehlikeli madde depoları ile imar planında tehlikeli madde depoları için ayrılmış yerlerde bu depolar dışındaki her türlü ruhsatız yapılar,

b) 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun yapı yasağı koyduğu alanlarda veya Milli Savunma Bakanlığına tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığınca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerinde inşa edilen yapılardan; bu Kanunun yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl içinde askeri makamlardan muhafazası için izin alınamayan yapılar,

c) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca ilan edilmiş bulunan “Turizm Alanlarında” ve “Turizm Merkezlerinde” imar mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşaası devam eden ancak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde yürürlükteki çeşitli ölçekli imar planlarıyla getirilmiş bulunan kararlara uygun hale getirilmeyen yapılar,

d) 5 Haziran 1945 tarih ve 4749 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan Sivil Havacılık Anlaşması’nın 14 sayılı teknik mania esaslarına uymayan ve havaalanları civarında uygulanmak üzere 7 Ağustos 1978 tarih ve 7/16130 sayılı Kararnameye göre, Ulaştırma Bakanlığınca 1/1000 ölçekli harita üzerinde sınırları belirlenecek saha içinde bulunup da yapımcı veya yapı sahibine yapılan tebliğden itibaren 1 yıllık süre içinde tebliğ esaslarına uygun hale getirilmeyen yapılar,

e) İçme ve kullanma suyu temin edilen ve edilecek olan baraj, göl, gölet gibi satıhta bulunan su kaynaklarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanı ve içme ve kullanma suyu temin edilen yeraltı su kaynakları etrafında bırakılan koruma alanı içerisindeki yapılar,

f) 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve (…) (1) Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden sonra inşasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar,

g) Karayolları kamulaştırma sınırına tecavüz edilen ve konut olarak kullanılan yapılarla kamulaştırma sınırına 10 metreden daha yakın olan ve konut dışı maksatlarla kullanılan yapılar, (Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde mal sahiplerine tebliğ edilmesinden en geç on sekiz ay içinde tecavüz durumları giderilmeyen yapılar bu Kanunun 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamına girer.

h) TCDD Genel Müdürlüğü mülkiyetinde bulunan gar, istasyon, lojman, liman sahalarıyla demiryolu güzergahları üzerinde TCDD Genel Müdürlüğünün izni alınmadan yapılan yapılar,

i) Kıyı tanımına giren yerlerde gerçek kişilere veya hukuk tüzel kişilerine ait yapılar

olarak tahdidi biçimde sayılmıştır.

 III. Tapu Tahsis Belgesinin Verilmesi usulü

2981 sayılı kanunun “Tapu Verme” kenar başlıklı 10(a) maddesinde “hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “Tapu Tahsis Belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.” düzenlemesi yer almaktadır.

Lehine hak sahipliği tahsis edilmesini talep eden şahıs, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere; dışında ise valiliğe müracaat etmelidir. Müracaat, 2981 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 8 Mart 1984’ten itibaren 6 ay içinde yapılmış olmalıdır. Bu süre geçtikten sonra müracaat etmek için ise müracaat bedeli olarak belediye veya il özel idaresi hesabına 2.000 TL ödenmelidir.

Yapılan müracaat, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından tespit edilir ve bununla birlikte mevzuattaki prosedür izlenerek gecekonduların tespit ve değerlendirmeleri yapılır. Yeminli Özel Teknik Büroları tarafından başvurucunun verdiği bilgiler doğrultusunda gerekli formlar doldurulur.

Mevzuat hükümleri uyarınca tespit kapsamı tarih açısından sınırlandırılmıştır. 10.11.1985 tarihinden önce başlanmış, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa veya arazilerdeki mesken, kısmen işyeri veya konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar dahil tutulmuştur. Bir diğer sınırlama ise yapının alanına yönelik olarak getirilmiştir. 400 m2’den fazla bir alan için arazi tahsisi yapılamamaktadır.

Başvurucunun mülkiyetindeki yapının tespiti için baz alınan durum tapu tahsis belgesinin düzenlendiği andır. Kanunun yürürlükte olduğu dönemde mülkiyetinde olup sonraki bir tarihte satışı gerçekleştirilmesi, tapu tahsis belgesi düzenlenmesine engel teşkil etmez. Bu yönde verilen Danıştay 1. Daire’nin 1989/109 E. 1989/156 K. Numaralı kararında  şu şekilde ifade edilmiştir; “Yasanın yürürlük tarihi olan 8 Mart 1984 gününde mülkiyetinde bulunmakla birlikte tapu tahsis belgesi düzenlenmeden önce, tapulu taşınmazını satan kişilerin sahip oldukları gecekondusu için hak sahibi olamayacaklarına dair bir hükmün Yasada yer almadığı gibi birden fazla gecekondusu olanların yukarıda belirtilen hükümlere göre hak sahibi olabileceği gecekondu dışında kalan gecekondularını satmasını engelleyen bir hükme de rastlanmamaktadır.”

Aynı kararın devamında ise Daire adına tahsis edilen yapının satışını engelleyen bir durumun olmadığını, yapıyı satın alan kişinin tapu tahsis belgesi talebinde bulunabileceği hatta tapu tahsis belgesi düzenlenen yapı için satış belgesi ile birlikte tescil talebinde bulunabileceğini şu şekilde ifade etmiştir. “2981 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir gecekondunun tapu tahsis işlemi yapıldıktan sonra hak sahibi niteliklerini taşıyan bir kişiye satışının yapılması ve satış belgesi ve tapu tahsis belgesi ibraz edilmek kaydıyla tapu işlemlerinin satın alan kişi adına yürütülmesine, başvurusu yapılmış ancak tapu tahsisi henüz yapılmamış gecekondunun, hak sahibi niteliklerini taşıyan bir başka kişiye satılması ve tapu tahsis belgesinin satın alan kişi adına düzenlenmesine olanak tanınmıştır.”

IV. Tapu Tahsis Belgesinin Tapuya Çevrilmesi

Tapu tahsis belgesi, mülkiyeti değil, yalnızca şahsi hak sahipliğini gösteren bir belgedir. Tahsis edilen alanın mülkiyetinin tescili için yeterli değildir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tapu tahsis belgesine ilişkin 1996/14-763 E. 1996/864 K. Numaralı kararında “İlgilisine ancak kişisel hak sağlayabilir ve salt tahsis belgesinin varlığı tahsis edilen yerin tahsis edilen adına tescilini sağlayamaz. Somut olayda tahsis belgesinin yerindeliği idari yargıdan da geçmek suretiyle kesinleşmişse de genelde idarece koşullarının gerçekleşmediği saptandığında iptal edilebilir. Anılan belge ancak bunu veren idarece taşınmazın bulunduğu yörede imar ıslah çalışmalarının başlaması halinde ilgilisine tapu verilmesi vaadini taşıyabilir. O itibarla da olayda uyuşmazlığın niteliği de gözetilerek öncelikle tapu tahsis belgesine konu yapılan taşınmazı kapsar biçimde yörede imar ıslah uygulamasına başlanmış olup olmadığının, başlanmışsa bu yerin herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediğinin, davacıya dayandığı tahsis belgesine karşılık başka bir yerden tahsis yapılıp yapılmadığının kesin olarak saptanması gerekir.” şeklinde tapu tahsis belgesinin genel olarak özellikleri belirtilmiştir.

Yargıtay 14. Daire 2001/5435 E. 2001/5835 K. Numaralı kararına göre tapu tahsis belgesi münhasıran sahibine tapu iptali ve tescili isteme hakkı sağlamasa da ıslah imar planı yapılmış, taşınmaz müstakil imar planlarına bölünmüş ve tapuya işlenmiş ise şahsi hak sağlayan bu belge ile tescil talebinde bulunulabilir.

Bununla birlikte tapu tahsis belgesinin sağladığı şahsi hak üçüncü kişilere devredilebilir.

Örneğin; Yargıtay 14. Hukuk Daire 2004/7835 E. 2005/1766 K. Numaralı kararında “Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri bakım borcuna karşılık, bir mamelek yahut bazı malların temlikini geçirim borcu yükleyen sözleşmelerdendir. Açılan bu davada, bakım borçlusu olan davacı, edimini yerine getirdiğini ileri sürerek 13.9.2000 tarihli biçimine uygun sözleşmenin konusu olan bakım alacaklısı üzerindeki tahsis belgesinin adına tescilini istemiştir. Mahkemece doğru olarak saptandığı üzere tahsis belgesi ilgilisine mülkiyet hakkı sağlamayan, yalnızca fiili kullanmayı belirleyen, kişisel hak kazandıran zilyetlik belgesidir. Bu özelliği gereği tapu tahsis belgesinin istisnalar dışında tapuya tescil olanağı yoksa da; davadaki istem, bakım alacaklısı adına olan tahsis belgesi ile kazanılan şahsi hakkın, davacı bakım borçlusuna geçtiğinin tespiti talebini de kapsayacağından, mahkemece tescil talebinin bu doğrultuda değerlendirilerek tespit hükmü kurulmak suretiyle dava kabul edilmelidir.” Tapu tahsis belgesi, ölünceye bakım sözleşmesi edimi olarak bakım borçlusuna ifa edilmiştir.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2014/103 E. 2014/1502 K. Numaralı “… davalının ..ada ..parsel sayılı taşınmazda 10.01.1985 tarihli 634 nolu tapu tahsisi belgesi ile kendisine tahsis edilen 276 m2’lik yerin 120 m2 kısmında bulunan gecekonduyu 35.000.000 TL bedelle davacıların murisleri E. Ö.’e satıp zilyetliğini devir ettiğini gösteren sözleşme ibraz etmişlerdir. Taraflar arasında düzenlenen bu 21.07.1992 tarihli sözleşme alacağın temliki hükümlerine tabi olması nedeniyle geçerli olduğundan işin esası incelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.” kararı ile sahibinin, tapu tahsis belgesini satım sözleşmesine konu ederek üzerinde tasarrufta bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, 2013/269 E. 2013/2551 K. Numaralı kararında tapu tahsis belgesinin tescili için gerekli şartları belirtmiştir. Belirtilen şartları incelemek gerekirse:

a. Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesinin bulunması

Hukuki yönden geçerli bir tapu tahsis belgesi diğer şartlar da mevcut olduğu takdirde tapu tescil talebine dayanak oluşturabilir. Mahkeme tarafından II ve III. başlıkta irdelenen hususlara uygun olmaması nedeniyle iptal edilen, idare tarafından kaldırılan ve 2981 sayılı kanunun 10. maddesinde belirtilen idareye re’sen terkin yetkisi verilen durumların gerçekleşmesi sonucu terkin edilen tapu tahsis belgeleri kullanılamaz.

 b. Tahsise konu yerde 3194 sayılı Yasanın 18.maddesi uyarınca imar planı veya 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasa uyarınca ıslah-imar planlarının yapılmış olması

3194 sayılı İmar Kanunu 18. maddeye göre imar planı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye encümenince, dışında il idare kurulunca oluşturulan, imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleri ile yol fazlaları ile kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yer­lerle birleştirme, bunları yeniden imar plânına uygun ada ve parsellere ayırma, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sa­hip­le­rine dağıtma ve re’sen tescil işlemlerini içeren planlardır.

3290 sayılı kanun ile bazı maddeleri değiştirilen ve bazı maddeler eklenen 2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmelikte yapılan tanıma göre ıslah imar planı, “Düzensiz ve sağlıksız biçimde oluşmuş yapı topluluklarının veya yerleşme alanlarının, sınırları belli edilmek suretiyle, mevcut durumu da dikkate alınarak dengeli, düzenli ve sağlıklı hale getirilmesi amacıyla, halihazır haritalar üzerine yapılan ve yapılanma şartlarını da belirleyen imar planıdır.”

Aynı yönetmeliğin 20. maddesinde ise ıslah imar planı yapılabilecek yerler düzenlenmiştir. Bu yerler; bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış gecekondu alanları, üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan hisseli arsa veya araziler, üzerinde imar planı ve mevzuat hükümlerine aykırı yapılanmalar bulunan ve bu nedenle, uygulama kabiliyeti kalmamış olan imar planı olan alanlar, ıslah imar planı olabilecek nitelikleri taşımadığı belediye ya da valilikçe belirlenen, özel parselasyon planı bulunan alanlardır.

Bahsi geçen durum Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “…hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür.” şeklinde yer almıştır. Kararda da açık olarak belirtildiği üzere taşınmazın bulunduğu parseli içeren bir ıslah imar planı tescil için bir ön şarttır.

 c. İlgilisine, tapu tahsis belgesi gereğince bir başka yerden tahsis yapılmamış olması

İlgili kanun başvurucuların hak sahibi olabilmeleri için; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmama şartını getirmiştir.

Danıştay 6. Daire, 1991/1161 E. 1992/3272 K. Numaralı kararında“ tapu tahsis belgesinin verildiğinin ancak davacının müracaat formunda <arsam var> şeklinde beyanda bulunduğunun ve bu nedenle tapu tahsis belgesinin iptal edildiğinin anlaşıldığı, mahkemece verilen ara kararına cevaben Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğünün yazısında İl sınırların da davacı adına kayıtlı gayrimenkul kaydı bulunmadığının belirlendiği, 21.4.1983 tarihli müracaat formunda <arsa> kısmının sehven işaretlendiğinin tespit edildiği, bu nedenle davacıya verilen tapu tahsis belgesinin iptali yolunda işlem tesisinde mevzuata uyarlık bulunmadığı…”gerekçesiyle dava konusu ilk derece mahkemesi tarafından verilen iptal kararını onamıştır. Tapu tahsis belgesi sahibinin arsası olduğuna dair sehven beyanda bulunması dahi idare tarafından  işlemin kaldırılması için yeterli görülmüştür.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması

2981 sayılı kanunun 10. maddesi tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiğini açıkça düzenlemiştir. İlgili madde ise; “ Üzerinde yapılanma bulunan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler valiliğin talebi üzerine, belediye veya özel idareler adına resen tapuya tescil edilir. Islah imar planlarında genel bütçeye dahil dairelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılan veya ayrılacak olan veya bir kamu hizmeti için lüzumlu görülen arsa veya araziler eski sahibi kamu idarelerine veya o işe tahsil edilmek üzere hazineye aynı şartlarla geri verilir.

Bu tespit sırasında özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, ibadet yeri ve benzer kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise, bedelsiz olarak ilgili idareler adına tespit ve tescil edilir.” şeklinde kaleme alınmıştır.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1996/14-763 E. 1996/865 K. Numaralı kararında da tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiği açıkça zikredilmiştir.

 e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliklerinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılması

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değerinin uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olması

2981 sayılı kanun m.18’e göre arsa bedellerinin belediyeler ve valiliklerce tespitinde hak sahiplerinin beyanları esas alınır. İdarece gerekli görülmesi durumunda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre bedel tespiti yaptırılır. Beyan edilen değer, tespit edilen değerin 2/3 ünden düşük ise tespit edilen değer, aksi takdirde beyan edilen değer esas alınır.

2981 Sayılı Kanun Gereğince Kurulan Fonun Harcama Esaslarını Düzenleyen Yönetmeliğin 9. maddesindeki düzenlemeye göre, yapılmış gecekonduların sahipleri tarafından beyan edilen arsa veya arazi bedelleri, peşin veya ilk taksidi tapu tahsisi yapılan tarihten itibaren en geç 4 ay içerisinde ödenmek ve 4 yılda 12 eşit taksitle ödeme tamamlanmalıdır. Ödeme, arsa veya arazi sahibi kuruluşlarınca tahsil edilir ve tahsilin ardından derhal gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise, belediye emrinde oluşturulan, gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise, valilik emrinde oluşturulan fon hesabına yatırılır.

Uygulama yönetmeliğinin 19. maddesine göre, arsa tahsis eden kuruluş tarafından arsa bedeli peşin veya ipotek temin etmek suretiyle alınır. Kanunun 9(b) hükmüne göre ise Vakıflar  Genel  Müdürlüğünün  idare  ettiği  arsa  veya  arazileri üzerine yapılmış gecekondulardan alınan arsa bedelinin % 60’ı Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresindeki Akar Toprak Fonuna, % 40’ı da bu Kanunun fon hesabına yatırılır.

2981 sayılı kanun m.9’a göre bedelden ödeme yapılmamış ise, 775 sayılı Gecekondu Kanununun 26’ncı maddesinde düzenlenen “arsa ve binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden” bedel tespit edilir ve tahsil edilmek suretiyle yeni sahibi adına tapuya tescil edilir. Binalar ve konutlar, valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmi beşi (% 25) peşin olarak yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir.

g. İmar parsellerinin oluşturulması sırasında, şuyulandırmaya tabi tutulan parselden 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 18/b-c maddesi uyarınca düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediğinin, kesilmiş ise uygulanan oranın saptanması gerekir

Düzenleme ortaklık payı, genel hizmetler için kullanılmak üzere ve düzenleme dolayısıyla oluşan değer artışları karşılığında düzenlemeye konu edilen arsa ve arazilerin, düzenlemeden önceki yüzölçümlerinden %40’a varıncaya kadar kesilebilen tutar ve/veya zorunluluk dolayısıyla kesilememesi durumlarında sahibinin de uygun görmesi ile alınan parasal karşılıktır[2]. Düzenleme ortaklık payı oranının üst sınırı %35 ile sınırlı iken 5006 sayılı kanun ile %40 olarak değiştirilmiştir.

3194 sayılı İmar Kanunu m.18’e göre düzenleme ortaklık paylarının kullanılabileceği alanlar tahdidi olarak sayılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan, park, otopark, çocuk ba1hçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesisler haricinde bir maksatla kullanılamaz.

h. Mahkemece, yukarıda belirtilen koşullar doğrultusunda yapılacak inceleme sonucunda, tescil isteğinin kabulü için yasal koşulların oluştuğu kabul edildiği takdirde, 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 10/C-2 maddesi gereğince tahsise konu yerde uygulanan düzenleme ortaklık payının (DOP) davacıyı da bağlayıcı nitelikte olduğu dikkate alınarak tahsis miktarından bu oranda yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilmelidir.

Yukarıda belirtilen şartları sağlayan hak sahibi, gerekli prosedürleri tamamlayarak tapu tahsis belgesi ile tapu siciline tescil talebinde bulunabilir. Tescil talebinde bulunurken aşağıdaki belgelerin talepçi tarafından ibraz edilmesi zorunludur. Bu belgeler: başvuru dilekçesi, noter onaylı beyanname ve taahhütname , tapu tahsis belgesi, imar affı müracaatı belgesi, 2000 TL’lik banka makbuzu, toprak parası ödenmiş ise banka dekontu, satışlı yerler için noter satış belgesi, vefat edenler için veraset ilamı, kimlik fotokopisi, bağlı bulunan muhtarlıktan form-5 belgesi, imar durumu ve bazı durumlarda nüfus kayıt örneği ve isim, soy isim değişikliklerinde mahkeme kararıdır.

IV. Gecekondusu Muhafaza Edilemeyen Hak Sahipleri

Islah imar planı yapılıp onaylanıncaya kadar hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde yapılmış, tehlike arz etmeyen ve Kanunun 14.maddesi kapsamında kalmayan gecekondular aynen muhafaza edilir.

Hazırlanan ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri ile, 2981 sayılı kanun m. 10(b) ve uygulama yönetmeliği m. 25/3 düzenlemesi uyarınca, hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde olan veya Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir.

Yapılan ıslah imar planına uygun olmaması nedeniyle gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parselleri, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre verilir. Bununla birlikte, tarihi veya mimari bir eserin bütünlüğünü bozduğuna, belediye veya valilikçe karar verilen gecekondulara da tapu tahsis belgesi verilemeyeceğinden bu alanlarda kalan gecekondu sahiplerine başka bir yerden, belediye veya valilikçe öncelikle arsa tahsis edilir.

Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “ Yasa hükümleri uyarınca, hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gecekondunun imar affı başvurusundan önce imar planı yapılmış ve bu plan koşullarının geçerli olduğu bir taşınmaz üzerinde bulunması halinde, bu gecekondunun 2981 sayılı Yasa uyarınca bulunduğu yerde korunması ve hak sahibine bu yerden tapu verilmesi yasal olarak mümkün olmadığından, hak sahibi sıfatını taşıyanlara gecekondu önleme veya ıslah bölgelerinden veya yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parsellerinden müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre tahsis yapılması gerekmektedir.” şeklinde hüküm kurmuştur. Aynen muhafaza edilemeyen gecekondu sahibinin tapu tahsis belgesiyle elde ettiği şahsi hak bu düzenleme ile korunmuştur.

Danıştay 14. Daire 2011/9305 E. 2013/5456 K. Numaralı kararı “yapı yerinde korunamıyorsa başka bir ıslah veya gecekondu bölgesinden ya da alanda üretilecek konutlardan davacıya tahsis yapılması gerekirken, kentsel dönüşüm alanında ne zaman yapılacağı belli olmayan konutlardan daire tapusu verileceğinden bahisle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.” yönündedir. Kararda, kentsel dönüşüm alanında tahsis edilecek yapıların hak sahibine belirsiz olması yönüyle koruma sağlamayacağı, korunamayan yapı için başka bir ıslah veya gecekondu bölgesi ya da alanda üretilecek konutlar tahsis edilmesinin asıl olması sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı hukuka uygun bulunmamıştır.

2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmeliğin 25. maddesine göre, gecekondusu muhafaza edilemeyip tasfiye edilen hak sahiplerine enkaz bedeli, belediye veya valiliklerce tespit ediliri ve bu bedel, Kanun gereğince kurulan fondan hak sahiplerine ödenir.

V. KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA KALAN YAPILARDA HAK SAHİPLİĞİ     

Sanayi devrimi ile birlikte kentler, geçirdikleri sosyal, ekonomik, teknolojik, ideolojik geçirdiği değişimlerle birlikte kent yapısı da bu etkenler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu değişim ve dönüşümler, kimi zaman mekan ve yaşam kalitesini arttırıcı yönde olurken; kimi zaman da mekanın ekonomik, toplumsal, çevresel ve fiziksel çökme ve bozulması olarak kendini gösterir[3]. Bu anlamda kentsel dönüşümü, çökme ve bozulma olan kentsel mekanın ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü[4] olarak tanımlayabiliriz.

Belediye Kanunu m.73’e göre belediye sınırlarında ise belediye; büyükşehir belediyesi sınırlarında ise büyükşehir belediyesi

-konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,

-eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, -kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya

-deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla, belediye meclisi kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması şarttır.

Kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetimlerin yer seçimi yaparak belediye meclis kararı alınması sonucu kentsel dönüşüm çalışmasının yürütülebilmesi için mülkiyet sahiplerinin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.

Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında hak sahipliği Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde düzenlenmektedir. 73. Madde “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna istinaden, hak sahibi olmuş kimselerle anlaşmaları halinde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında hakları verilir.

 (Ek cümle: 10/9/2014 – 6552/122 md.) Anlaşma sonucu belediye mülkiyetine geçen gayrimenkuller haczedilemez. 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedelleri verilir veya belediye imkanları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilir. Bu kapsamda bulunanlara Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilir. Enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilir.” hükmünü içermektedir.

Proje alanında kişilerin hak sahibi olabilmeleri için gayrimenkul sahipleri ile 2981  sayılı kanunla hak sahibi olmuş kişilere anlaşma şartı getirilmiştir.

Danıştay 6. Daire’nin bu hususla ilgili 2010/8785 E. 2011/293 K. Numaralı “ Yalı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Alan sınırları dahilinde kalan zemin üstü tesislerinin (gecekondu) 4650 sayılı yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümleri uyarınca kamulaştırılmasının Belediye Encümeninin 08.05.2008 günlü, 1101 sayılı kararı ile uygun görüldüğü, bunun üzerine yasal prosedüre devam edilerek Döndü Dinç’in sahibi bulunduğu 6518/9 Sokak, No:21 adresinde bulunan tek katlı imar affı başvurusu olan zemin üstü için 24.11.2008 tarihinde Uzlaşma Komisyonu ile görüşmeye çağrıldığı ancak herhangi bir başvurusunun olmadığı, Döndü Dinç veya mirasçıları ile uzlaşma sağlanamaması üzerine Karşıyaka 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde 2009/63 E. Sayısıyla kamulaştırma davası açıldığı…” kararında da ifade edildiği üzere öncelikle uzlaşma yolunun tüketilmesi gerektiği belirtilmiştir.

VI. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA TAPU TAHSİS BELGESİ DÜZENLENMİŞ YAPILAR

Türkiye’nin büyüklük ve kapsam bakımından en büyük projesi olan Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, proje alanı sınırları içindeki her tür ve ölçekli planlar, inşa edilecek resmi ve özel her türlü yapı, alt yapı ve sosyal donatı düzenlemeleri ve kamulaştırma işlemlerini içerir. Böylesi büyük bir alanda yürütülen proje dahilinde ise birçok taşınmaz, yapı, parselle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışan hususlarda gerek özel kişiler gerek özel kişiler ile idare arasında birçok uyuşmazlık vuku bulmaktadır.

5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu’nun 5. maddesi, proje alan sınırları içerisinde kalan bölgede Proje için ihtiyaç duyulan arazi ve arsalardan, kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunanlar bedelsiz olarak Belediyeye devredilir. Gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller ile 24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna göre hak sahibi olan kişilerin haklarına konu gayrimenkuller, malikler ve hak sahipleriyle yapılacak anlaşmalar çerçevesinde Projede kullanılır. Bu anlaşmaların usul ve esasları yönetmelikle belirlenir. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller Belediye tarafından kamulaştırılabilir.

Malikler ve hak sahiplerinin belediye ile yaptıkları bu sözleşme borçlar hukuku anlamında bir sözleşme olup genel hükümler uyarınca geçersiz olmadığı müddetçe taraflar açısından bağlayıcıdır.

Usul ve esasların düzenlendiği 5104 sayılı kanun yönetmeliğinin üçüncü bölümü “2981 Sayılı Kanuna Tabi Tapu Tahsis BelgeliGecekondulara Uygulanacak Esaslar” kenar başlığıyla bu yapılarla ilgili düzenlemeleri içermektedir. İlgili bölümdeki hükümler şu şekilde düzenlenmiştir;

“Madde 12: Tapu tahsisli gecekondu maliklerine nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek konut verilir.

Madde 13:Tapu tahsis belgesi bulunan gecekondu maliklerine proje alanı içerisinde üretilecek ve nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek hak sahipleri konutlarından verilmesi için konut sözleşmesi yapılır.

Madde 14:Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2 olup arsa borcu bulunmayan hak sahiplerine Belediye Meclisince belirlenecek büyüklükte bir adet konut verilir. Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2’den az olan maliklerin eksik arsa oranları, konut sözleşmesi ile Belediye Meclisince tespit edilecek konut büyüklüğünün inşaat maliyet bedeli oranı üzerinden hesaplanacak bedele, gecekonduya ait varsa arsa borcu da ilave edilerek, toplamdan; tesis ve müştemilata ait enkaz bedelidüşülerek borçlandırma yapılır.

Madde 15:Tapu tahsisli tesis müştemilat ve ağaçların kıymet takdir bedelleri Belediye tarafından oluşturulacak kıymet takdir komisyonunca belirlenir. Maliklere verilecek konutların Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yayımlanan inşaat maliyet değerleri üzerinden maliyet bedelleri belirlenerek maliyet bedellerinden enkaz bedelleri düşüldükten sonra kalan bedel sözleşme tarihinden itibaren bir sonraki aydan başlayarak taksitle ödenir. Taksit esasları Belediye Meclisince belirlenir.”

Belediye tarafından oluşturulan kıymet takdir komisyonları tarafından bina müştemilat ve ağaçlar için yapı bedeli ve enkaz bedeli tespit edilir. Uygulamada ise 5104 sayılı kanun, kanunun uygulama yönetmeliği ve belediye meclisi kararı ile yapı belediyeye devredilir. Yönetmeliğin 14. maddesi uyarınca devredilen taşınmazlar için yalnızca enkaz bedeli belediye tarafından ödenmektedir. Devreden kişiler yalnızca enkaz bedelinin değil,  tüm yapı bedelinin ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bakiye bedelin tahsili için icra takibi başlatmıştır. Takibe yapılan itirazlar için açılan ve ardından temyiz edilen itirazın iptali davalarında Yargıtay 13. Dairesi kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki tapulu[5], tapu tahsis belgesiz tapusuz[6] ve tapu tahsis belgeli yapılara ilişkin kararları bulunmaktadır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2015/20273 E., 2016/682 K. Numaralı kararında “Çözülmesi gereken sorun davacıya yapı bedelinin tamamının mı yoksa sadece enkaz bedelinin mi ödenmesi gerektiği hususudur

Belirtilen düzenlemelerin incelenmesinde, tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde arsa üzerindeki yapılara ait enkaz bedelinin esas alınacağının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 

Öte yandan tarafların anılan mevzuat hükümleri çerçevesinde imzaladıkları … Dönüşüm ve Gelişim Projesi Tapu Tahsis Belgeli Tesis Karşılığı Konut Sözleşmesinde hak sahibinin alacağı belirlenirken arsa üzerindeki tesis ve müştemilata ait enkaz bedeli esas alınarak bakiye alacağın belirleneceğinin kararlaştırıldığı açıktır.

Taraflar arasında düzenlenen bu sözleşme; özel hukuk hükümlerine tabi ve geçerli bir sözleşme olduğundan taraflar yönünden bağlayıcıdır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (b) fıkrası; gerek … Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14. maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleri ile imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlar ile ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulunun 10.06.2015 gün 2014/13-1500 esas, 2015/1519 karar numaralı kararı da bu yöndedir.

Yukarıda belirtilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde davacının sözleşme kapsamında davalıya devrettiği gecekondusu için sadece enkaz bedeli isteyebileceği, enkaz bedelinin de davacıya ödenmiş olması karşısında davacının başka bir şey talep edemeyeceği anlaşıldığından davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön göz ardıedilerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.” biçiminde ifade edilmiştir.[7] Gerek açık kanun hükmü gerek aralarındaki sözleşmeye binaen davacıların yapı bedelini talep etme olanakları mevcut değildir.

Kararda zikredilen Hukuk Genel Kurulu kararında “tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 s. Kanun’un 13 üncü maddesinin (b) fıkrası; gerek Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14 üncü maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleriyle imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlarla ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

VII. SONUÇ

20. yy’ın sonlarında cazibe merkezi olan şehirlere yapılan yoğun göç nedeniyle barınma problemleri boy göstermiş ve imar mevzuatına aykırı yapılar toplumsal bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu kişilerin durumunun iyileştirilmesi ve çözüm üretilmesi amacıyla yapılan girişimlerden biridir.

Her ne kadar bu belge mülkiyet hakkı gibi mutlak bir hak, geniş tasarruf imkanı sunmasa da sahibine sağladığı şahsi hak iyileştirici bir durum sağlamakta ve tamamen koruma dışında bırakmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın gerekli özellikleri haiz ise hak sahibi tescil talebinde bulunabilecektir. Uzun yıllar ikamet ettiği, yaşamını idame ettirdiği, vergilerini ödediği yapının maliki sıfatını kazanabilmesi imkanı, ev veya işyeri sahibi olmayı umut eden kişiler için umudun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Yapılan imar, ıslah imar planları, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yalnızca taşınmaz maliklerinin değil, tapu tahsis belgesinin sağladığı hak sahipliği ile de bu alanlarda tahsis sağlanması fiili durumun göz ardı edilmediğinin bir göstergesidir. Yeni proje alanlarında hak sahiplerini de gözeterek yapıların korunması veyahut korunamadığı takdirde denk bir şekilde tahsis sağlanması salt ekonomik çıkar gözetilmeyen, sosyal yönü de bulunan bir karardır.

6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca 2981 sayılı kanun 31.05.2018 tarihinde yürürlükten kalkacaktır. İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı kanunun yürürlük tarihinin uzatılarak işlerliğini sürdürmesi ve getirilerinin hak kaybı yaşanmaması amacıyla gündemde tutulmalıdır. Veya kanun kapsamından yararlanabilecek kişi gruplarına yeterli bilgilendirmeler yapılmalı vr mülga tarihibe kisa bir zaman kalmasi sebebiyle mağduriyetleri önleme amacının göz önünde bulundurmalıdır.

[1] ŞİMŞEK, Suat, İmar Hukuku, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, Ocak 2010, s.25

[2] http://emektd.com.tr/Images/Uploads/Files/1608130308_imaruygulamasiveduzenlemeortaklikpayi.pdf

[3]SELİM,Ertan, Kentsel Dönüşüm Projelerinin Sosyoekonomik Boyutlarının İncelenmesi Yüksek Lisans Tezi,  Konya, 2011, s.3   http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1702/294466.pdf?sequence=1    (Akkar, 2006:29).

[4] TMMOB Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi, Kentsel Dönüşüm ve Bursa Raporu

[5]Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 20081  Karar: 2017 / 3330

[6] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 10724 Karar: 2017 / 370, Esas: 2016 / 27463 Karar: 2017 / 3682, Esas: 2015 / 4452 Karar: 2016 / 648

[7] Aynı yönde bkz. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 1585 Karar: 2016 / 6956, Esas: 2014 / 39510 Karar: 2014 / 39791, Esas: 2015 / 32960 Karar: 2016 / 17735, Esas: 2015 / 37215
Karar: 2016 / 4190

 

Taşınmaz Üzerindeki Geri Alım Hakkı

Taşınmaz Üzerindeki Geri Alım Hakkı

07 Şub Çarşamba
13:07

TAPU TAHSİS BELGESİNİN NİTELİĞİ VE TAPUYA ÇEVRİLMESİ İŞLEMİ

AV. MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU


I.Tapu Tahsis Belgesi

Tapu tahsis belgesi, İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile düzenleme altına alınmıştır. İşbu kanunun gerekçesinde kanunun amacı, ekonomik ve sosyal nedenlerle birer çekim merkezi haline gelen kentlere akın eden vatandaşların mutlak olan barınak ihtiyaçlarının giderilmesi, imar mevzuatı ve planlara uygun hale getirilebilecek yapıların belli şartlarda hukukileştirilmesi olarak belirtilmiştir. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını dahi karşılayamayacak durumdaki dar gelirli vatandaşların mağduriyetini gidererek bu durumda olanlara aileleriyle birlikte barınma olanağı sağlamak için hazine, belediye, il özel idaresi ve vakıf arazisi üzerine yapılan, barınma amacıyla ya da kısmen barınma kısmen işyeri olarak kullanılan kaçak yapıları meşrulaştırılmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu amacın bir görünümü olarak hukuk düzeninde yer bulmuştur.

 II. 2981 SAYILI KANUNUN KAPSAMI

Kanunun kapsamını belirleyen 2981 sayılı kanunun 2. maddesi ile kanunun uygulama yönetmeliğinin 3. maddesi uyarınca:

(a)Belediye ve mücavir alan sınırları içinde 17.01.1957 tarihinden sonra yapılan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ile bu tarihten sonra kurulmuş belediyeler ve yine bu tarihten onaylanmış mücavir alan sınırları içinde yapılmış olan,

b) 6785 sayılı Kanuna 1605 sayılı Kanunla eklenen Ek 7 ve 8 inci maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103 maddesi kapsamına giren,

c) İstanbul Boğazı, Sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazı’nda 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden önce yapılan veya inşaasına başlanan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar

d) (b) bendi dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapılar olarak tanımlanmıştır.

Gecekondular bu kanunun ile ilgili taşınmazlardan olsalar dahi her türlü gecekonduyu 2981 sayılı kanunun kapsamında değerlendiremeyiz. Danıştay 6. Daire’nin 2005/894E. 2007/1284 K., sayılı kararında  “Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 1967 yılında 775 sayılı Yasa uyarınca <Gecekondu Önleme Bölgesi> olarak ilan edilmiş bulunan bu alanda kalan gecekondular nedeniyle daha sonra 2981 sayılı Yasa uyarınca yapılan af başvurusunun kabul edilmesi suretiyle tapu tahsis belgeleri düzenlenmiş ise de, 775 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gereken bir alanda 2981 sayılı Yasa hükümlerine dayanılarak işlem tesis edilmesi mümkün değildir.”[1] şeklinde ifade edilmiştir. 775 sayılı kanundan kaynaklanan bir düzenlemenin ardından 2981 sayılı kanun uyarınca hak sahipliği düzenlenmesi hukuka uygun bulunmamış, 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile 2981 sayılı kanunun birbirini dışladığı karar altına alınmıştır.

2981 sayılı kanun m.14, bu kanundan yararlanamayacak olanlar kenar başlığıyla bazı yapılar kapsam dışında tutulmuştur.

a) Her ölçekte imar planında başka maksatla tahsis edilmiş alanlardaki sınai kuruluşlara ait olmayan tehlikeli madde depoları ile imar planında tehlikeli madde depoları için ayrılmış yerlerde bu depolar dışındaki her türlü ruhsatız yapılar,

b) 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun yapı yasağı koyduğu alanlarda veya Milli Savunma Bakanlığına tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığınca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerinde inşa edilen yapılardan; bu Kanunun yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl içinde askeri makamlardan muhafazası için izin alınamayan yapılar,

c) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca ilan edilmiş bulunan “Turizm Alanlarında” ve “Turizm Merkezlerinde” imar mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşaası devam eden ancak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde yürürlükteki çeşitli ölçekli imar planlarıyla getirilmiş bulunan kararlara uygun hale getirilmeyen yapılar,

d) 5 Haziran 1945 tarih ve 4749 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan Sivil Havacılık Anlaşması’nın 14 sayılı teknik mania esaslarına uymayan ve havaalanları civarında uygulanmak üzere 7 Ağustos 1978 tarih ve 7/16130 sayılı Kararnameye göre, Ulaştırma Bakanlığınca 1/1000 ölçekli harita üzerinde sınırları belirlenecek saha içinde bulunup da yapımcı veya yapı sahibine yapılan tebliğden itibaren 1 yıllık süre içinde tebliğ esaslarına uygun hale getirilmeyen yapılar,

e) İçme ve kullanma suyu temin edilen ve edilecek olan baraj, göl, gölet gibi satıhta bulunan su kaynaklarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanı ve içme ve kullanma suyu temin edilen yeraltı su kaynakları etrafında bırakılan koruma alanı içerisindeki yapılar,

f) 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve (…) (1) Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden sonra inşasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar,

g) Karayolları kamulaştırma sınırına tecavüz edilen ve konut olarak kullanılan yapılarla kamulaştırma sınırına 10 metreden daha yakın olan ve konut dışı maksatlarla kullanılan yapılar, (Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde mal sahiplerine tebliğ edilmesinden en geç on sekiz ay içinde tecavüz durumları giderilmeyen yapılar bu Kanunun 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamına girer.

h) TCDD Genel Müdürlüğü mülkiyetinde bulunan gar, istasyon, lojman, liman sahalarıyla demiryolu güzergahları üzerinde TCDD Genel Müdürlüğünün izni alınmadan yapılan yapılar,

i) Kıyı tanımına giren yerlerde gerçek kişilere veya hukuk tüzel kişilerine ait yapılar

olarak tahdidi biçimde sayılmıştır.

 III. Tapu Tahsis Belgesinin Verilmesi usulü

2981 sayılı kanunun “Tapu Verme” kenar başlıklı 10(a) maddesinde “hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “Tapu Tahsis Belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.” düzenlemesi yer almaktadır.

Lehine hak sahipliği tahsis edilmesini talep eden şahıs, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere; dışında ise valiliğe müracaat etmelidir. Müracaat, 2981 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 8 Mart 1984’ten itibaren 6 ay içinde yapılmış olmalıdır. Bu süre geçtikten sonra müracaat etmek için ise müracaat bedeli olarak belediye veya il özel idaresi hesabına 2.000 TL ödenmelidir.

Yapılan müracaat, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından tespit edilir ve bununla birlikte mevzuattaki prosedür izlenerek gecekonduların tespit ve değerlendirmeleri yapılır. Yeminli Özel Teknik Büroları tarafından başvurucunun verdiği bilgiler doğrultusunda gerekli formlar doldurulur.

Mevzuat hükümleri uyarınca tespit kapsamı tarih açısından sınırlandırılmıştır. 10.11.1985 tarihinden önce başlanmış, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa veya arazilerdeki mesken, kısmen işyeri veya konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar dahil tutulmuştur. Bir diğer sınırlama ise yapının alanına yönelik olarak getirilmiştir. 400 m2’den fazla bir alan için arazi tahsisi yapılamamaktadır.

Başvurucunun mülkiyetindeki yapının tespiti için baz alınan durum tapu tahsis belgesinin düzenlendiği andır. Kanunun yürürlükte olduğu dönemde mülkiyetinde olup sonraki bir tarihte satışı gerçekleştirilmesi, tapu tahsis belgesi düzenlenmesine engel teşkil etmez. Bu yönde verilen Danıştay 1. Daire’nin 1989/109 E. 1989/156 K. Numaralı kararında  şu şekilde ifade edilmiştir; “Yasanın yürürlük tarihi olan 8 Mart 1984 gününde mülkiyetinde bulunmakla birlikte tapu tahsis belgesi düzenlenmeden önce, tapulu taşınmazını satan kişilerin sahip oldukları gecekondusu için hak sahibi olamayacaklarına dair bir hükmün Yasada yer almadığı gibi birden fazla gecekondusu olanların yukarıda belirtilen hükümlere göre hak sahibi olabileceği gecekondu dışında kalan gecekondularını satmasını engelleyen bir hükme de rastlanmamaktadır.”

Aynı kararın devamında ise Daire adına tahsis edilen yapının satışını engelleyen bir durumun olmadığını, yapıyı satın alan kişinin tapu tahsis belgesi talebinde bulunabileceği hatta tapu tahsis belgesi düzenlenen yapı için satış belgesi ile birlikte tescil talebinde bulunabileceğini şu şekilde ifade etmiştir. “2981 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir gecekondunun tapu tahsis işlemi yapıldıktan sonra hak sahibi niteliklerini taşıyan bir kişiye satışının yapılması ve satış belgesi ve tapu tahsis belgesi ibraz edilmek kaydıyla tapu işlemlerinin satın alan kişi adına yürütülmesine, başvurusu yapılmış ancak tapu tahsisi henüz yapılmamış gecekondunun, hak sahibi niteliklerini taşıyan bir başka kişiye satılması ve tapu tahsis belgesinin satın alan kişi adına düzenlenmesine olanak tanınmıştır.”

IV. Tapu Tahsis Belgesinin Tapuya Çevrilmesi

Tapu tahsis belgesi, mülkiyeti değil, yalnızca şahsi hak sahipliğini gösteren bir belgedir. Tahsis edilen alanın mülkiyetinin tescili için yeterli değildir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tapu tahsis belgesine ilişkin 1996/14-763 E. 1996/864 K. Numaralı kararında “İlgilisine ancak kişisel hak sağlayabilir ve salt tahsis belgesinin varlığı tahsis edilen yerin tahsis edilen adına tescilini sağlayamaz. Somut olayda tahsis belgesinin yerindeliği idari yargıdan da geçmek suretiyle kesinleşmişse de genelde idarece koşullarının gerçekleşmediği saptandığında iptal edilebilir. Anılan belge ancak bunu veren idarece taşınmazın bulunduğu yörede imar ıslah çalışmalarının başlaması halinde ilgilisine tapu verilmesi vaadini taşıyabilir. O itibarla da olayda uyuşmazlığın niteliği de gözetilerek öncelikle tapu tahsis belgesine konu yapılan taşınmazı kapsar biçimde yörede imar ıslah uygulamasına başlanmış olup olmadığının, başlanmışsa bu yerin herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediğinin, davacıya dayandığı tahsis belgesine karşılık başka bir yerden tahsis yapılıp yapılmadığının kesin olarak saptanması gerekir.” şeklinde tapu tahsis belgesinin genel olarak özellikleri belirtilmiştir.

Yargıtay 14. Daire 2001/5435 E. 2001/5835 K. Numaralı kararına göre tapu tahsis belgesi münhasıran sahibine tapu iptali ve tescili isteme hakkı sağlamasa da ıslah imar planı yapılmış, taşınmaz müstakil imar planlarına bölünmüş ve tapuya işlenmiş ise şahsi hak sağlayan bu belge ile tescil talebinde bulunulabilir.

Bununla birlikte tapu tahsis belgesinin sağladığı şahsi hak üçüncü kişilere devredilebilir.

Örneğin; Yargıtay 14. Hukuk Daire 2004/7835 E. 2005/1766 K. Numaralı kararında “Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri bakım borcuna karşılık, bir mamelek yahut bazı malların temlikini geçirim borcu yükleyen sözleşmelerdendir. Açılan bu davada, bakım borçlusu olan davacı, edimini yerine getirdiğini ileri sürerek 13.9.2000 tarihli biçimine uygun sözleşmenin konusu olan bakım alacaklısı üzerindeki tahsis belgesinin adına tescilini istemiştir. Mahkemece doğru olarak saptandığı üzere tahsis belgesi ilgilisine mülkiyet hakkı sağlamayan, yalnızca fiili kullanmayı belirleyen, kişisel hak kazandıran zilyetlik belgesidir. Bu özelliği gereği tapu tahsis belgesinin istisnalar dışında tapuya tescil olanağı yoksa da; davadaki istem, bakım alacaklısı adına olan tahsis belgesi ile kazanılan şahsi hakkın, davacı bakım borçlusuna geçtiğinin tespiti talebini de kapsayacağından, mahkemece tescil talebinin bu doğrultuda değerlendirilerek tespit hükmü kurulmak suretiyle dava kabul edilmelidir.” Tapu tahsis belgesi, ölünceye bakım sözleşmesi edimi olarak bakım borçlusuna ifa edilmiştir.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2014/103 E. 2014/1502 K. Numaralı “… davalının ..ada ..parsel sayılı taşınmazda 10.01.1985 tarihli 634 nolu tapu tahsisi belgesi ile kendisine tahsis edilen 276 m2’lik yerin 120 m2 kısmında bulunan gecekonduyu 35.000.000 TL bedelle davacıların murisleri E. Ö.’e satıp zilyetliğini devir ettiğini gösteren sözleşme ibraz etmişlerdir. Taraflar arasında düzenlenen bu 21.07.1992 tarihli sözleşme alacağın temliki hükümlerine tabi olması nedeniyle geçerli olduğundan işin esası incelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.” kararı ile sahibinin, tapu tahsis belgesini satım sözleşmesine konu ederek üzerinde tasarrufta bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, 2013/269 E. 2013/2551 K. Numaralı kararında tapu tahsis belgesinin tescili için gerekli şartları belirtmiştir. Belirtilen şartları incelemek gerekirse:

a. Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesinin bulunması

Hukuki yönden geçerli bir tapu tahsis belgesi diğer şartlar da mevcut olduğu takdirde tapu tescil talebine dayanak oluşturabilir. Mahkeme tarafından II ve III. başlıkta irdelenen hususlara uygun olmaması nedeniyle iptal edilen, idare tarafından kaldırılan ve 2981 sayılı kanunun 10. maddesinde belirtilen idareye re’sen terkin yetkisi verilen durumların gerçekleşmesi sonucu terkin edilen tapu tahsis belgeleri kullanılamaz.

 b. Tahsise konu yerde 3194 sayılı Yasanın 18.maddesi uyarınca imar planı veya 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasa uyarınca ıslah-imar planlarının yapılmış olması

3194 sayılı İmar Kanunu 18. maddeye göre imar planı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye encümenince, dışında il idare kurulunca oluşturulan, imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleri ile yol fazlaları ile kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yer­lerle birleştirme, bunları yeniden imar plânına uygun ada ve parsellere ayırma, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sa­hip­le­rine dağıtma ve re’sen tescil işlemlerini içeren planlardır.

3290 sayılı kanun ile bazı maddeleri değiştirilen ve bazı maddeler eklenen 2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmelikte yapılan tanıma göre ıslah imar planı, “Düzensiz ve sağlıksız biçimde oluşmuş yapı topluluklarının veya yerleşme alanlarının, sınırları belli edilmek suretiyle, mevcut durumu da dikkate alınarak dengeli, düzenli ve sağlıklı hale getirilmesi amacıyla, halihazır haritalar üzerine yapılan ve yapılanma şartlarını da belirleyen imar planıdır.”

Aynı yönetmeliğin 20. maddesinde ise ıslah imar planı yapılabilecek yerler düzenlenmiştir. Bu yerler; bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış gecekondu alanları, üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan hisseli arsa veya araziler, üzerinde imar planı ve mevzuat hükümlerine aykırı yapılanmalar bulunan ve bu nedenle, uygulama kabiliyeti kalmamış olan imar planı olan alanlar, ıslah imar planı olabilecek nitelikleri taşımadığı belediye ya da valilikçe belirlenen, özel parselasyon planı bulunan alanlardır.

Bahsi geçen durum Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “…hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür.” şeklinde yer almıştır. Kararda da açık olarak belirtildiği üzere taşınmazın bulunduğu parseli içeren bir ıslah imar planı tescil için bir ön şarttır.

 c. İlgilisine, tapu tahsis belgesi gereğince bir başka yerden tahsis yapılmamış olması

İlgili kanun başvurucuların hak sahibi olabilmeleri için; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmama şartını getirmiştir.

Danıştay 6. Daire, 1991/1161 E. 1992/3272 K. Numaralı kararında“ tapu tahsis belgesinin verildiğinin ancak davacının müracaat formunda <arsam var> şeklinde beyanda bulunduğunun ve bu nedenle tapu tahsis belgesinin iptal edildiğinin anlaşıldığı, mahkemece verilen ara kararına cevaben Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğünün yazısında İl sınırların da davacı adına kayıtlı gayrimenkul kaydı bulunmadığının belirlendiği, 21.4.1983 tarihli müracaat formunda <arsa> kısmının sehven işaretlendiğinin tespit edildiği, bu nedenle davacıya verilen tapu tahsis belgesinin iptali yolunda işlem tesisinde mevzuata uyarlık bulunmadığı…”gerekçesiyle dava konusu ilk derece mahkemesi tarafından verilen iptal kararını onamıştır. Tapu tahsis belgesi sahibinin arsası olduğuna dair sehven beyanda bulunması dahi idare tarafından  işlemin kaldırılması için yeterli görülmüştür.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması

2981 sayılı kanunun 10. maddesi tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiğini açıkça düzenlemiştir. İlgili madde ise; “ Üzerinde yapılanma bulunan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler valiliğin talebi üzerine, belediye veya özel idareler adına resen tapuya tescil edilir. Islah imar planlarında genel bütçeye dahil dairelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılan veya ayrılacak olan veya bir kamu hizmeti için lüzumlu görülen arsa veya araziler eski sahibi kamu idarelerine veya o işe tahsil edilmek üzere hazineye aynı şartlarla geri verilir.

Bu tespit sırasında özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, ibadet yeri ve benzer kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise, bedelsiz olarak ilgili idareler adına tespit ve tescil edilir.” şeklinde kaleme alınmıştır.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1996/14-763 E. 1996/865 K. Numaralı kararında da tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiği açıkça zikredilmiştir.

 e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliklerinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılması

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değerinin uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olması

2981 sayılı kanun m.18’e göre arsa bedellerinin belediyeler ve valiliklerce tespitinde hak sahiplerinin beyanları esas alınır. İdarece gerekli görülmesi durumunda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre bedel tespiti yaptırılır. Beyan edilen değer, tespit edilen değerin 2/3 ünden düşük ise tespit edilen değer, aksi takdirde beyan edilen değer esas alınır.

2981 Sayılı Kanun Gereğince Kurulan Fonun Harcama Esaslarını Düzenleyen Yönetmeliğin 9. maddesindeki düzenlemeye göre, yapılmış gecekonduların sahipleri tarafından beyan edilen arsa veya arazi bedelleri, peşin veya ilk taksidi tapu tahsisi yapılan tarihten itibaren en geç 4 ay içerisinde ödenmek ve 4 yılda 12 eşit taksitle ödeme tamamlanmalıdır. Ödeme, arsa veya arazi sahibi kuruluşlarınca tahsil edilir ve tahsilin ardından derhal gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise, belediye emrinde oluşturulan, gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise, valilik emrinde oluşturulan fon hesabına yatırılır.

Uygulama yönetmeliğinin 19. maddesine göre, arsa tahsis eden kuruluş tarafından arsa bedeli peşin veya ipotek temin etmek suretiyle alınır. Kanunun 9(b) hükmüne göre ise Vakıflar  Genel  Müdürlüğünün  idare  ettiği  arsa  veya  arazileri üzerine yapılmış gecekondulardan alınan arsa bedelinin % 60’ı Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresindeki Akar Toprak Fonuna, % 40’ı da bu Kanunun fon hesabına yatırılır.

2981 sayılı kanun m.9’a göre bedelden ödeme yapılmamış ise, 775 sayılı Gecekondu Kanununun 26’ncı maddesinde düzenlenen “arsa ve binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden” bedel tespit edilir ve tahsil edilmek suretiyle yeni sahibi adına tapuya tescil edilir. Binalar ve konutlar, valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmi beşi (% 25) peşin olarak yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir.

g. İmar parsellerinin oluşturulması sırasında, şuyulandırmaya tabi tutulan parselden 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 18/b-c maddesi uyarınca düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediğinin, kesilmiş ise uygulanan oranın saptanması gerekir

Düzenleme ortaklık payı, genel hizmetler için kullanılmak üzere ve düzenleme dolayısıyla oluşan değer artışları karşılığında düzenlemeye konu edilen arsa ve arazilerin, düzenlemeden önceki yüzölçümlerinden %40’a varıncaya kadar kesilebilen tutar ve/veya zorunluluk dolayısıyla kesilememesi durumlarında sahibinin de uygun görmesi ile alınan parasal karşılıktır[2]. Düzenleme ortaklık payı oranının üst sınırı %35 ile sınırlı iken 5006 sayılı kanun ile %40 olarak değiştirilmiştir.

3194 sayılı İmar Kanunu m.18’e göre düzenleme ortaklık paylarının kullanılabileceği alanlar tahdidi olarak sayılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan, park, otopark, çocuk ba1hçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesisler haricinde bir maksatla kullanılamaz.

h. Mahkemece, yukarıda belirtilen koşullar doğrultusunda yapılacak inceleme sonucunda, tescil isteğinin kabulü için yasal koşulların oluştuğu kabul edildiği takdirde, 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 10/C-2 maddesi gereğince tahsise konu yerde uygulanan düzenleme ortaklık payının (DOP) davacıyı da bağlayıcı nitelikte olduğu dikkate alınarak tahsis miktarından bu oranda yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilmelidir.

Yukarıda belirtilen şartları sağlayan hak sahibi, gerekli prosedürleri tamamlayarak tapu tahsis belgesi ile tapu siciline tescil talebinde bulunabilir. Tescil talebinde bulunurken aşağıdaki belgelerin talepçi tarafından ibraz edilmesi zorunludur. Bu belgeler: başvuru dilekçesi, noter onaylı beyanname ve taahhütname , tapu tahsis belgesi, imar affı müracaatı belgesi, 2000 TL’lik banka makbuzu, toprak parası ödenmiş ise banka dekontu, satışlı yerler için noter satış belgesi, vefat edenler için veraset ilamı, kimlik fotokopisi, bağlı bulunan muhtarlıktan form-5 belgesi, imar durumu ve bazı durumlarda nüfus kayıt örneği ve isim, soy isim değişikliklerinde mahkeme kararıdır.

IV. Gecekondusu Muhafaza Edilemeyen Hak Sahipleri

Islah imar planı yapılıp onaylanıncaya kadar hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde yapılmış, tehlike arz etmeyen ve Kanunun 14.maddesi kapsamında kalmayan gecekondular aynen muhafaza edilir.

Hazırlanan ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri ile, 2981 sayılı kanun m. 10(b) ve uygulama yönetmeliği m. 25/3 düzenlemesi uyarınca, hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde olan veya Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir.

Yapılan ıslah imar planına uygun olmaması nedeniyle gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parselleri, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre verilir. Bununla birlikte, tarihi veya mimari bir eserin bütünlüğünü bozduğuna, belediye veya valilikçe karar verilen gecekondulara da tapu tahsis belgesi verilemeyeceğinden bu alanlarda kalan gecekondu sahiplerine başka bir yerden, belediye veya valilikçe öncelikle arsa tahsis edilir.

Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “ Yasa hükümleri uyarınca, hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gecekondunun imar affı başvurusundan önce imar planı yapılmış ve bu plan koşullarının geçerli olduğu bir taşınmaz üzerinde bulunması halinde, bu gecekondunun 2981 sayılı Yasa uyarınca bulunduğu yerde korunması ve hak sahibine bu yerden tapu verilmesi yasal olarak mümkün olmadığından, hak sahibi sıfatını taşıyanlara gecekondu önleme veya ıslah bölgelerinden veya yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parsellerinden müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre tahsis yapılması gerekmektedir.” şeklinde hüküm kurmuştur. Aynen muhafaza edilemeyen gecekondu sahibinin tapu tahsis belgesiyle elde ettiği şahsi hak bu düzenleme ile korunmuştur.

Danıştay 14. Daire 2011/9305 E. 2013/5456 K. Numaralı kararı “yapı yerinde korunamıyorsa başka bir ıslah veya gecekondu bölgesinden ya da alanda üretilecek konutlardan davacıya tahsis yapılması gerekirken, kentsel dönüşüm alanında ne zaman yapılacağı belli olmayan konutlardan daire tapusu verileceğinden bahisle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.” yönündedir. Kararda, kentsel dönüşüm alanında tahsis edilecek yapıların hak sahibine belirsiz olması yönüyle koruma sağlamayacağı, korunamayan yapı için başka bir ıslah veya gecekondu bölgesi ya da alanda üretilecek konutlar tahsis edilmesinin asıl olması sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı hukuka uygun bulunmamıştır.

2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmeliğin 25. maddesine göre, gecekondusu muhafaza edilemeyip tasfiye edilen hak sahiplerine enkaz bedeli, belediye veya valiliklerce tespit ediliri ve bu bedel, Kanun gereğince kurulan fondan hak sahiplerine ödenir.

V. KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA KALAN YAPILARDA HAK SAHİPLİĞİ     

Sanayi devrimi ile birlikte kentler, geçirdikleri sosyal, ekonomik, teknolojik, ideolojik geçirdiği değişimlerle birlikte kent yapısı da bu etkenler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu değişim ve dönüşümler, kimi zaman mekan ve yaşam kalitesini arttırıcı yönde olurken; kimi zaman da mekanın ekonomik, toplumsal, çevresel ve fiziksel çökme ve bozulması olarak kendini gösterir[3]. Bu anlamda kentsel dönüşümü, çökme ve bozulma olan kentsel mekanın ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü[4] olarak tanımlayabiliriz.

Belediye Kanunu m.73’e göre belediye sınırlarında ise belediye; büyükşehir belediyesi sınırlarında ise büyükşehir belediyesi

-konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,

-eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, -kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya

-deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla, belediye meclisi kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması şarttır.

Kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetimlerin yer seçimi yaparak belediye meclis kararı alınması sonucu kentsel dönüşüm çalışmasının yürütülebilmesi için mülkiyet sahiplerinin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.

Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında hak sahipliği Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde düzenlenmektedir. 73. Madde “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna istinaden, hak sahibi olmuş kimselerle anlaşmaları halinde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında hakları verilir.

 (Ek cümle: 10/9/2014 – 6552/122 md.) Anlaşma sonucu belediye mülkiyetine geçen gayrimenkuller haczedilemez. 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedelleri verilir veya belediye imkanları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilir. Bu kapsamda bulunanlara Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilir. Enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilir.” hükmünü içermektedir.

Proje alanında kişilerin hak sahibi olabilmeleri için gayrimenkul sahipleri ile 2981  sayılı kanunla hak sahibi olmuş kişilere anlaşma şartı getirilmiştir.

Danıştay 6. Daire’nin bu hususla ilgili 2010/8785 E. 2011/293 K. Numaralı “ Yalı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Alan sınırları dahilinde kalan zemin üstü tesislerinin (gecekondu) 4650 sayılı yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümleri uyarınca kamulaştırılmasının Belediye Encümeninin 08.05.2008 günlü, 1101 sayılı kararı ile uygun görüldüğü, bunun üzerine yasal prosedüre devam edilerek Döndü Dinç’in sahibi bulunduğu 6518/9 Sokak, No:21 adresinde bulunan tek katlı imar affı başvurusu olan zemin üstü için 24.11.2008 tarihinde Uzlaşma Komisyonu ile görüşmeye çağrıldığı ancak herhangi bir başvurusunun olmadığı, Döndü Dinç veya mirasçıları ile uzlaşma sağlanamaması üzerine Karşıyaka 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde 2009/63 E. Sayısıyla kamulaştırma davası açıldığı…” kararında da ifade edildiği üzere öncelikle uzlaşma yolunun tüketilmesi gerektiği belirtilmiştir.

VI. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA TAPU TAHSİS BELGESİ DÜZENLENMİŞ YAPILAR

Türkiye’nin büyüklük ve kapsam bakımından en büyük projesi olan Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, proje alanı sınırları içindeki her tür ve ölçekli planlar, inşa edilecek resmi ve özel her türlü yapı, alt yapı ve sosyal donatı düzenlemeleri ve kamulaştırma işlemlerini içerir. Böylesi büyük bir alanda yürütülen proje dahilinde ise birçok taşınmaz, yapı, parselle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışan hususlarda gerek özel kişiler gerek özel kişiler ile idare arasında birçok uyuşmazlık vuku bulmaktadır.

5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu’nun 5. maddesi, proje alan sınırları içerisinde kalan bölgede Proje için ihtiyaç duyulan arazi ve arsalardan, kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunanlar bedelsiz olarak Belediyeye devredilir. Gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller ile 24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna göre hak sahibi olan kişilerin haklarına konu gayrimenkuller, malikler ve hak sahipleriyle yapılacak anlaşmalar çerçevesinde Projede kullanılır. Bu anlaşmaların usul ve esasları yönetmelikle belirlenir. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller Belediye tarafından kamulaştırılabilir.

Malikler ve hak sahiplerinin belediye ile yaptıkları bu sözleşme borçlar hukuku anlamında bir sözleşme olup genel hükümler uyarınca geçersiz olmadığı müddetçe taraflar açısından bağlayıcıdır.

Usul ve esasların düzenlendiği 5104 sayılı kanun yönetmeliğinin üçüncü bölümü “2981 Sayılı Kanuna Tabi Tapu Tahsis BelgeliGecekondulara Uygulanacak Esaslar” kenar başlığıyla bu yapılarla ilgili düzenlemeleri içermektedir. İlgili bölümdeki hükümler şu şekilde düzenlenmiştir;

“Madde 12: Tapu tahsisli gecekondu maliklerine nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek konut verilir.

Madde 13:Tapu tahsis belgesi bulunan gecekondu maliklerine proje alanı içerisinde üretilecek ve nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek hak sahipleri konutlarından verilmesi için konut sözleşmesi yapılır.

Madde 14:Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2 olup arsa borcu bulunmayan hak sahiplerine Belediye Meclisince belirlenecek büyüklükte bir adet konut verilir. Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2’den az olan maliklerin eksik arsa oranları, konut sözleşmesi ile Belediye Meclisince tespit edilecek konut büyüklüğünün inşaat maliyet bedeli oranı üzerinden hesaplanacak bedele, gecekonduya ait varsa arsa borcu da ilave edilerek, toplamdan; tesis ve müştemilata ait enkaz bedelidüşülerek borçlandırma yapılır.

Madde 15:Tapu tahsisli tesis müştemilat ve ağaçların kıymet takdir bedelleri Belediye tarafından oluşturulacak kıymet takdir komisyonunca belirlenir. Maliklere verilecek konutların Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yayımlanan inşaat maliyet değerleri üzerinden maliyet bedelleri belirlenerek maliyet bedellerinden enkaz bedelleri düşüldükten sonra kalan bedel sözleşme tarihinden itibaren bir sonraki aydan başlayarak taksitle ödenir. Taksit esasları Belediye Meclisince belirlenir.”

Belediye tarafından oluşturulan kıymet takdir komisyonları tarafından bina müştemilat ve ağaçlar için yapı bedeli ve enkaz bedeli tespit edilir. Uygulamada ise 5104 sayılı kanun, kanunun uygulama yönetmeliği ve belediye meclisi kararı ile yapı belediyeye devredilir. Yönetmeliğin 14. maddesi uyarınca devredilen taşınmazlar için yalnızca enkaz bedeli belediye tarafından ödenmektedir. Devreden kişiler yalnızca enkaz bedelinin değil,  tüm yapı bedelinin ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bakiye bedelin tahsili için icra takibi başlatmıştır. Takibe yapılan itirazlar için açılan ve ardından temyiz edilen itirazın iptali davalarında Yargıtay 13. Dairesi kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki tapulu[5], tapu tahsis belgesiz tapusuz[6] ve tapu tahsis belgeli yapılara ilişkin kararları bulunmaktadır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2015/20273 E., 2016/682 K. Numaralı kararında “Çözülmesi gereken sorun davacıya yapı bedelinin tamamının mı yoksa sadece enkaz bedelinin mi ödenmesi gerektiği hususudur

Belirtilen düzenlemelerin incelenmesinde, tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde arsa üzerindeki yapılara ait enkaz bedelinin esas alınacağının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 

Öte yandan tarafların anılan mevzuat hükümleri çerçevesinde imzaladıkları … Dönüşüm ve Gelişim Projesi Tapu Tahsis Belgeli Tesis Karşılığı Konut Sözleşmesinde hak sahibinin alacağı belirlenirken arsa üzerindeki tesis ve müştemilata ait enkaz bedeli esas alınarak bakiye alacağın belirleneceğinin kararlaştırıldığı açıktır.

Taraflar arasında düzenlenen bu sözleşme; özel hukuk hükümlerine tabi ve geçerli bir sözleşme olduğundan taraflar yönünden bağlayıcıdır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (b) fıkrası; gerek … Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14. maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleri ile imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlar ile ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulunun 10.06.2015 gün 2014/13-1500 esas, 2015/1519 karar numaralı kararı da bu yöndedir.

Yukarıda belirtilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde davacının sözleşme kapsamında davalıya devrettiği gecekondusu için sadece enkaz bedeli isteyebileceği, enkaz bedelinin de davacıya ödenmiş olması karşısında davacının başka bir şey talep edemeyeceği anlaşıldığından davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön göz ardıedilerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.” biçiminde ifade edilmiştir.[7] Gerek açık kanun hükmü gerek aralarındaki sözleşmeye binaen davacıların yapı bedelini talep etme olanakları mevcut değildir.

Kararda zikredilen Hukuk Genel Kurulu kararında “tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 s. Kanun’un 13 üncü maddesinin (b) fıkrası; gerek Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14 üncü maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleriyle imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlarla ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

VII. SONUÇ

20. yy’ın sonlarında cazibe merkezi olan şehirlere yapılan yoğun göç nedeniyle barınma problemleri boy göstermiş ve imar mevzuatına aykırı yapılar toplumsal bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu kişilerin durumunun iyileştirilmesi ve çözüm üretilmesi amacıyla yapılan girişimlerden biridir.

Her ne kadar bu belge mülkiyet hakkı gibi mutlak bir hak, geniş tasarruf imkanı sunmasa da sahibine sağladığı şahsi hak iyileştirici bir durum sağlamakta ve tamamen koruma dışında bırakmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın gerekli özellikleri haiz ise hak sahibi tescil talebinde bulunabilecektir. Uzun yıllar ikamet ettiği, yaşamını idame ettirdiği, vergilerini ödediği yapının maliki sıfatını kazanabilmesi imkanı, ev veya işyeri sahibi olmayı umut eden kişiler için umudun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Yapılan imar, ıslah imar planları, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yalnızca taşınmaz maliklerinin değil, tapu tahsis belgesinin sağladığı hak sahipliği ile de bu alanlarda tahsis sağlanması fiili durumun göz ardı edilmediğinin bir göstergesidir. Yeni proje alanlarında hak sahiplerini de gözeterek yapıların korunması veyahut korunamadığı takdirde denk bir şekilde tahsis sağlanması salt ekonomik çıkar gözetilmeyen, sosyal yönü de bulunan bir karardır.

6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca 2981 sayılı kanun 31.05.2018 tarihinde yürürlükten kalkacaktır. İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı kanunun yürürlük tarihinin uzatılarak işlerliğini sürdürmesi ve getirilerinin hak kaybı yaşanmaması amacıyla gündemde tutulmalıdır. Veya kanun kapsamından yararlanabilecek kişi gruplarına yeterli bilgilendirmeler yapılmalı vr mülga tarihibe kisa bir zaman kalmasi sebebiyle mağduriyetleri önleme amacının göz önünde bulundurmalıdır.

[1] ŞİMŞEK, Suat, İmar Hukuku, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, Ocak 2010, s.25

[2] http://emektd.com.tr/Images/Uploads/Files/1608130308_imaruygulamasiveduzenlemeortaklikpayi.pdf

[3]SELİM,Ertan, Kentsel Dönüşüm Projelerinin Sosyoekonomik Boyutlarının İncelenmesi Yüksek Lisans Tezi,  Konya, 2011, s.3   http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1702/294466.pdf?sequence=1    (Akkar, 2006:29).

[4] TMMOB Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi, Kentsel Dönüşüm ve Bursa Raporu

[5]Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 20081  Karar: 2017 / 3330

[6] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 10724 Karar: 2017 / 370, Esas: 2016 / 27463 Karar: 2017 / 3682, Esas: 2015 / 4452 Karar: 2016 / 648

[7] Aynı yönde bkz. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 1585 Karar: 2016 / 6956, Esas: 2014 / 39510 Karar: 2014 / 39791, Esas: 2015 / 32960 Karar: 2016 / 17735, Esas: 2015 / 37215
Karar: 2016 / 4190

 

Taşınmazların Anonim Şirketlere Sermaye Olarak Konulması

Taşınmazların Anonim Şirketlere Sermaye Olarak Konulması

07 Şub Çarşamba
13:07

TAPU TAHSİS BELGESİNİN NİTELİĞİ VE TAPUYA ÇEVRİLMESİ İŞLEMİ

AV. MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU


I.Tapu Tahsis Belgesi

Tapu tahsis belgesi, İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile düzenleme altına alınmıştır. İşbu kanunun gerekçesinde kanunun amacı, ekonomik ve sosyal nedenlerle birer çekim merkezi haline gelen kentlere akın eden vatandaşların mutlak olan barınak ihtiyaçlarının giderilmesi, imar mevzuatı ve planlara uygun hale getirilebilecek yapıların belli şartlarda hukukileştirilmesi olarak belirtilmiştir. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını dahi karşılayamayacak durumdaki dar gelirli vatandaşların mağduriyetini gidererek bu durumda olanlara aileleriyle birlikte barınma olanağı sağlamak için hazine, belediye, il özel idaresi ve vakıf arazisi üzerine yapılan, barınma amacıyla ya da kısmen barınma kısmen işyeri olarak kullanılan kaçak yapıları meşrulaştırılmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu amacın bir görünümü olarak hukuk düzeninde yer bulmuştur.

 II. 2981 SAYILI KANUNUN KAPSAMI

Kanunun kapsamını belirleyen 2981 sayılı kanunun 2. maddesi ile kanunun uygulama yönetmeliğinin 3. maddesi uyarınca:

(a)Belediye ve mücavir alan sınırları içinde 17.01.1957 tarihinden sonra yapılan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ile bu tarihten sonra kurulmuş belediyeler ve yine bu tarihten onaylanmış mücavir alan sınırları içinde yapılmış olan,

b) 6785 sayılı Kanuna 1605 sayılı Kanunla eklenen Ek 7 ve 8 inci maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103 maddesi kapsamına giren,

c) İstanbul Boğazı, Sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazı’nda 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden önce yapılan veya inşaasına başlanan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar

d) (b) bendi dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapılar olarak tanımlanmıştır.

Gecekondular bu kanunun ile ilgili taşınmazlardan olsalar dahi her türlü gecekonduyu 2981 sayılı kanunun kapsamında değerlendiremeyiz. Danıştay 6. Daire’nin 2005/894E. 2007/1284 K., sayılı kararında  “Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 1967 yılında 775 sayılı Yasa uyarınca <Gecekondu Önleme Bölgesi> olarak ilan edilmiş bulunan bu alanda kalan gecekondular nedeniyle daha sonra 2981 sayılı Yasa uyarınca yapılan af başvurusunun kabul edilmesi suretiyle tapu tahsis belgeleri düzenlenmiş ise de, 775 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gereken bir alanda 2981 sayılı Yasa hükümlerine dayanılarak işlem tesis edilmesi mümkün değildir.”[1] şeklinde ifade edilmiştir. 775 sayılı kanundan kaynaklanan bir düzenlemenin ardından 2981 sayılı kanun uyarınca hak sahipliği düzenlenmesi hukuka uygun bulunmamış, 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile 2981 sayılı kanunun birbirini dışladığı karar altına alınmıştır.

2981 sayılı kanun m.14, bu kanundan yararlanamayacak olanlar kenar başlığıyla bazı yapılar kapsam dışında tutulmuştur.

a) Her ölçekte imar planında başka maksatla tahsis edilmiş alanlardaki sınai kuruluşlara ait olmayan tehlikeli madde depoları ile imar planında tehlikeli madde depoları için ayrılmış yerlerde bu depolar dışındaki her türlü ruhsatız yapılar,

b) 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun yapı yasağı koyduğu alanlarda veya Milli Savunma Bakanlığına tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığınca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerinde inşa edilen yapılardan; bu Kanunun yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl içinde askeri makamlardan muhafazası için izin alınamayan yapılar,

c) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca ilan edilmiş bulunan “Turizm Alanlarında” ve “Turizm Merkezlerinde” imar mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşaası devam eden ancak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde yürürlükteki çeşitli ölçekli imar planlarıyla getirilmiş bulunan kararlara uygun hale getirilmeyen yapılar,

d) 5 Haziran 1945 tarih ve 4749 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan Sivil Havacılık Anlaşması’nın 14 sayılı teknik mania esaslarına uymayan ve havaalanları civarında uygulanmak üzere 7 Ağustos 1978 tarih ve 7/16130 sayılı Kararnameye göre, Ulaştırma Bakanlığınca 1/1000 ölçekli harita üzerinde sınırları belirlenecek saha içinde bulunup da yapımcı veya yapı sahibine yapılan tebliğden itibaren 1 yıllık süre içinde tebliğ esaslarına uygun hale getirilmeyen yapılar,

e) İçme ve kullanma suyu temin edilen ve edilecek olan baraj, göl, gölet gibi satıhta bulunan su kaynaklarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanı ve içme ve kullanma suyu temin edilen yeraltı su kaynakları etrafında bırakılan koruma alanı içerisindeki yapılar,

f) 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve (…) (1) Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden sonra inşasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar,

g) Karayolları kamulaştırma sınırına tecavüz edilen ve konut olarak kullanılan yapılarla kamulaştırma sınırına 10 metreden daha yakın olan ve konut dışı maksatlarla kullanılan yapılar, (Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde mal sahiplerine tebliğ edilmesinden en geç on sekiz ay içinde tecavüz durumları giderilmeyen yapılar bu Kanunun 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamına girer.

h) TCDD Genel Müdürlüğü mülkiyetinde bulunan gar, istasyon, lojman, liman sahalarıyla demiryolu güzergahları üzerinde TCDD Genel Müdürlüğünün izni alınmadan yapılan yapılar,

i) Kıyı tanımına giren yerlerde gerçek kişilere veya hukuk tüzel kişilerine ait yapılar

olarak tahdidi biçimde sayılmıştır.

 III. Tapu Tahsis Belgesinin Verilmesi usulü

2981 sayılı kanunun “Tapu Verme” kenar başlıklı 10(a) maddesinde “hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “Tapu Tahsis Belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.” düzenlemesi yer almaktadır.

Lehine hak sahipliği tahsis edilmesini talep eden şahıs, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere; dışında ise valiliğe müracaat etmelidir. Müracaat, 2981 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 8 Mart 1984’ten itibaren 6 ay içinde yapılmış olmalıdır. Bu süre geçtikten sonra müracaat etmek için ise müracaat bedeli olarak belediye veya il özel idaresi hesabına 2.000 TL ödenmelidir.

Yapılan müracaat, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından tespit edilir ve bununla birlikte mevzuattaki prosedür izlenerek gecekonduların tespit ve değerlendirmeleri yapılır. Yeminli Özel Teknik Büroları tarafından başvurucunun verdiği bilgiler doğrultusunda gerekli formlar doldurulur.

Mevzuat hükümleri uyarınca tespit kapsamı tarih açısından sınırlandırılmıştır. 10.11.1985 tarihinden önce başlanmış, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa veya arazilerdeki mesken, kısmen işyeri veya konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar dahil tutulmuştur. Bir diğer sınırlama ise yapının alanına yönelik olarak getirilmiştir. 400 m2’den fazla bir alan için arazi tahsisi yapılamamaktadır.

Başvurucunun mülkiyetindeki yapının tespiti için baz alınan durum tapu tahsis belgesinin düzenlendiği andır. Kanunun yürürlükte olduğu dönemde mülkiyetinde olup sonraki bir tarihte satışı gerçekleştirilmesi, tapu tahsis belgesi düzenlenmesine engel teşkil etmez. Bu yönde verilen Danıştay 1. Daire’nin 1989/109 E. 1989/156 K. Numaralı kararında  şu şekilde ifade edilmiştir; “Yasanın yürürlük tarihi olan 8 Mart 1984 gününde mülkiyetinde bulunmakla birlikte tapu tahsis belgesi düzenlenmeden önce, tapulu taşınmazını satan kişilerin sahip oldukları gecekondusu için hak sahibi olamayacaklarına dair bir hükmün Yasada yer almadığı gibi birden fazla gecekondusu olanların yukarıda belirtilen hükümlere göre hak sahibi olabileceği gecekondu dışında kalan gecekondularını satmasını engelleyen bir hükme de rastlanmamaktadır.”

Aynı kararın devamında ise Daire adına tahsis edilen yapının satışını engelleyen bir durumun olmadığını, yapıyı satın alan kişinin tapu tahsis belgesi talebinde bulunabileceği hatta tapu tahsis belgesi düzenlenen yapı için satış belgesi ile birlikte tescil talebinde bulunabileceğini şu şekilde ifade etmiştir. “2981 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir gecekondunun tapu tahsis işlemi yapıldıktan sonra hak sahibi niteliklerini taşıyan bir kişiye satışının yapılması ve satış belgesi ve tapu tahsis belgesi ibraz edilmek kaydıyla tapu işlemlerinin satın alan kişi adına yürütülmesine, başvurusu yapılmış ancak tapu tahsisi henüz yapılmamış gecekondunun, hak sahibi niteliklerini taşıyan bir başka kişiye satılması ve tapu tahsis belgesinin satın alan kişi adına düzenlenmesine olanak tanınmıştır.”

IV. Tapu Tahsis Belgesinin Tapuya Çevrilmesi

Tapu tahsis belgesi, mülkiyeti değil, yalnızca şahsi hak sahipliğini gösteren bir belgedir. Tahsis edilen alanın mülkiyetinin tescili için yeterli değildir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tapu tahsis belgesine ilişkin 1996/14-763 E. 1996/864 K. Numaralı kararında “İlgilisine ancak kişisel hak sağlayabilir ve salt tahsis belgesinin varlığı tahsis edilen yerin tahsis edilen adına tescilini sağlayamaz. Somut olayda tahsis belgesinin yerindeliği idari yargıdan da geçmek suretiyle kesinleşmişse de genelde idarece koşullarının gerçekleşmediği saptandığında iptal edilebilir. Anılan belge ancak bunu veren idarece taşınmazın bulunduğu yörede imar ıslah çalışmalarının başlaması halinde ilgilisine tapu verilmesi vaadini taşıyabilir. O itibarla da olayda uyuşmazlığın niteliği de gözetilerek öncelikle tapu tahsis belgesine konu yapılan taşınmazı kapsar biçimde yörede imar ıslah uygulamasına başlanmış olup olmadığının, başlanmışsa bu yerin herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediğinin, davacıya dayandığı tahsis belgesine karşılık başka bir yerden tahsis yapılıp yapılmadığının kesin olarak saptanması gerekir.” şeklinde tapu tahsis belgesinin genel olarak özellikleri belirtilmiştir.

Yargıtay 14. Daire 2001/5435 E. 2001/5835 K. Numaralı kararına göre tapu tahsis belgesi münhasıran sahibine tapu iptali ve tescili isteme hakkı sağlamasa da ıslah imar planı yapılmış, taşınmaz müstakil imar planlarına bölünmüş ve tapuya işlenmiş ise şahsi hak sağlayan bu belge ile tescil talebinde bulunulabilir.

Bununla birlikte tapu tahsis belgesinin sağladığı şahsi hak üçüncü kişilere devredilebilir.

Örneğin; Yargıtay 14. Hukuk Daire 2004/7835 E. 2005/1766 K. Numaralı kararında “Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri bakım borcuna karşılık, bir mamelek yahut bazı malların temlikini geçirim borcu yükleyen sözleşmelerdendir. Açılan bu davada, bakım borçlusu olan davacı, edimini yerine getirdiğini ileri sürerek 13.9.2000 tarihli biçimine uygun sözleşmenin konusu olan bakım alacaklısı üzerindeki tahsis belgesinin adına tescilini istemiştir. Mahkemece doğru olarak saptandığı üzere tahsis belgesi ilgilisine mülkiyet hakkı sağlamayan, yalnızca fiili kullanmayı belirleyen, kişisel hak kazandıran zilyetlik belgesidir. Bu özelliği gereği tapu tahsis belgesinin istisnalar dışında tapuya tescil olanağı yoksa da; davadaki istem, bakım alacaklısı adına olan tahsis belgesi ile kazanılan şahsi hakkın, davacı bakım borçlusuna geçtiğinin tespiti talebini de kapsayacağından, mahkemece tescil talebinin bu doğrultuda değerlendirilerek tespit hükmü kurulmak suretiyle dava kabul edilmelidir.” Tapu tahsis belgesi, ölünceye bakım sözleşmesi edimi olarak bakım borçlusuna ifa edilmiştir.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2014/103 E. 2014/1502 K. Numaralı “… davalının ..ada ..parsel sayılı taşınmazda 10.01.1985 tarihli 634 nolu tapu tahsisi belgesi ile kendisine tahsis edilen 276 m2’lik yerin 120 m2 kısmında bulunan gecekonduyu 35.000.000 TL bedelle davacıların murisleri E. Ö.’e satıp zilyetliğini devir ettiğini gösteren sözleşme ibraz etmişlerdir. Taraflar arasında düzenlenen bu 21.07.1992 tarihli sözleşme alacağın temliki hükümlerine tabi olması nedeniyle geçerli olduğundan işin esası incelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.” kararı ile sahibinin, tapu tahsis belgesini satım sözleşmesine konu ederek üzerinde tasarrufta bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, 2013/269 E. 2013/2551 K. Numaralı kararında tapu tahsis belgesinin tescili için gerekli şartları belirtmiştir. Belirtilen şartları incelemek gerekirse:

a. Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesinin bulunması

Hukuki yönden geçerli bir tapu tahsis belgesi diğer şartlar da mevcut olduğu takdirde tapu tescil talebine dayanak oluşturabilir. Mahkeme tarafından II ve III. başlıkta irdelenen hususlara uygun olmaması nedeniyle iptal edilen, idare tarafından kaldırılan ve 2981 sayılı kanunun 10. maddesinde belirtilen idareye re’sen terkin yetkisi verilen durumların gerçekleşmesi sonucu terkin edilen tapu tahsis belgeleri kullanılamaz.

 b. Tahsise konu yerde 3194 sayılı Yasanın 18.maddesi uyarınca imar planı veya 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasa uyarınca ıslah-imar planlarının yapılmış olması

3194 sayılı İmar Kanunu 18. maddeye göre imar planı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye encümenince, dışında il idare kurulunca oluşturulan, imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleri ile yol fazlaları ile kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yer­lerle birleştirme, bunları yeniden imar plânına uygun ada ve parsellere ayırma, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sa­hip­le­rine dağıtma ve re’sen tescil işlemlerini içeren planlardır.

3290 sayılı kanun ile bazı maddeleri değiştirilen ve bazı maddeler eklenen 2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmelikte yapılan tanıma göre ıslah imar planı, “Düzensiz ve sağlıksız biçimde oluşmuş yapı topluluklarının veya yerleşme alanlarının, sınırları belli edilmek suretiyle, mevcut durumu da dikkate alınarak dengeli, düzenli ve sağlıklı hale getirilmesi amacıyla, halihazır haritalar üzerine yapılan ve yapılanma şartlarını da belirleyen imar planıdır.”

Aynı yönetmeliğin 20. maddesinde ise ıslah imar planı yapılabilecek yerler düzenlenmiştir. Bu yerler; bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış gecekondu alanları, üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan hisseli arsa veya araziler, üzerinde imar planı ve mevzuat hükümlerine aykırı yapılanmalar bulunan ve bu nedenle, uygulama kabiliyeti kalmamış olan imar planı olan alanlar, ıslah imar planı olabilecek nitelikleri taşımadığı belediye ya da valilikçe belirlenen, özel parselasyon planı bulunan alanlardır.

Bahsi geçen durum Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “…hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür.” şeklinde yer almıştır. Kararda da açık olarak belirtildiği üzere taşınmazın bulunduğu parseli içeren bir ıslah imar planı tescil için bir ön şarttır.

 c. İlgilisine, tapu tahsis belgesi gereğince bir başka yerden tahsis yapılmamış olması

İlgili kanun başvurucuların hak sahibi olabilmeleri için; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmama şartını getirmiştir.

Danıştay 6. Daire, 1991/1161 E. 1992/3272 K. Numaralı kararında“ tapu tahsis belgesinin verildiğinin ancak davacının müracaat formunda <arsam var> şeklinde beyanda bulunduğunun ve bu nedenle tapu tahsis belgesinin iptal edildiğinin anlaşıldığı, mahkemece verilen ara kararına cevaben Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğünün yazısında İl sınırların da davacı adına kayıtlı gayrimenkul kaydı bulunmadığının belirlendiği, 21.4.1983 tarihli müracaat formunda <arsa> kısmının sehven işaretlendiğinin tespit edildiği, bu nedenle davacıya verilen tapu tahsis belgesinin iptali yolunda işlem tesisinde mevzuata uyarlık bulunmadığı…”gerekçesiyle dava konusu ilk derece mahkemesi tarafından verilen iptal kararını onamıştır. Tapu tahsis belgesi sahibinin arsası olduğuna dair sehven beyanda bulunması dahi idare tarafından  işlemin kaldırılması için yeterli görülmüştür.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması

2981 sayılı kanunun 10. maddesi tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiğini açıkça düzenlemiştir. İlgili madde ise; “ Üzerinde yapılanma bulunan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler valiliğin talebi üzerine, belediye veya özel idareler adına resen tapuya tescil edilir. Islah imar planlarında genel bütçeye dahil dairelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılan veya ayrılacak olan veya bir kamu hizmeti için lüzumlu görülen arsa veya araziler eski sahibi kamu idarelerine veya o işe tahsil edilmek üzere hazineye aynı şartlarla geri verilir.

Bu tespit sırasında özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, ibadet yeri ve benzer kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise, bedelsiz olarak ilgili idareler adına tespit ve tescil edilir.” şeklinde kaleme alınmıştır.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1996/14-763 E. 1996/865 K. Numaralı kararında da tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiği açıkça zikredilmiştir.

 e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliklerinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılması

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değerinin uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olması

2981 sayılı kanun m.18’e göre arsa bedellerinin belediyeler ve valiliklerce tespitinde hak sahiplerinin beyanları esas alınır. İdarece gerekli görülmesi durumunda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre bedel tespiti yaptırılır. Beyan edilen değer, tespit edilen değerin 2/3 ünden düşük ise tespit edilen değer, aksi takdirde beyan edilen değer esas alınır.

2981 Sayılı Kanun Gereğince Kurulan Fonun Harcama Esaslarını Düzenleyen Yönetmeliğin 9. maddesindeki düzenlemeye göre, yapılmış gecekonduların sahipleri tarafından beyan edilen arsa veya arazi bedelleri, peşin veya ilk taksidi tapu tahsisi yapılan tarihten itibaren en geç 4 ay içerisinde ödenmek ve 4 yılda 12 eşit taksitle ödeme tamamlanmalıdır. Ödeme, arsa veya arazi sahibi kuruluşlarınca tahsil edilir ve tahsilin ardından derhal gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise, belediye emrinde oluşturulan, gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise, valilik emrinde oluşturulan fon hesabına yatırılır.

Uygulama yönetmeliğinin 19. maddesine göre, arsa tahsis eden kuruluş tarafından arsa bedeli peşin veya ipotek temin etmek suretiyle alınır. Kanunun 9(b) hükmüne göre ise Vakıflar  Genel  Müdürlüğünün  idare  ettiği  arsa  veya  arazileri üzerine yapılmış gecekondulardan alınan arsa bedelinin % 60’ı Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresindeki Akar Toprak Fonuna, % 40’ı da bu Kanunun fon hesabına yatırılır.

2981 sayılı kanun m.9’a göre bedelden ödeme yapılmamış ise, 775 sayılı Gecekondu Kanununun 26’ncı maddesinde düzenlenen “arsa ve binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden” bedel tespit edilir ve tahsil edilmek suretiyle yeni sahibi adına tapuya tescil edilir. Binalar ve konutlar, valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmi beşi (% 25) peşin olarak yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir.

g. İmar parsellerinin oluşturulması sırasında, şuyulandırmaya tabi tutulan parselden 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 18/b-c maddesi uyarınca düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediğinin, kesilmiş ise uygulanan oranın saptanması gerekir

Düzenleme ortaklık payı, genel hizmetler için kullanılmak üzere ve düzenleme dolayısıyla oluşan değer artışları karşılığında düzenlemeye konu edilen arsa ve arazilerin, düzenlemeden önceki yüzölçümlerinden %40’a varıncaya kadar kesilebilen tutar ve/veya zorunluluk dolayısıyla kesilememesi durumlarında sahibinin de uygun görmesi ile alınan parasal karşılıktır[2]. Düzenleme ortaklık payı oranının üst sınırı %35 ile sınırlı iken 5006 sayılı kanun ile %40 olarak değiştirilmiştir.

3194 sayılı İmar Kanunu m.18’e göre düzenleme ortaklık paylarının kullanılabileceği alanlar tahdidi olarak sayılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan, park, otopark, çocuk ba1hçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesisler haricinde bir maksatla kullanılamaz.

h. Mahkemece, yukarıda belirtilen koşullar doğrultusunda yapılacak inceleme sonucunda, tescil isteğinin kabulü için yasal koşulların oluştuğu kabul edildiği takdirde, 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 10/C-2 maddesi gereğince tahsise konu yerde uygulanan düzenleme ortaklık payının (DOP) davacıyı da bağlayıcı nitelikte olduğu dikkate alınarak tahsis miktarından bu oranda yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilmelidir.

Yukarıda belirtilen şartları sağlayan hak sahibi, gerekli prosedürleri tamamlayarak tapu tahsis belgesi ile tapu siciline tescil talebinde bulunabilir. Tescil talebinde bulunurken aşağıdaki belgelerin talepçi tarafından ibraz edilmesi zorunludur. Bu belgeler: başvuru dilekçesi, noter onaylı beyanname ve taahhütname , tapu tahsis belgesi, imar affı müracaatı belgesi, 2000 TL’lik banka makbuzu, toprak parası ödenmiş ise banka dekontu, satışlı yerler için noter satış belgesi, vefat edenler için veraset ilamı, kimlik fotokopisi, bağlı bulunan muhtarlıktan form-5 belgesi, imar durumu ve bazı durumlarda nüfus kayıt örneği ve isim, soy isim değişikliklerinde mahkeme kararıdır.

IV. Gecekondusu Muhafaza Edilemeyen Hak Sahipleri

Islah imar planı yapılıp onaylanıncaya kadar hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde yapılmış, tehlike arz etmeyen ve Kanunun 14.maddesi kapsamında kalmayan gecekondular aynen muhafaza edilir.

Hazırlanan ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri ile, 2981 sayılı kanun m. 10(b) ve uygulama yönetmeliği m. 25/3 düzenlemesi uyarınca, hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde olan veya Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir.

Yapılan ıslah imar planına uygun olmaması nedeniyle gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parselleri, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre verilir. Bununla birlikte, tarihi veya mimari bir eserin bütünlüğünü bozduğuna, belediye veya valilikçe karar verilen gecekondulara da tapu tahsis belgesi verilemeyeceğinden bu alanlarda kalan gecekondu sahiplerine başka bir yerden, belediye veya valilikçe öncelikle arsa tahsis edilir.

Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “ Yasa hükümleri uyarınca, hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gecekondunun imar affı başvurusundan önce imar planı yapılmış ve bu plan koşullarının geçerli olduğu bir taşınmaz üzerinde bulunması halinde, bu gecekondunun 2981 sayılı Yasa uyarınca bulunduğu yerde korunması ve hak sahibine bu yerden tapu verilmesi yasal olarak mümkün olmadığından, hak sahibi sıfatını taşıyanlara gecekondu önleme veya ıslah bölgelerinden veya yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parsellerinden müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre tahsis yapılması gerekmektedir.” şeklinde hüküm kurmuştur. Aynen muhafaza edilemeyen gecekondu sahibinin tapu tahsis belgesiyle elde ettiği şahsi hak bu düzenleme ile korunmuştur.

Danıştay 14. Daire 2011/9305 E. 2013/5456 K. Numaralı kararı “yapı yerinde korunamıyorsa başka bir ıslah veya gecekondu bölgesinden ya da alanda üretilecek konutlardan davacıya tahsis yapılması gerekirken, kentsel dönüşüm alanında ne zaman yapılacağı belli olmayan konutlardan daire tapusu verileceğinden bahisle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.” yönündedir. Kararda, kentsel dönüşüm alanında tahsis edilecek yapıların hak sahibine belirsiz olması yönüyle koruma sağlamayacağı, korunamayan yapı için başka bir ıslah veya gecekondu bölgesi ya da alanda üretilecek konutlar tahsis edilmesinin asıl olması sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı hukuka uygun bulunmamıştır.

2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmeliğin 25. maddesine göre, gecekondusu muhafaza edilemeyip tasfiye edilen hak sahiplerine enkaz bedeli, belediye veya valiliklerce tespit ediliri ve bu bedel, Kanun gereğince kurulan fondan hak sahiplerine ödenir.

V. KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA KALAN YAPILARDA HAK SAHİPLİĞİ     

Sanayi devrimi ile birlikte kentler, geçirdikleri sosyal, ekonomik, teknolojik, ideolojik geçirdiği değişimlerle birlikte kent yapısı da bu etkenler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu değişim ve dönüşümler, kimi zaman mekan ve yaşam kalitesini arttırıcı yönde olurken; kimi zaman da mekanın ekonomik, toplumsal, çevresel ve fiziksel çökme ve bozulması olarak kendini gösterir[3]. Bu anlamda kentsel dönüşümü, çökme ve bozulma olan kentsel mekanın ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü[4] olarak tanımlayabiliriz.

Belediye Kanunu m.73’e göre belediye sınırlarında ise belediye; büyükşehir belediyesi sınırlarında ise büyükşehir belediyesi

-konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,

-eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, -kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya

-deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla, belediye meclisi kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması şarttır.

Kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetimlerin yer seçimi yaparak belediye meclis kararı alınması sonucu kentsel dönüşüm çalışmasının yürütülebilmesi için mülkiyet sahiplerinin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.

Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında hak sahipliği Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde düzenlenmektedir. 73. Madde “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna istinaden, hak sahibi olmuş kimselerle anlaşmaları halinde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında hakları verilir.

 (Ek cümle: 10/9/2014 – 6552/122 md.) Anlaşma sonucu belediye mülkiyetine geçen gayrimenkuller haczedilemez. 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedelleri verilir veya belediye imkanları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilir. Bu kapsamda bulunanlara Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilir. Enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilir.” hükmünü içermektedir.

Proje alanında kişilerin hak sahibi olabilmeleri için gayrimenkul sahipleri ile 2981  sayılı kanunla hak sahibi olmuş kişilere anlaşma şartı getirilmiştir.

Danıştay 6. Daire’nin bu hususla ilgili 2010/8785 E. 2011/293 K. Numaralı “ Yalı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Alan sınırları dahilinde kalan zemin üstü tesislerinin (gecekondu) 4650 sayılı yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümleri uyarınca kamulaştırılmasının Belediye Encümeninin 08.05.2008 günlü, 1101 sayılı kararı ile uygun görüldüğü, bunun üzerine yasal prosedüre devam edilerek Döndü Dinç’in sahibi bulunduğu 6518/9 Sokak, No:21 adresinde bulunan tek katlı imar affı başvurusu olan zemin üstü için 24.11.2008 tarihinde Uzlaşma Komisyonu ile görüşmeye çağrıldığı ancak herhangi bir başvurusunun olmadığı, Döndü Dinç veya mirasçıları ile uzlaşma sağlanamaması üzerine Karşıyaka 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde 2009/63 E. Sayısıyla kamulaştırma davası açıldığı…” kararında da ifade edildiği üzere öncelikle uzlaşma yolunun tüketilmesi gerektiği belirtilmiştir.

VI. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA TAPU TAHSİS BELGESİ DÜZENLENMİŞ YAPILAR

Türkiye’nin büyüklük ve kapsam bakımından en büyük projesi olan Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, proje alanı sınırları içindeki her tür ve ölçekli planlar, inşa edilecek resmi ve özel her türlü yapı, alt yapı ve sosyal donatı düzenlemeleri ve kamulaştırma işlemlerini içerir. Böylesi büyük bir alanda yürütülen proje dahilinde ise birçok taşınmaz, yapı, parselle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışan hususlarda gerek özel kişiler gerek özel kişiler ile idare arasında birçok uyuşmazlık vuku bulmaktadır.

5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu’nun 5. maddesi, proje alan sınırları içerisinde kalan bölgede Proje için ihtiyaç duyulan arazi ve arsalardan, kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunanlar bedelsiz olarak Belediyeye devredilir. Gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller ile 24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna göre hak sahibi olan kişilerin haklarına konu gayrimenkuller, malikler ve hak sahipleriyle yapılacak anlaşmalar çerçevesinde Projede kullanılır. Bu anlaşmaların usul ve esasları yönetmelikle belirlenir. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller Belediye tarafından kamulaştırılabilir.

Malikler ve hak sahiplerinin belediye ile yaptıkları bu sözleşme borçlar hukuku anlamında bir sözleşme olup genel hükümler uyarınca geçersiz olmadığı müddetçe taraflar açısından bağlayıcıdır.

Usul ve esasların düzenlendiği 5104 sayılı kanun yönetmeliğinin üçüncü bölümü “2981 Sayılı Kanuna Tabi Tapu Tahsis BelgeliGecekondulara Uygulanacak Esaslar” kenar başlığıyla bu yapılarla ilgili düzenlemeleri içermektedir. İlgili bölümdeki hükümler şu şekilde düzenlenmiştir;

“Madde 12: Tapu tahsisli gecekondu maliklerine nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek konut verilir.

Madde 13:Tapu tahsis belgesi bulunan gecekondu maliklerine proje alanı içerisinde üretilecek ve nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek hak sahipleri konutlarından verilmesi için konut sözleşmesi yapılır.

Madde 14:Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2 olup arsa borcu bulunmayan hak sahiplerine Belediye Meclisince belirlenecek büyüklükte bir adet konut verilir. Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2’den az olan maliklerin eksik arsa oranları, konut sözleşmesi ile Belediye Meclisince tespit edilecek konut büyüklüğünün inşaat maliyet bedeli oranı üzerinden hesaplanacak bedele, gecekonduya ait varsa arsa borcu da ilave edilerek, toplamdan; tesis ve müştemilata ait enkaz bedelidüşülerek borçlandırma yapılır.

Madde 15:Tapu tahsisli tesis müştemilat ve ağaçların kıymet takdir bedelleri Belediye tarafından oluşturulacak kıymet takdir komisyonunca belirlenir. Maliklere verilecek konutların Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yayımlanan inşaat maliyet değerleri üzerinden maliyet bedelleri belirlenerek maliyet bedellerinden enkaz bedelleri düşüldükten sonra kalan bedel sözleşme tarihinden itibaren bir sonraki aydan başlayarak taksitle ödenir. Taksit esasları Belediye Meclisince belirlenir.”

Belediye tarafından oluşturulan kıymet takdir komisyonları tarafından bina müştemilat ve ağaçlar için yapı bedeli ve enkaz bedeli tespit edilir. Uygulamada ise 5104 sayılı kanun, kanunun uygulama yönetmeliği ve belediye meclisi kararı ile yapı belediyeye devredilir. Yönetmeliğin 14. maddesi uyarınca devredilen taşınmazlar için yalnızca enkaz bedeli belediye tarafından ödenmektedir. Devreden kişiler yalnızca enkaz bedelinin değil,  tüm yapı bedelinin ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bakiye bedelin tahsili için icra takibi başlatmıştır. Takibe yapılan itirazlar için açılan ve ardından temyiz edilen itirazın iptali davalarında Yargıtay 13. Dairesi kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki tapulu[5], tapu tahsis belgesiz tapusuz[6] ve tapu tahsis belgeli yapılara ilişkin kararları bulunmaktadır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2015/20273 E., 2016/682 K. Numaralı kararında “Çözülmesi gereken sorun davacıya yapı bedelinin tamamının mı yoksa sadece enkaz bedelinin mi ödenmesi gerektiği hususudur

Belirtilen düzenlemelerin incelenmesinde, tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde arsa üzerindeki yapılara ait enkaz bedelinin esas alınacağının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 

Öte yandan tarafların anılan mevzuat hükümleri çerçevesinde imzaladıkları … Dönüşüm ve Gelişim Projesi Tapu Tahsis Belgeli Tesis Karşılığı Konut Sözleşmesinde hak sahibinin alacağı belirlenirken arsa üzerindeki tesis ve müştemilata ait enkaz bedeli esas alınarak bakiye alacağın belirleneceğinin kararlaştırıldığı açıktır.

Taraflar arasında düzenlenen bu sözleşme; özel hukuk hükümlerine tabi ve geçerli bir sözleşme olduğundan taraflar yönünden bağlayıcıdır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (b) fıkrası; gerek … Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14. maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleri ile imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlar ile ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulunun 10.06.2015 gün 2014/13-1500 esas, 2015/1519 karar numaralı kararı da bu yöndedir.

Yukarıda belirtilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde davacının sözleşme kapsamında davalıya devrettiği gecekondusu için sadece enkaz bedeli isteyebileceği, enkaz bedelinin de davacıya ödenmiş olması karşısında davacının başka bir şey talep edemeyeceği anlaşıldığından davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön göz ardıedilerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.” biçiminde ifade edilmiştir.[7] Gerek açık kanun hükmü gerek aralarındaki sözleşmeye binaen davacıların yapı bedelini talep etme olanakları mevcut değildir.

Kararda zikredilen Hukuk Genel Kurulu kararında “tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 s. Kanun’un 13 üncü maddesinin (b) fıkrası; gerek Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14 üncü maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleriyle imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlarla ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

VII. SONUÇ

20. yy’ın sonlarında cazibe merkezi olan şehirlere yapılan yoğun göç nedeniyle barınma problemleri boy göstermiş ve imar mevzuatına aykırı yapılar toplumsal bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu kişilerin durumunun iyileştirilmesi ve çözüm üretilmesi amacıyla yapılan girişimlerden biridir.

Her ne kadar bu belge mülkiyet hakkı gibi mutlak bir hak, geniş tasarruf imkanı sunmasa da sahibine sağladığı şahsi hak iyileştirici bir durum sağlamakta ve tamamen koruma dışında bırakmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın gerekli özellikleri haiz ise hak sahibi tescil talebinde bulunabilecektir. Uzun yıllar ikamet ettiği, yaşamını idame ettirdiği, vergilerini ödediği yapının maliki sıfatını kazanabilmesi imkanı, ev veya işyeri sahibi olmayı umut eden kişiler için umudun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Yapılan imar, ıslah imar planları, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yalnızca taşınmaz maliklerinin değil, tapu tahsis belgesinin sağladığı hak sahipliği ile de bu alanlarda tahsis sağlanması fiili durumun göz ardı edilmediğinin bir göstergesidir. Yeni proje alanlarında hak sahiplerini de gözeterek yapıların korunması veyahut korunamadığı takdirde denk bir şekilde tahsis sağlanması salt ekonomik çıkar gözetilmeyen, sosyal yönü de bulunan bir karardır.

6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca 2981 sayılı kanun 31.05.2018 tarihinde yürürlükten kalkacaktır. İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı kanunun yürürlük tarihinin uzatılarak işlerliğini sürdürmesi ve getirilerinin hak kaybı yaşanmaması amacıyla gündemde tutulmalıdır. Veya kanun kapsamından yararlanabilecek kişi gruplarına yeterli bilgilendirmeler yapılmalı vr mülga tarihibe kisa bir zaman kalmasi sebebiyle mağduriyetleri önleme amacının göz önünde bulundurmalıdır.

[1] ŞİMŞEK, Suat, İmar Hukuku, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, Ocak 2010, s.25

[2] http://emektd.com.tr/Images/Uploads/Files/1608130308_imaruygulamasiveduzenlemeortaklikpayi.pdf

[3]SELİM,Ertan, Kentsel Dönüşüm Projelerinin Sosyoekonomik Boyutlarının İncelenmesi Yüksek Lisans Tezi,  Konya, 2011, s.3   http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1702/294466.pdf?sequence=1    (Akkar, 2006:29).

[4] TMMOB Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi, Kentsel Dönüşüm ve Bursa Raporu

[5]Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 20081  Karar: 2017 / 3330

[6] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 10724 Karar: 2017 / 370, Esas: 2016 / 27463 Karar: 2017 / 3682, Esas: 2015 / 4452 Karar: 2016 / 648

[7] Aynı yönde bkz. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 1585 Karar: 2016 / 6956, Esas: 2014 / 39510 Karar: 2014 / 39791, Esas: 2015 / 32960 Karar: 2016 / 17735, Esas: 2015 / 37215
Karar: 2016 / 4190

 

Trafik Kazalarında Ölüm Ve Cismani Zararlardan Doğan Sorumluluk Ve Tazminat

Trafik Kazalarında Ölüm Ve Cismani Zararlardan Doğan Sorumluluk Ve Tazminat

07 Şub Çarşamba
13:07

TAPU TAHSİS BELGESİNİN NİTELİĞİ VE TAPUYA ÇEVRİLMESİ İŞLEMİ

AV. MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU


I.Tapu Tahsis Belgesi

Tapu tahsis belgesi, İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile düzenleme altına alınmıştır. İşbu kanunun gerekçesinde kanunun amacı, ekonomik ve sosyal nedenlerle birer çekim merkezi haline gelen kentlere akın eden vatandaşların mutlak olan barınak ihtiyaçlarının giderilmesi, imar mevzuatı ve planlara uygun hale getirilebilecek yapıların belli şartlarda hukukileştirilmesi olarak belirtilmiştir. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını dahi karşılayamayacak durumdaki dar gelirli vatandaşların mağduriyetini gidererek bu durumda olanlara aileleriyle birlikte barınma olanağı sağlamak için hazine, belediye, il özel idaresi ve vakıf arazisi üzerine yapılan, barınma amacıyla ya da kısmen barınma kısmen işyeri olarak kullanılan kaçak yapıları meşrulaştırılmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu amacın bir görünümü olarak hukuk düzeninde yer bulmuştur.

 II. 2981 SAYILI KANUNUN KAPSAMI

Kanunun kapsamını belirleyen 2981 sayılı kanunun 2. maddesi ile kanunun uygulama yönetmeliğinin 3. maddesi uyarınca:

(a)Belediye ve mücavir alan sınırları içinde 17.01.1957 tarihinden sonra yapılan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ile bu tarihten sonra kurulmuş belediyeler ve yine bu tarihten onaylanmış mücavir alan sınırları içinde yapılmış olan,

b) 6785 sayılı Kanuna 1605 sayılı Kanunla eklenen Ek 7 ve 8 inci maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103 maddesi kapsamına giren,

c) İstanbul Boğazı, Sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazı’nda 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden önce yapılan veya inşaasına başlanan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar

d) (b) bendi dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapılar olarak tanımlanmıştır.

Gecekondular bu kanunun ile ilgili taşınmazlardan olsalar dahi her türlü gecekonduyu 2981 sayılı kanunun kapsamında değerlendiremeyiz. Danıştay 6. Daire’nin 2005/894E. 2007/1284 K., sayılı kararında  “Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 1967 yılında 775 sayılı Yasa uyarınca <Gecekondu Önleme Bölgesi> olarak ilan edilmiş bulunan bu alanda kalan gecekondular nedeniyle daha sonra 2981 sayılı Yasa uyarınca yapılan af başvurusunun kabul edilmesi suretiyle tapu tahsis belgeleri düzenlenmiş ise de, 775 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gereken bir alanda 2981 sayılı Yasa hükümlerine dayanılarak işlem tesis edilmesi mümkün değildir.”[1] şeklinde ifade edilmiştir. 775 sayılı kanundan kaynaklanan bir düzenlemenin ardından 2981 sayılı kanun uyarınca hak sahipliği düzenlenmesi hukuka uygun bulunmamış, 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile 2981 sayılı kanunun birbirini dışladığı karar altına alınmıştır.

2981 sayılı kanun m.14, bu kanundan yararlanamayacak olanlar kenar başlığıyla bazı yapılar kapsam dışında tutulmuştur.

a) Her ölçekte imar planında başka maksatla tahsis edilmiş alanlardaki sınai kuruluşlara ait olmayan tehlikeli madde depoları ile imar planında tehlikeli madde depoları için ayrılmış yerlerde bu depolar dışındaki her türlü ruhsatız yapılar,

b) 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun yapı yasağı koyduğu alanlarda veya Milli Savunma Bakanlığına tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığınca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerinde inşa edilen yapılardan; bu Kanunun yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl içinde askeri makamlardan muhafazası için izin alınamayan yapılar,

c) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca ilan edilmiş bulunan “Turizm Alanlarında” ve “Turizm Merkezlerinde” imar mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşaası devam eden ancak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde yürürlükteki çeşitli ölçekli imar planlarıyla getirilmiş bulunan kararlara uygun hale getirilmeyen yapılar,

d) 5 Haziran 1945 tarih ve 4749 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan Sivil Havacılık Anlaşması’nın 14 sayılı teknik mania esaslarına uymayan ve havaalanları civarında uygulanmak üzere 7 Ağustos 1978 tarih ve 7/16130 sayılı Kararnameye göre, Ulaştırma Bakanlığınca 1/1000 ölçekli harita üzerinde sınırları belirlenecek saha içinde bulunup da yapımcı veya yapı sahibine yapılan tebliğden itibaren 1 yıllık süre içinde tebliğ esaslarına uygun hale getirilmeyen yapılar,

e) İçme ve kullanma suyu temin edilen ve edilecek olan baraj, göl, gölet gibi satıhta bulunan su kaynaklarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanı ve içme ve kullanma suyu temin edilen yeraltı su kaynakları etrafında bırakılan koruma alanı içerisindeki yapılar,

f) 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve (…) (1) Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden sonra inşasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar,

g) Karayolları kamulaştırma sınırına tecavüz edilen ve konut olarak kullanılan yapılarla kamulaştırma sınırına 10 metreden daha yakın olan ve konut dışı maksatlarla kullanılan yapılar, (Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde mal sahiplerine tebliğ edilmesinden en geç on sekiz ay içinde tecavüz durumları giderilmeyen yapılar bu Kanunun 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamına girer.

h) TCDD Genel Müdürlüğü mülkiyetinde bulunan gar, istasyon, lojman, liman sahalarıyla demiryolu güzergahları üzerinde TCDD Genel Müdürlüğünün izni alınmadan yapılan yapılar,

i) Kıyı tanımına giren yerlerde gerçek kişilere veya hukuk tüzel kişilerine ait yapılar

olarak tahdidi biçimde sayılmıştır.

 III. Tapu Tahsis Belgesinin Verilmesi usulü

2981 sayılı kanunun “Tapu Verme” kenar başlıklı 10(a) maddesinde “hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “Tapu Tahsis Belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.” düzenlemesi yer almaktadır.

Lehine hak sahipliği tahsis edilmesini talep eden şahıs, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere; dışında ise valiliğe müracaat etmelidir. Müracaat, 2981 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 8 Mart 1984’ten itibaren 6 ay içinde yapılmış olmalıdır. Bu süre geçtikten sonra müracaat etmek için ise müracaat bedeli olarak belediye veya il özel idaresi hesabına 2.000 TL ödenmelidir.

Yapılan müracaat, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından tespit edilir ve bununla birlikte mevzuattaki prosedür izlenerek gecekonduların tespit ve değerlendirmeleri yapılır. Yeminli Özel Teknik Büroları tarafından başvurucunun verdiği bilgiler doğrultusunda gerekli formlar doldurulur.

Mevzuat hükümleri uyarınca tespit kapsamı tarih açısından sınırlandırılmıştır. 10.11.1985 tarihinden önce başlanmış, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa veya arazilerdeki mesken, kısmen işyeri veya konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar dahil tutulmuştur. Bir diğer sınırlama ise yapının alanına yönelik olarak getirilmiştir. 400 m2’den fazla bir alan için arazi tahsisi yapılamamaktadır.

Başvurucunun mülkiyetindeki yapının tespiti için baz alınan durum tapu tahsis belgesinin düzenlendiği andır. Kanunun yürürlükte olduğu dönemde mülkiyetinde olup sonraki bir tarihte satışı gerçekleştirilmesi, tapu tahsis belgesi düzenlenmesine engel teşkil etmez. Bu yönde verilen Danıştay 1. Daire’nin 1989/109 E. 1989/156 K. Numaralı kararında  şu şekilde ifade edilmiştir; “Yasanın yürürlük tarihi olan 8 Mart 1984 gününde mülkiyetinde bulunmakla birlikte tapu tahsis belgesi düzenlenmeden önce, tapulu taşınmazını satan kişilerin sahip oldukları gecekondusu için hak sahibi olamayacaklarına dair bir hükmün Yasada yer almadığı gibi birden fazla gecekondusu olanların yukarıda belirtilen hükümlere göre hak sahibi olabileceği gecekondu dışında kalan gecekondularını satmasını engelleyen bir hükme de rastlanmamaktadır.”

Aynı kararın devamında ise Daire adına tahsis edilen yapının satışını engelleyen bir durumun olmadığını, yapıyı satın alan kişinin tapu tahsis belgesi talebinde bulunabileceği hatta tapu tahsis belgesi düzenlenen yapı için satış belgesi ile birlikte tescil talebinde bulunabileceğini şu şekilde ifade etmiştir. “2981 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir gecekondunun tapu tahsis işlemi yapıldıktan sonra hak sahibi niteliklerini taşıyan bir kişiye satışının yapılması ve satış belgesi ve tapu tahsis belgesi ibraz edilmek kaydıyla tapu işlemlerinin satın alan kişi adına yürütülmesine, başvurusu yapılmış ancak tapu tahsisi henüz yapılmamış gecekondunun, hak sahibi niteliklerini taşıyan bir başka kişiye satılması ve tapu tahsis belgesinin satın alan kişi adına düzenlenmesine olanak tanınmıştır.”

IV. Tapu Tahsis Belgesinin Tapuya Çevrilmesi

Tapu tahsis belgesi, mülkiyeti değil, yalnızca şahsi hak sahipliğini gösteren bir belgedir. Tahsis edilen alanın mülkiyetinin tescili için yeterli değildir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tapu tahsis belgesine ilişkin 1996/14-763 E. 1996/864 K. Numaralı kararında “İlgilisine ancak kişisel hak sağlayabilir ve salt tahsis belgesinin varlığı tahsis edilen yerin tahsis edilen adına tescilini sağlayamaz. Somut olayda tahsis belgesinin yerindeliği idari yargıdan da geçmek suretiyle kesinleşmişse de genelde idarece koşullarının gerçekleşmediği saptandığında iptal edilebilir. Anılan belge ancak bunu veren idarece taşınmazın bulunduğu yörede imar ıslah çalışmalarının başlaması halinde ilgilisine tapu verilmesi vaadini taşıyabilir. O itibarla da olayda uyuşmazlığın niteliği de gözetilerek öncelikle tapu tahsis belgesine konu yapılan taşınmazı kapsar biçimde yörede imar ıslah uygulamasına başlanmış olup olmadığının, başlanmışsa bu yerin herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediğinin, davacıya dayandığı tahsis belgesine karşılık başka bir yerden tahsis yapılıp yapılmadığının kesin olarak saptanması gerekir.” şeklinde tapu tahsis belgesinin genel olarak özellikleri belirtilmiştir.

Yargıtay 14. Daire 2001/5435 E. 2001/5835 K. Numaralı kararına göre tapu tahsis belgesi münhasıran sahibine tapu iptali ve tescili isteme hakkı sağlamasa da ıslah imar planı yapılmış, taşınmaz müstakil imar planlarına bölünmüş ve tapuya işlenmiş ise şahsi hak sağlayan bu belge ile tescil talebinde bulunulabilir.

Bununla birlikte tapu tahsis belgesinin sağladığı şahsi hak üçüncü kişilere devredilebilir.

Örneğin; Yargıtay 14. Hukuk Daire 2004/7835 E. 2005/1766 K. Numaralı kararında “Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri bakım borcuna karşılık, bir mamelek yahut bazı malların temlikini geçirim borcu yükleyen sözleşmelerdendir. Açılan bu davada, bakım borçlusu olan davacı, edimini yerine getirdiğini ileri sürerek 13.9.2000 tarihli biçimine uygun sözleşmenin konusu olan bakım alacaklısı üzerindeki tahsis belgesinin adına tescilini istemiştir. Mahkemece doğru olarak saptandığı üzere tahsis belgesi ilgilisine mülkiyet hakkı sağlamayan, yalnızca fiili kullanmayı belirleyen, kişisel hak kazandıran zilyetlik belgesidir. Bu özelliği gereği tapu tahsis belgesinin istisnalar dışında tapuya tescil olanağı yoksa da; davadaki istem, bakım alacaklısı adına olan tahsis belgesi ile kazanılan şahsi hakkın, davacı bakım borçlusuna geçtiğinin tespiti talebini de kapsayacağından, mahkemece tescil talebinin bu doğrultuda değerlendirilerek tespit hükmü kurulmak suretiyle dava kabul edilmelidir.” Tapu tahsis belgesi, ölünceye bakım sözleşmesi edimi olarak bakım borçlusuna ifa edilmiştir.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2014/103 E. 2014/1502 K. Numaralı “… davalının ..ada ..parsel sayılı taşınmazda 10.01.1985 tarihli 634 nolu tapu tahsisi belgesi ile kendisine tahsis edilen 276 m2’lik yerin 120 m2 kısmında bulunan gecekonduyu 35.000.000 TL bedelle davacıların murisleri E. Ö.’e satıp zilyetliğini devir ettiğini gösteren sözleşme ibraz etmişlerdir. Taraflar arasında düzenlenen bu 21.07.1992 tarihli sözleşme alacağın temliki hükümlerine tabi olması nedeniyle geçerli olduğundan işin esası incelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.” kararı ile sahibinin, tapu tahsis belgesini satım sözleşmesine konu ederek üzerinde tasarrufta bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, 2013/269 E. 2013/2551 K. Numaralı kararında tapu tahsis belgesinin tescili için gerekli şartları belirtmiştir. Belirtilen şartları incelemek gerekirse:

a. Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesinin bulunması

Hukuki yönden geçerli bir tapu tahsis belgesi diğer şartlar da mevcut olduğu takdirde tapu tescil talebine dayanak oluşturabilir. Mahkeme tarafından II ve III. başlıkta irdelenen hususlara uygun olmaması nedeniyle iptal edilen, idare tarafından kaldırılan ve 2981 sayılı kanunun 10. maddesinde belirtilen idareye re’sen terkin yetkisi verilen durumların gerçekleşmesi sonucu terkin edilen tapu tahsis belgeleri kullanılamaz.

 b. Tahsise konu yerde 3194 sayılı Yasanın 18.maddesi uyarınca imar planı veya 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasa uyarınca ıslah-imar planlarının yapılmış olması

3194 sayılı İmar Kanunu 18. maddeye göre imar planı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye encümenince, dışında il idare kurulunca oluşturulan, imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleri ile yol fazlaları ile kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yer­lerle birleştirme, bunları yeniden imar plânına uygun ada ve parsellere ayırma, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sa­hip­le­rine dağıtma ve re’sen tescil işlemlerini içeren planlardır.

3290 sayılı kanun ile bazı maddeleri değiştirilen ve bazı maddeler eklenen 2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmelikte yapılan tanıma göre ıslah imar planı, “Düzensiz ve sağlıksız biçimde oluşmuş yapı topluluklarının veya yerleşme alanlarının, sınırları belli edilmek suretiyle, mevcut durumu da dikkate alınarak dengeli, düzenli ve sağlıklı hale getirilmesi amacıyla, halihazır haritalar üzerine yapılan ve yapılanma şartlarını da belirleyen imar planıdır.”

Aynı yönetmeliğin 20. maddesinde ise ıslah imar planı yapılabilecek yerler düzenlenmiştir. Bu yerler; bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış gecekondu alanları, üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan hisseli arsa veya araziler, üzerinde imar planı ve mevzuat hükümlerine aykırı yapılanmalar bulunan ve bu nedenle, uygulama kabiliyeti kalmamış olan imar planı olan alanlar, ıslah imar planı olabilecek nitelikleri taşımadığı belediye ya da valilikçe belirlenen, özel parselasyon planı bulunan alanlardır.

Bahsi geçen durum Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “…hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür.” şeklinde yer almıştır. Kararda da açık olarak belirtildiği üzere taşınmazın bulunduğu parseli içeren bir ıslah imar planı tescil için bir ön şarttır.

 c. İlgilisine, tapu tahsis belgesi gereğince bir başka yerden tahsis yapılmamış olması

İlgili kanun başvurucuların hak sahibi olabilmeleri için; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmama şartını getirmiştir.

Danıştay 6. Daire, 1991/1161 E. 1992/3272 K. Numaralı kararında“ tapu tahsis belgesinin verildiğinin ancak davacının müracaat formunda <arsam var> şeklinde beyanda bulunduğunun ve bu nedenle tapu tahsis belgesinin iptal edildiğinin anlaşıldığı, mahkemece verilen ara kararına cevaben Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğünün yazısında İl sınırların da davacı adına kayıtlı gayrimenkul kaydı bulunmadığının belirlendiği, 21.4.1983 tarihli müracaat formunda <arsa> kısmının sehven işaretlendiğinin tespit edildiği, bu nedenle davacıya verilen tapu tahsis belgesinin iptali yolunda işlem tesisinde mevzuata uyarlık bulunmadığı…”gerekçesiyle dava konusu ilk derece mahkemesi tarafından verilen iptal kararını onamıştır. Tapu tahsis belgesi sahibinin arsası olduğuna dair sehven beyanda bulunması dahi idare tarafından  işlemin kaldırılması için yeterli görülmüştür.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması

2981 sayılı kanunun 10. maddesi tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiğini açıkça düzenlemiştir. İlgili madde ise; “ Üzerinde yapılanma bulunan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler valiliğin talebi üzerine, belediye veya özel idareler adına resen tapuya tescil edilir. Islah imar planlarında genel bütçeye dahil dairelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılan veya ayrılacak olan veya bir kamu hizmeti için lüzumlu görülen arsa veya araziler eski sahibi kamu idarelerine veya o işe tahsil edilmek üzere hazineye aynı şartlarla geri verilir.

Bu tespit sırasında özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, ibadet yeri ve benzer kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise, bedelsiz olarak ilgili idareler adına tespit ve tescil edilir.” şeklinde kaleme alınmıştır.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1996/14-763 E. 1996/865 K. Numaralı kararında da tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiği açıkça zikredilmiştir.

 e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliklerinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılması

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değerinin uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olması

2981 sayılı kanun m.18’e göre arsa bedellerinin belediyeler ve valiliklerce tespitinde hak sahiplerinin beyanları esas alınır. İdarece gerekli görülmesi durumunda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre bedel tespiti yaptırılır. Beyan edilen değer, tespit edilen değerin 2/3 ünden düşük ise tespit edilen değer, aksi takdirde beyan edilen değer esas alınır.

2981 Sayılı Kanun Gereğince Kurulan Fonun Harcama Esaslarını Düzenleyen Yönetmeliğin 9. maddesindeki düzenlemeye göre, yapılmış gecekonduların sahipleri tarafından beyan edilen arsa veya arazi bedelleri, peşin veya ilk taksidi tapu tahsisi yapılan tarihten itibaren en geç 4 ay içerisinde ödenmek ve 4 yılda 12 eşit taksitle ödeme tamamlanmalıdır. Ödeme, arsa veya arazi sahibi kuruluşlarınca tahsil edilir ve tahsilin ardından derhal gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise, belediye emrinde oluşturulan, gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise, valilik emrinde oluşturulan fon hesabına yatırılır.

Uygulama yönetmeliğinin 19. maddesine göre, arsa tahsis eden kuruluş tarafından arsa bedeli peşin veya ipotek temin etmek suretiyle alınır. Kanunun 9(b) hükmüne göre ise Vakıflar  Genel  Müdürlüğünün  idare  ettiği  arsa  veya  arazileri üzerine yapılmış gecekondulardan alınan arsa bedelinin % 60’ı Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresindeki Akar Toprak Fonuna, % 40’ı da bu Kanunun fon hesabına yatırılır.

2981 sayılı kanun m.9’a göre bedelden ödeme yapılmamış ise, 775 sayılı Gecekondu Kanununun 26’ncı maddesinde düzenlenen “arsa ve binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden” bedel tespit edilir ve tahsil edilmek suretiyle yeni sahibi adına tapuya tescil edilir. Binalar ve konutlar, valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmi beşi (% 25) peşin olarak yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir.

g. İmar parsellerinin oluşturulması sırasında, şuyulandırmaya tabi tutulan parselden 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 18/b-c maddesi uyarınca düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediğinin, kesilmiş ise uygulanan oranın saptanması gerekir

Düzenleme ortaklık payı, genel hizmetler için kullanılmak üzere ve düzenleme dolayısıyla oluşan değer artışları karşılığında düzenlemeye konu edilen arsa ve arazilerin, düzenlemeden önceki yüzölçümlerinden %40’a varıncaya kadar kesilebilen tutar ve/veya zorunluluk dolayısıyla kesilememesi durumlarında sahibinin de uygun görmesi ile alınan parasal karşılıktır[2]. Düzenleme ortaklık payı oranının üst sınırı %35 ile sınırlı iken 5006 sayılı kanun ile %40 olarak değiştirilmiştir.

3194 sayılı İmar Kanunu m.18’e göre düzenleme ortaklık paylarının kullanılabileceği alanlar tahdidi olarak sayılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan, park, otopark, çocuk ba1hçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesisler haricinde bir maksatla kullanılamaz.

h. Mahkemece, yukarıda belirtilen koşullar doğrultusunda yapılacak inceleme sonucunda, tescil isteğinin kabulü için yasal koşulların oluştuğu kabul edildiği takdirde, 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 10/C-2 maddesi gereğince tahsise konu yerde uygulanan düzenleme ortaklık payının (DOP) davacıyı da bağlayıcı nitelikte olduğu dikkate alınarak tahsis miktarından bu oranda yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilmelidir.

Yukarıda belirtilen şartları sağlayan hak sahibi, gerekli prosedürleri tamamlayarak tapu tahsis belgesi ile tapu siciline tescil talebinde bulunabilir. Tescil talebinde bulunurken aşağıdaki belgelerin talepçi tarafından ibraz edilmesi zorunludur. Bu belgeler: başvuru dilekçesi, noter onaylı beyanname ve taahhütname , tapu tahsis belgesi, imar affı müracaatı belgesi, 2000 TL’lik banka makbuzu, toprak parası ödenmiş ise banka dekontu, satışlı yerler için noter satış belgesi, vefat edenler için veraset ilamı, kimlik fotokopisi, bağlı bulunan muhtarlıktan form-5 belgesi, imar durumu ve bazı durumlarda nüfus kayıt örneği ve isim, soy isim değişikliklerinde mahkeme kararıdır.

IV. Gecekondusu Muhafaza Edilemeyen Hak Sahipleri

Islah imar planı yapılıp onaylanıncaya kadar hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde yapılmış, tehlike arz etmeyen ve Kanunun 14.maddesi kapsamında kalmayan gecekondular aynen muhafaza edilir.

Hazırlanan ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri ile, 2981 sayılı kanun m. 10(b) ve uygulama yönetmeliği m. 25/3 düzenlemesi uyarınca, hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde olan veya Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir.

Yapılan ıslah imar planına uygun olmaması nedeniyle gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parselleri, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre verilir. Bununla birlikte, tarihi veya mimari bir eserin bütünlüğünü bozduğuna, belediye veya valilikçe karar verilen gecekondulara da tapu tahsis belgesi verilemeyeceğinden bu alanlarda kalan gecekondu sahiplerine başka bir yerden, belediye veya valilikçe öncelikle arsa tahsis edilir.

Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “ Yasa hükümleri uyarınca, hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gecekondunun imar affı başvurusundan önce imar planı yapılmış ve bu plan koşullarının geçerli olduğu bir taşınmaz üzerinde bulunması halinde, bu gecekondunun 2981 sayılı Yasa uyarınca bulunduğu yerde korunması ve hak sahibine bu yerden tapu verilmesi yasal olarak mümkün olmadığından, hak sahibi sıfatını taşıyanlara gecekondu önleme veya ıslah bölgelerinden veya yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parsellerinden müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre tahsis yapılması gerekmektedir.” şeklinde hüküm kurmuştur. Aynen muhafaza edilemeyen gecekondu sahibinin tapu tahsis belgesiyle elde ettiği şahsi hak bu düzenleme ile korunmuştur.

Danıştay 14. Daire 2011/9305 E. 2013/5456 K. Numaralı kararı “yapı yerinde korunamıyorsa başka bir ıslah veya gecekondu bölgesinden ya da alanda üretilecek konutlardan davacıya tahsis yapılması gerekirken, kentsel dönüşüm alanında ne zaman yapılacağı belli olmayan konutlardan daire tapusu verileceğinden bahisle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.” yönündedir. Kararda, kentsel dönüşüm alanında tahsis edilecek yapıların hak sahibine belirsiz olması yönüyle koruma sağlamayacağı, korunamayan yapı için başka bir ıslah veya gecekondu bölgesi ya da alanda üretilecek konutlar tahsis edilmesinin asıl olması sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı hukuka uygun bulunmamıştır.

2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmeliğin 25. maddesine göre, gecekondusu muhafaza edilemeyip tasfiye edilen hak sahiplerine enkaz bedeli, belediye veya valiliklerce tespit ediliri ve bu bedel, Kanun gereğince kurulan fondan hak sahiplerine ödenir.

V. KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA KALAN YAPILARDA HAK SAHİPLİĞİ     

Sanayi devrimi ile birlikte kentler, geçirdikleri sosyal, ekonomik, teknolojik, ideolojik geçirdiği değişimlerle birlikte kent yapısı da bu etkenler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu değişim ve dönüşümler, kimi zaman mekan ve yaşam kalitesini arttırıcı yönde olurken; kimi zaman da mekanın ekonomik, toplumsal, çevresel ve fiziksel çökme ve bozulması olarak kendini gösterir[3]. Bu anlamda kentsel dönüşümü, çökme ve bozulma olan kentsel mekanın ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü[4] olarak tanımlayabiliriz.

Belediye Kanunu m.73’e göre belediye sınırlarında ise belediye; büyükşehir belediyesi sınırlarında ise büyükşehir belediyesi

-konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,

-eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, -kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya

-deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla, belediye meclisi kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması şarttır.

Kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetimlerin yer seçimi yaparak belediye meclis kararı alınması sonucu kentsel dönüşüm çalışmasının yürütülebilmesi için mülkiyet sahiplerinin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.

Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında hak sahipliği Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde düzenlenmektedir. 73. Madde “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna istinaden, hak sahibi olmuş kimselerle anlaşmaları halinde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında hakları verilir.

 (Ek cümle: 10/9/2014 – 6552/122 md.) Anlaşma sonucu belediye mülkiyetine geçen gayrimenkuller haczedilemez. 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedelleri verilir veya belediye imkanları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilir. Bu kapsamda bulunanlara Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilir. Enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilir.” hükmünü içermektedir.

Proje alanında kişilerin hak sahibi olabilmeleri için gayrimenkul sahipleri ile 2981  sayılı kanunla hak sahibi olmuş kişilere anlaşma şartı getirilmiştir.

Danıştay 6. Daire’nin bu hususla ilgili 2010/8785 E. 2011/293 K. Numaralı “ Yalı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Alan sınırları dahilinde kalan zemin üstü tesislerinin (gecekondu) 4650 sayılı yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümleri uyarınca kamulaştırılmasının Belediye Encümeninin 08.05.2008 günlü, 1101 sayılı kararı ile uygun görüldüğü, bunun üzerine yasal prosedüre devam edilerek Döndü Dinç’in sahibi bulunduğu 6518/9 Sokak, No:21 adresinde bulunan tek katlı imar affı başvurusu olan zemin üstü için 24.11.2008 tarihinde Uzlaşma Komisyonu ile görüşmeye çağrıldığı ancak herhangi bir başvurusunun olmadığı, Döndü Dinç veya mirasçıları ile uzlaşma sağlanamaması üzerine Karşıyaka 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde 2009/63 E. Sayısıyla kamulaştırma davası açıldığı…” kararında da ifade edildiği üzere öncelikle uzlaşma yolunun tüketilmesi gerektiği belirtilmiştir.

VI. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA TAPU TAHSİS BELGESİ DÜZENLENMİŞ YAPILAR

Türkiye’nin büyüklük ve kapsam bakımından en büyük projesi olan Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, proje alanı sınırları içindeki her tür ve ölçekli planlar, inşa edilecek resmi ve özel her türlü yapı, alt yapı ve sosyal donatı düzenlemeleri ve kamulaştırma işlemlerini içerir. Böylesi büyük bir alanda yürütülen proje dahilinde ise birçok taşınmaz, yapı, parselle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışan hususlarda gerek özel kişiler gerek özel kişiler ile idare arasında birçok uyuşmazlık vuku bulmaktadır.

5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu’nun 5. maddesi, proje alan sınırları içerisinde kalan bölgede Proje için ihtiyaç duyulan arazi ve arsalardan, kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunanlar bedelsiz olarak Belediyeye devredilir. Gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller ile 24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna göre hak sahibi olan kişilerin haklarına konu gayrimenkuller, malikler ve hak sahipleriyle yapılacak anlaşmalar çerçevesinde Projede kullanılır. Bu anlaşmaların usul ve esasları yönetmelikle belirlenir. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller Belediye tarafından kamulaştırılabilir.

Malikler ve hak sahiplerinin belediye ile yaptıkları bu sözleşme borçlar hukuku anlamında bir sözleşme olup genel hükümler uyarınca geçersiz olmadığı müddetçe taraflar açısından bağlayıcıdır.

Usul ve esasların düzenlendiği 5104 sayılı kanun yönetmeliğinin üçüncü bölümü “2981 Sayılı Kanuna Tabi Tapu Tahsis BelgeliGecekondulara Uygulanacak Esaslar” kenar başlığıyla bu yapılarla ilgili düzenlemeleri içermektedir. İlgili bölümdeki hükümler şu şekilde düzenlenmiştir;

“Madde 12: Tapu tahsisli gecekondu maliklerine nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek konut verilir.

Madde 13:Tapu tahsis belgesi bulunan gecekondu maliklerine proje alanı içerisinde üretilecek ve nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek hak sahipleri konutlarından verilmesi için konut sözleşmesi yapılır.

Madde 14:Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2 olup arsa borcu bulunmayan hak sahiplerine Belediye Meclisince belirlenecek büyüklükte bir adet konut verilir. Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2’den az olan maliklerin eksik arsa oranları, konut sözleşmesi ile Belediye Meclisince tespit edilecek konut büyüklüğünün inşaat maliyet bedeli oranı üzerinden hesaplanacak bedele, gecekonduya ait varsa arsa borcu da ilave edilerek, toplamdan; tesis ve müştemilata ait enkaz bedelidüşülerek borçlandırma yapılır.

Madde 15:Tapu tahsisli tesis müştemilat ve ağaçların kıymet takdir bedelleri Belediye tarafından oluşturulacak kıymet takdir komisyonunca belirlenir. Maliklere verilecek konutların Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yayımlanan inşaat maliyet değerleri üzerinden maliyet bedelleri belirlenerek maliyet bedellerinden enkaz bedelleri düşüldükten sonra kalan bedel sözleşme tarihinden itibaren bir sonraki aydan başlayarak taksitle ödenir. Taksit esasları Belediye Meclisince belirlenir.”

Belediye tarafından oluşturulan kıymet takdir komisyonları tarafından bina müştemilat ve ağaçlar için yapı bedeli ve enkaz bedeli tespit edilir. Uygulamada ise 5104 sayılı kanun, kanunun uygulama yönetmeliği ve belediye meclisi kararı ile yapı belediyeye devredilir. Yönetmeliğin 14. maddesi uyarınca devredilen taşınmazlar için yalnızca enkaz bedeli belediye tarafından ödenmektedir. Devreden kişiler yalnızca enkaz bedelinin değil,  tüm yapı bedelinin ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bakiye bedelin tahsili için icra takibi başlatmıştır. Takibe yapılan itirazlar için açılan ve ardından temyiz edilen itirazın iptali davalarında Yargıtay 13. Dairesi kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki tapulu[5], tapu tahsis belgesiz tapusuz[6] ve tapu tahsis belgeli yapılara ilişkin kararları bulunmaktadır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2015/20273 E., 2016/682 K. Numaralı kararında “Çözülmesi gereken sorun davacıya yapı bedelinin tamamının mı yoksa sadece enkaz bedelinin mi ödenmesi gerektiği hususudur

Belirtilen düzenlemelerin incelenmesinde, tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde arsa üzerindeki yapılara ait enkaz bedelinin esas alınacağının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 

Öte yandan tarafların anılan mevzuat hükümleri çerçevesinde imzaladıkları … Dönüşüm ve Gelişim Projesi Tapu Tahsis Belgeli Tesis Karşılığı Konut Sözleşmesinde hak sahibinin alacağı belirlenirken arsa üzerindeki tesis ve müştemilata ait enkaz bedeli esas alınarak bakiye alacağın belirleneceğinin kararlaştırıldığı açıktır.

Taraflar arasında düzenlenen bu sözleşme; özel hukuk hükümlerine tabi ve geçerli bir sözleşme olduğundan taraflar yönünden bağlayıcıdır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (b) fıkrası; gerek … Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14. maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleri ile imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlar ile ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulunun 10.06.2015 gün 2014/13-1500 esas, 2015/1519 karar numaralı kararı da bu yöndedir.

Yukarıda belirtilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde davacının sözleşme kapsamında davalıya devrettiği gecekondusu için sadece enkaz bedeli isteyebileceği, enkaz bedelinin de davacıya ödenmiş olması karşısında davacının başka bir şey talep edemeyeceği anlaşıldığından davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön göz ardıedilerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.” biçiminde ifade edilmiştir.[7] Gerek açık kanun hükmü gerek aralarındaki sözleşmeye binaen davacıların yapı bedelini talep etme olanakları mevcut değildir.

Kararda zikredilen Hukuk Genel Kurulu kararında “tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 s. Kanun’un 13 üncü maddesinin (b) fıkrası; gerek Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14 üncü maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleriyle imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlarla ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

VII. SONUÇ

20. yy’ın sonlarında cazibe merkezi olan şehirlere yapılan yoğun göç nedeniyle barınma problemleri boy göstermiş ve imar mevzuatına aykırı yapılar toplumsal bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu kişilerin durumunun iyileştirilmesi ve çözüm üretilmesi amacıyla yapılan girişimlerden biridir.

Her ne kadar bu belge mülkiyet hakkı gibi mutlak bir hak, geniş tasarruf imkanı sunmasa da sahibine sağladığı şahsi hak iyileştirici bir durum sağlamakta ve tamamen koruma dışında bırakmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın gerekli özellikleri haiz ise hak sahibi tescil talebinde bulunabilecektir. Uzun yıllar ikamet ettiği, yaşamını idame ettirdiği, vergilerini ödediği yapının maliki sıfatını kazanabilmesi imkanı, ev veya işyeri sahibi olmayı umut eden kişiler için umudun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Yapılan imar, ıslah imar planları, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yalnızca taşınmaz maliklerinin değil, tapu tahsis belgesinin sağladığı hak sahipliği ile de bu alanlarda tahsis sağlanması fiili durumun göz ardı edilmediğinin bir göstergesidir. Yeni proje alanlarında hak sahiplerini de gözeterek yapıların korunması veyahut korunamadığı takdirde denk bir şekilde tahsis sağlanması salt ekonomik çıkar gözetilmeyen, sosyal yönü de bulunan bir karardır.

6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca 2981 sayılı kanun 31.05.2018 tarihinde yürürlükten kalkacaktır. İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı kanunun yürürlük tarihinin uzatılarak işlerliğini sürdürmesi ve getirilerinin hak kaybı yaşanmaması amacıyla gündemde tutulmalıdır. Veya kanun kapsamından yararlanabilecek kişi gruplarına yeterli bilgilendirmeler yapılmalı vr mülga tarihibe kisa bir zaman kalmasi sebebiyle mağduriyetleri önleme amacının göz önünde bulundurmalıdır.

[1] ŞİMŞEK, Suat, İmar Hukuku, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, Ocak 2010, s.25

[2] http://emektd.com.tr/Images/Uploads/Files/1608130308_imaruygulamasiveduzenlemeortaklikpayi.pdf

[3]SELİM,Ertan, Kentsel Dönüşüm Projelerinin Sosyoekonomik Boyutlarının İncelenmesi Yüksek Lisans Tezi,  Konya, 2011, s.3   http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1702/294466.pdf?sequence=1    (Akkar, 2006:29).

[4] TMMOB Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi, Kentsel Dönüşüm ve Bursa Raporu

[5]Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 20081  Karar: 2017 / 3330

[6] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 10724 Karar: 2017 / 370, Esas: 2016 / 27463 Karar: 2017 / 3682, Esas: 2015 / 4452 Karar: 2016 / 648

[7] Aynı yönde bkz. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 1585 Karar: 2016 / 6956, Esas: 2014 / 39510 Karar: 2014 / 39791, Esas: 2015 / 32960 Karar: 2016 / 17735, Esas: 2015 / 37215
Karar: 2016 / 4190

 

Türk Hukukunda Devre Mülk Sözleşmeleri

Türk Hukukunda Devre Mülk Sözleşmeleri

07 Şub Çarşamba
13:08

TAPU TAHSİS BELGESİNİN NİTELİĞİ VE TAPUYA ÇEVRİLMESİ İŞLEMİ

AV. MURAT TEZCAN- AV. NURAY ÇIRAKOĞLU


I.Tapu Tahsis Belgesi

Tapu tahsis belgesi, İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun ile düzenleme altına alınmıştır. İşbu kanunun gerekçesinde kanunun amacı, ekonomik ve sosyal nedenlerle birer çekim merkezi haline gelen kentlere akın eden vatandaşların mutlak olan barınak ihtiyaçlarının giderilmesi, imar mevzuatı ve planlara uygun hale getirilebilecek yapıların belli şartlarda hukukileştirilmesi olarak belirtilmiştir. En temel ihtiyaçlardan biri olan barınma ihtiyacını dahi karşılayamayacak durumdaki dar gelirli vatandaşların mağduriyetini gidererek bu durumda olanlara aileleriyle birlikte barınma olanağı sağlamak için hazine, belediye, il özel idaresi ve vakıf arazisi üzerine yapılan, barınma amacıyla ya da kısmen barınma kısmen işyeri olarak kullanılan kaçak yapıları meşrulaştırılmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu amacın bir görünümü olarak hukuk düzeninde yer bulmuştur.

 II. 2981 SAYILI KANUNUN KAPSAMI

Kanunun kapsamını belirleyen 2981 sayılı kanunun 2. maddesi ile kanunun uygulama yönetmeliğinin 3. maddesi uyarınca:

(a)Belediye ve mücavir alan sınırları içinde 17.01.1957 tarihinden sonra yapılan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ile bu tarihten sonra kurulmuş belediyeler ve yine bu tarihten onaylanmış mücavir alan sınırları içinde yapılmış olan,

b) 6785 sayılı Kanuna 1605 sayılı Kanunla eklenen Ek 7 ve 8 inci maddeler gereğince çıkarılan yönetmeliğin 103 maddesi kapsamına giren,

c) İstanbul Boğazı, Sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazı’nda 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden önce yapılan veya inşaasına başlanan gecekondu ve imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar

d) (b) bendi dışında kalan sanayi, depolama, turistik ve tarımsal yapılar olarak tanımlanmıştır.

Gecekondular bu kanunun ile ilgili taşınmazlardan olsalar dahi her türlü gecekonduyu 2981 sayılı kanunun kapsamında değerlendiremeyiz. Danıştay 6. Daire’nin 2005/894E. 2007/1284 K., sayılı kararında  “Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 1967 yılında 775 sayılı Yasa uyarınca <Gecekondu Önleme Bölgesi> olarak ilan edilmiş bulunan bu alanda kalan gecekondular nedeniyle daha sonra 2981 sayılı Yasa uyarınca yapılan af başvurusunun kabul edilmesi suretiyle tapu tahsis belgeleri düzenlenmiş ise de, 775 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanması gereken bir alanda 2981 sayılı Yasa hükümlerine dayanılarak işlem tesis edilmesi mümkün değildir.”[1] şeklinde ifade edilmiştir. 775 sayılı kanundan kaynaklanan bir düzenlemenin ardından 2981 sayılı kanun uyarınca hak sahipliği düzenlenmesi hukuka uygun bulunmamış, 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile 2981 sayılı kanunun birbirini dışladığı karar altına alınmıştır.

2981 sayılı kanun m.14, bu kanundan yararlanamayacak olanlar kenar başlığıyla bazı yapılar kapsam dışında tutulmuştur.

a) Her ölçekte imar planında başka maksatla tahsis edilmiş alanlardaki sınai kuruluşlara ait olmayan tehlikeli madde depoları ile imar planında tehlikeli madde depoları için ayrılmış yerlerde bu depolar dışındaki her türlü ruhsatız yapılar,

b) 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun yapı yasağı koyduğu alanlarda veya Milli Savunma Bakanlığına tahsisli olan veya tahsissiz olarak Milli Savunma Bakanlığınca kullanılmakta olan arsa ve araziler üzerinde inşa edilen yapılardan; bu Kanunun yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl içinde askeri makamlardan muhafazası için izin alınamayan yapılar,

c) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca ilan edilmiş bulunan “Turizm Alanlarında” ve “Turizm Merkezlerinde” imar mevzuatına aykırı inşa edilmiş veya inşaası devam eden ancak bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde yürürlükteki çeşitli ölçekli imar planlarıyla getirilmiş bulunan kararlara uygun hale getirilmeyen yapılar,

d) 5 Haziran 1945 tarih ve 4749 sayılı Kanunla onaylanmış bulunan Sivil Havacılık Anlaşması’nın 14 sayılı teknik mania esaslarına uymayan ve havaalanları civarında uygulanmak üzere 7 Ağustos 1978 tarih ve 7/16130 sayılı Kararnameye göre, Ulaştırma Bakanlığınca 1/1000 ölçekli harita üzerinde sınırları belirlenecek saha içinde bulunup da yapımcı veya yapı sahibine yapılan tebliğden itibaren 1 yıllık süre içinde tebliğ esaslarına uygun hale getirilmeyen yapılar,

e) İçme ve kullanma suyu temin edilen ve edilecek olan baraj, göl, gölet gibi satıhta bulunan su kaynaklarının mutlak ve kısa mesafeli koruma alanı ve içme ve kullanma suyu temin edilen yeraltı su kaynakları etrafında bırakılan koruma alanı içerisindeki yapılar,

f) 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve (…) (1) Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular ile 1 Ekim 1983 tarihinden sonra inşasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar,

g) Karayolları kamulaştırma sınırına tecavüz edilen ve konut olarak kullanılan yapılarla kamulaştırma sınırına 10 metreden daha yakın olan ve konut dışı maksatlarla kullanılan yapılar, (Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde mal sahiplerine tebliğ edilmesinden en geç on sekiz ay içinde tecavüz durumları giderilmeyen yapılar bu Kanunun 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamına girer.

h) TCDD Genel Müdürlüğü mülkiyetinde bulunan gar, istasyon, lojman, liman sahalarıyla demiryolu güzergahları üzerinde TCDD Genel Müdürlüğünün izni alınmadan yapılan yapılar,

i) Kıyı tanımına giren yerlerde gerçek kişilere veya hukuk tüzel kişilerine ait yapılar

olarak tahdidi biçimde sayılmıştır.

 III. Tapu Tahsis Belgesinin Verilmesi usulü

2981 sayılı kanunun “Tapu Verme” kenar başlıklı 10(a) maddesinde “hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde, gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar, 12 nci madde hükümlerine göre tespit ettirildikten sonra, kayıt maliki kamu kuruluşunca bu yer hak sahibine tahsis edilir ve bu tahsisin yapıldığı tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterilerek ilgilisine “Tapu Tahsis Belgesi” verilir. Tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder.” düzenlemesi yer almaktadır.

Lehine hak sahipliği tahsis edilmesini talep eden şahıs, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere; dışında ise valiliğe müracaat etmelidir. Müracaat, 2981 sayılı kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 8 Mart 1984’ten itibaren 6 ay içinde yapılmış olmalıdır. Bu süre geçtikten sonra müracaat etmek için ise müracaat bedeli olarak belediye veya il özel idaresi hesabına 2.000 TL ödenmelidir.

Yapılan müracaat, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından tespit edilir ve bununla birlikte mevzuattaki prosedür izlenerek gecekonduların tespit ve değerlendirmeleri yapılır. Yeminli Özel Teknik Büroları tarafından başvurucunun verdiği bilgiler doğrultusunda gerekli formlar doldurulur.

Mevzuat hükümleri uyarınca tespit kapsamı tarih açısından sınırlandırılmıştır. 10.11.1985 tarihinden önce başlanmış, temel inşaatı tamamlanmış veya sömel betonları dökülmüş olmak kaydı ile hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare etmekte olduğu arsa veya arazilerdeki mesken, kısmen işyeri veya konut olarak kullanılan veya evvelce konut olarak kullanılıp sonra işyerine çevrilen gecekondular ile imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar dahil tutulmuştur. Bir diğer sınırlama ise yapının alanına yönelik olarak getirilmiştir. 400 m2’den fazla bir alan için arazi tahsisi yapılamamaktadır.

Başvurucunun mülkiyetindeki yapının tespiti için baz alınan durum tapu tahsis belgesinin düzenlendiği andır. Kanunun yürürlükte olduğu dönemde mülkiyetinde olup sonraki bir tarihte satışı gerçekleştirilmesi, tapu tahsis belgesi düzenlenmesine engel teşkil etmez. Bu yönde verilen Danıştay 1. Daire’nin 1989/109 E. 1989/156 K. Numaralı kararında  şu şekilde ifade edilmiştir; “Yasanın yürürlük tarihi olan 8 Mart 1984 gününde mülkiyetinde bulunmakla birlikte tapu tahsis belgesi düzenlenmeden önce, tapulu taşınmazını satan kişilerin sahip oldukları gecekondusu için hak sahibi olamayacaklarına dair bir hükmün Yasada yer almadığı gibi birden fazla gecekondusu olanların yukarıda belirtilen hükümlere göre hak sahibi olabileceği gecekondu dışında kalan gecekondularını satmasını engelleyen bir hükme de rastlanmamaktadır.”

Aynı kararın devamında ise Daire adına tahsis edilen yapının satışını engelleyen bir durumun olmadığını, yapıyı satın alan kişinin tapu tahsis belgesi talebinde bulunabileceği hatta tapu tahsis belgesi düzenlenen yapı için satış belgesi ile birlikte tescil talebinde bulunabileceğini şu şekilde ifade etmiştir. “2981 sayılı Yasa kapsamında bulunan bir gecekondunun tapu tahsis işlemi yapıldıktan sonra hak sahibi niteliklerini taşıyan bir kişiye satışının yapılması ve satış belgesi ve tapu tahsis belgesi ibraz edilmek kaydıyla tapu işlemlerinin satın alan kişi adına yürütülmesine, başvurusu yapılmış ancak tapu tahsisi henüz yapılmamış gecekondunun, hak sahibi niteliklerini taşıyan bir başka kişiye satılması ve tapu tahsis belgesinin satın alan kişi adına düzenlenmesine olanak tanınmıştır.”

IV. Tapu Tahsis Belgesinin Tapuya Çevrilmesi

Tapu tahsis belgesi, mülkiyeti değil, yalnızca şahsi hak sahipliğini gösteren bir belgedir. Tahsis edilen alanın mülkiyetinin tescili için yeterli değildir.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun tapu tahsis belgesine ilişkin 1996/14-763 E. 1996/864 K. Numaralı kararında “İlgilisine ancak kişisel hak sağlayabilir ve salt tahsis belgesinin varlığı tahsis edilen yerin tahsis edilen adına tescilini sağlayamaz. Somut olayda tahsis belgesinin yerindeliği idari yargıdan da geçmek suretiyle kesinleşmişse de genelde idarece koşullarının gerçekleşmediği saptandığında iptal edilebilir. Anılan belge ancak bunu veren idarece taşınmazın bulunduğu yörede imar ıslah çalışmalarının başlaması halinde ilgilisine tapu verilmesi vaadini taşıyabilir. O itibarla da olayda uyuşmazlığın niteliği de gözetilerek öncelikle tapu tahsis belgesine konu yapılan taşınmazı kapsar biçimde yörede imar ıslah uygulamasına başlanmış olup olmadığının, başlanmışsa bu yerin herhangi bir kamu hizmetine tahsis edilip edilmediğinin, davacıya dayandığı tahsis belgesine karşılık başka bir yerden tahsis yapılıp yapılmadığının kesin olarak saptanması gerekir.” şeklinde tapu tahsis belgesinin genel olarak özellikleri belirtilmiştir.

Yargıtay 14. Daire 2001/5435 E. 2001/5835 K. Numaralı kararına göre tapu tahsis belgesi münhasıran sahibine tapu iptali ve tescili isteme hakkı sağlamasa da ıslah imar planı yapılmış, taşınmaz müstakil imar planlarına bölünmüş ve tapuya işlenmiş ise şahsi hak sağlayan bu belge ile tescil talebinde bulunulabilir.

Bununla birlikte tapu tahsis belgesinin sağladığı şahsi hak üçüncü kişilere devredilebilir.

Örneğin; Yargıtay 14. Hukuk Daire 2004/7835 E. 2005/1766 K. Numaralı kararında “Ölünceye kadar bakım sözleşmeleri bakım borcuna karşılık, bir mamelek yahut bazı malların temlikini geçirim borcu yükleyen sözleşmelerdendir. Açılan bu davada, bakım borçlusu olan davacı, edimini yerine getirdiğini ileri sürerek 13.9.2000 tarihli biçimine uygun sözleşmenin konusu olan bakım alacaklısı üzerindeki tahsis belgesinin adına tescilini istemiştir. Mahkemece doğru olarak saptandığı üzere tahsis belgesi ilgilisine mülkiyet hakkı sağlamayan, yalnızca fiili kullanmayı belirleyen, kişisel hak kazandıran zilyetlik belgesidir. Bu özelliği gereği tapu tahsis belgesinin istisnalar dışında tapuya tescil olanağı yoksa da; davadaki istem, bakım alacaklısı adına olan tahsis belgesi ile kazanılan şahsi hakkın, davacı bakım borçlusuna geçtiğinin tespiti talebini de kapsayacağından, mahkemece tescil talebinin bu doğrultuda değerlendirilerek tespit hükmü kurulmak suretiyle dava kabul edilmelidir.” Tapu tahsis belgesi, ölünceye bakım sözleşmesi edimi olarak bakım borçlusuna ifa edilmiştir.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 2014/103 E. 2014/1502 K. Numaralı “… davalının ..ada ..parsel sayılı taşınmazda 10.01.1985 tarihli 634 nolu tapu tahsisi belgesi ile kendisine tahsis edilen 276 m2’lik yerin 120 m2 kısmında bulunan gecekonduyu 35.000.000 TL bedelle davacıların murisleri E. Ö.’e satıp zilyetliğini devir ettiğini gösteren sözleşme ibraz etmişlerdir. Taraflar arasında düzenlenen bu 21.07.1992 tarihli sözleşme alacağın temliki hükümlerine tabi olması nedeniyle geçerli olduğundan işin esası incelenerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.” kararı ile sahibinin, tapu tahsis belgesini satım sözleşmesine konu ederek üzerinde tasarrufta bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.

Yargıtay 14. Hukuk Dairesi, 2013/269 E. 2013/2551 K. Numaralı kararında tapu tahsis belgesinin tescili için gerekli şartları belirtmiştir. Belirtilen şartları incelemek gerekirse:

a. Hukuki yönden geçerliliğini koruyan bir tapu tahsis belgesinin bulunması

Hukuki yönden geçerli bir tapu tahsis belgesi diğer şartlar da mevcut olduğu takdirde tapu tescil talebine dayanak oluşturabilir. Mahkeme tarafından II ve III. başlıkta irdelenen hususlara uygun olmaması nedeniyle iptal edilen, idare tarafından kaldırılan ve 2981 sayılı kanunun 10. maddesinde belirtilen idareye re’sen terkin yetkisi verilen durumların gerçekleşmesi sonucu terkin edilen tapu tahsis belgeleri kullanılamaz.

 b. Tahsise konu yerde 3194 sayılı Yasanın 18.maddesi uyarınca imar planı veya 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasa uyarınca ıslah-imar planlarının yapılmış olması

3194 sayılı İmar Kanunu 18. maddeye göre imar planı, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye encümenince, dışında il idare kurulunca oluşturulan, imar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın birbirleri ile yol fazlaları ile kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yer­lerle birleştirme, bunları yeniden imar plânına uygun ada ve parsellere ayırma, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sa­hip­le­rine dağıtma ve re’sen tescil işlemlerini içeren planlardır.

3290 sayılı kanun ile bazı maddeleri değiştirilen ve bazı maddeler eklenen 2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmelikte yapılan tanıma göre ıslah imar planı, “Düzensiz ve sağlıksız biçimde oluşmuş yapı topluluklarının veya yerleşme alanlarının, sınırları belli edilmek suretiyle, mevcut durumu da dikkate alınarak dengeli, düzenli ve sağlıklı hale getirilmesi amacıyla, halihazır haritalar üzerine yapılan ve yapılanma şartlarını da belirleyen imar planıdır.”

Aynı yönetmeliğin 20. maddesinde ise ıslah imar planı yapılabilecek yerler düzenlenmiştir. Bu yerler; bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış gecekondu alanları, üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliği kazanmış imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan hisseli arsa veya araziler, üzerinde imar planı ve mevzuat hükümlerine aykırı yapılanmalar bulunan ve bu nedenle, uygulama kabiliyeti kalmamış olan imar planı olan alanlar, ıslah imar planı olabilecek nitelikleri taşımadığı belediye ya da valilikçe belirlenen, özel parselasyon planı bulunan alanlardır.

Bahsi geçen durum Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “…hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür.” şeklinde yer almıştır. Kararda da açık olarak belirtildiği üzere taşınmazın bulunduğu parseli içeren bir ıslah imar planı tescil için bir ön şarttır.

 c. İlgilisine, tapu tahsis belgesi gereğince bir başka yerden tahsis yapılmamış olması

İlgili kanun başvurucuların hak sahibi olabilmeleri için; kendisinin veya eşinin veya reşit olmayan çocuğunun oturduğu belediye ve mücavir alan sınırı içinde ev yapmaya müsait arsaya veya bir eve veya apartmanın bağımsız bir bölümüne veya bir bölümü iş yeri olarak kullanılan bir yapıya sahip bulunmama şartını getirmiştir.

Danıştay 6. Daire, 1991/1161 E. 1992/3272 K. Numaralı kararında“ tapu tahsis belgesinin verildiğinin ancak davacının müracaat formunda <arsam var> şeklinde beyanda bulunduğunun ve bu nedenle tapu tahsis belgesinin iptal edildiğinin anlaşıldığı, mahkemece verilen ara kararına cevaben Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlüğünün yazısında İl sınırların da davacı adına kayıtlı gayrimenkul kaydı bulunmadığının belirlendiği, 21.4.1983 tarihli müracaat formunda <arsa> kısmının sehven işaretlendiğinin tespit edildiği, bu nedenle davacıya verilen tapu tahsis belgesinin iptali yolunda işlem tesisinde mevzuata uyarlık bulunmadığı…”gerekçesiyle dava konusu ilk derece mahkemesi tarafından verilen iptal kararını onamıştır. Tapu tahsis belgesi sahibinin arsası olduğuna dair sehven beyanda bulunması dahi idare tarafından  işlemin kaldırılması için yeterli görülmüştür.

d. Tahsise konu yerin kamu hizmetine ayrılmamış ve imar planına göre konut alanında kalmış olması

2981 sayılı kanunun 10. maddesi tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiğini açıkça düzenlemiştir. İlgili madde ise; “ Üzerinde yapılanma bulunan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler valiliğin talebi üzerine, belediye veya özel idareler adına resen tapuya tescil edilir. Islah imar planlarında genel bütçeye dahil dairelerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılan veya ayrılacak olan veya bir kamu hizmeti için lüzumlu görülen arsa veya araziler eski sahibi kamu idarelerine veya o işe tahsil edilmek üzere hazineye aynı şartlarla geri verilir.

Bu tespit sırasında özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, ibadet yeri ve benzer kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise, bedelsiz olarak ilgili idareler adına tespit ve tescil edilir.” şeklinde kaleme alınmıştır.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1996/14-763 E. 1996/865 K. Numaralı kararında da tahsise konu yerin kamu hizmetine tahsis edilmemiş olması gerektiği açıkça zikredilmiştir.

 e. Tahsise konu yer ile tescili istenilen taşınmazın aynı yer olup olmadığı ve taşınmazın niteliklerinin belirlenmesi amacıyla mahallinde uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılması

f. Tahsise konu arsa bedelinin ödenmiş olması, ödenmemiş ise taşınmazın dava tarihindeki rayiç değerinin uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine veya belirlenecek tevdi mahalline depo edilmiş olması

2981 sayılı kanun m.18’e göre arsa bedellerinin belediyeler ve valiliklerce tespitinde hak sahiplerinin beyanları esas alınır. İdarece gerekli görülmesi durumunda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre bedel tespiti yaptırılır. Beyan edilen değer, tespit edilen değerin 2/3 ünden düşük ise tespit edilen değer, aksi takdirde beyan edilen değer esas alınır.

2981 Sayılı Kanun Gereğince Kurulan Fonun Harcama Esaslarını Düzenleyen Yönetmeliğin 9. maddesindeki düzenlemeye göre, yapılmış gecekonduların sahipleri tarafından beyan edilen arsa veya arazi bedelleri, peşin veya ilk taksidi tapu tahsisi yapılan tarihten itibaren en geç 4 ay içerisinde ödenmek ve 4 yılda 12 eşit taksitle ödeme tamamlanmalıdır. Ödeme, arsa veya arazi sahibi kuruluşlarınca tahsil edilir ve tahsilin ardından derhal gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları içinde ise, belediye emrinde oluşturulan, gecekondu belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise, valilik emrinde oluşturulan fon hesabına yatırılır.

Uygulama yönetmeliğinin 19. maddesine göre, arsa tahsis eden kuruluş tarafından arsa bedeli peşin veya ipotek temin etmek suretiyle alınır. Kanunun 9(b) hükmüne göre ise Vakıflar  Genel  Müdürlüğünün  idare  ettiği  arsa  veya  arazileri üzerine yapılmış gecekondulardan alınan arsa bedelinin % 60’ı Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresindeki Akar Toprak Fonuna, % 40’ı da bu Kanunun fon hesabına yatırılır.

2981 sayılı kanun m.9’a göre bedelden ödeme yapılmamış ise, 775 sayılı Gecekondu Kanununun 26’ncı maddesinde düzenlenen “arsa ve binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden” bedel tespit edilir ve tahsil edilmek suretiyle yeni sahibi adına tapuya tescil edilir. Binalar ve konutlar, valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmi beşi (% 25) peşin olarak yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir.

g. İmar parsellerinin oluşturulması sırasında, şuyulandırmaya tabi tutulan parselden 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 18/b-c maddesi uyarınca düzenleme ortaklık payı kesilip kesilmediğinin, kesilmiş ise uygulanan oranın saptanması gerekir

Düzenleme ortaklık payı, genel hizmetler için kullanılmak üzere ve düzenleme dolayısıyla oluşan değer artışları karşılığında düzenlemeye konu edilen arsa ve arazilerin, düzenlemeden önceki yüzölçümlerinden %40’a varıncaya kadar kesilebilen tutar ve/veya zorunluluk dolayısıyla kesilememesi durumlarında sahibinin de uygun görmesi ile alınan parasal karşılıktır[2]. Düzenleme ortaklık payı oranının üst sınırı %35 ile sınırlı iken 5006 sayılı kanun ile %40 olarak değiştirilmiştir.

3194 sayılı İmar Kanunu m.18’e göre düzenleme ortaklık paylarının kullanılabileceği alanlar tahdidi olarak sayılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan, park, otopark, çocuk ba1hçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesisler haricinde bir maksatla kullanılamaz.

h. Mahkemece, yukarıda belirtilen koşullar doğrultusunda yapılacak inceleme sonucunda, tescil isteğinin kabulü için yasal koşulların oluştuğu kabul edildiği takdirde, 3290 sayılı yasa ile değişik 2981 sayılı yasanın 10/C-2 maddesi gereğince tahsise konu yerde uygulanan düzenleme ortaklık payının (DOP) davacıyı da bağlayıcı nitelikte olduğu dikkate alınarak tahsis miktarından bu oranda yapılacak indirimden sonra kalan miktarın tesciline karar verilmelidir.

Yukarıda belirtilen şartları sağlayan hak sahibi, gerekli prosedürleri tamamlayarak tapu tahsis belgesi ile tapu siciline tescil talebinde bulunabilir. Tescil talebinde bulunurken aşağıdaki belgelerin talepçi tarafından ibraz edilmesi zorunludur. Bu belgeler: başvuru dilekçesi, noter onaylı beyanname ve taahhütname , tapu tahsis belgesi, imar affı müracaatı belgesi, 2000 TL’lik banka makbuzu, toprak parası ödenmiş ise banka dekontu, satışlı yerler için noter satış belgesi, vefat edenler için veraset ilamı, kimlik fotokopisi, bağlı bulunan muhtarlıktan form-5 belgesi, imar durumu ve bazı durumlarda nüfus kayıt örneği ve isim, soy isim değişikliklerinde mahkeme kararıdır.

IV. Gecekondusu Muhafaza Edilemeyen Hak Sahipleri

Islah imar planı yapılıp onaylanıncaya kadar hazine, belediye, il özel idaresine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde yapılmış, tehlike arz etmeyen ve Kanunun 14.maddesi kapsamında kalmayan gecekondular aynen muhafaza edilir.

Hazırlanan ıslah imar planları ile meydana getirilen imar parselleri ile, 2981 sayılı kanun m. 10(b) ve uygulama yönetmeliği m. 25/3 düzenlemesi uyarınca, hazine, belediye, il özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde olan veya Kanun uyarınca mülkiyetlerine geçen arsa veya araziler üzerinde, hak sahiplerine, yapılarının işgal ettiği arazi de dikkate alınarak ıslah imar planında getirilen ölçülere uygun şekilde arsa veya hisse tahsis edilir.

Yapılan ıslah imar planına uygun olmaması nedeniyle gecekondusu muhafaza edilemeyen hak sahiplerine aynı bölgede veya diğer gecekondu ıslah veya önleme bölgesinde başka bir arsa veya hisse verilir. Yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parselleri, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre verilir. Bununla birlikte, tarihi veya mimari bir eserin bütünlüğünü bozduğuna, belediye veya valilikçe karar verilen gecekondulara da tapu tahsis belgesi verilemeyeceğinden bu alanlarda kalan gecekondu sahiplerine başka bir yerden, belediye veya valilikçe öncelikle arsa tahsis edilir.

Danıştay 6. Daire 2004/4546 E. 2006/4296 K. Numaralı kararında “ Yasa hükümleri uyarınca, hak sahibi olduğu saptanan gecekondu sahiplerine tapu tahsis belgeleri esas alınarak tapularının verilmesi, bu Yasa hükümlerinin uygulandığı alanlarda belirli koşullarla yapılması öngörülen ve özel olarak düzenlenen ıslah imar planlarının yapılıp onaylanması ve bu plan uyarınca imar parsellerinin oluşturulması koşullarına bağlanmış olduğundan, hak sahiplerine ancak ıslah imar planı yapılmış olan yerlerden tapu verilmesi mümkündür. Diğer bir ifadeyle, gecekondunun imar affı başvurusundan önce imar planı yapılmış ve bu plan koşullarının geçerli olduğu bir taşınmaz üzerinde bulunması halinde, bu gecekondunun 2981 sayılı Yasa uyarınca bulunduğu yerde korunması ve hak sahibine bu yerden tapu verilmesi yasal olarak mümkün olmadığından, hak sahibi sıfatını taşıyanlara gecekondu önleme veya ıslah bölgelerinden veya yakın bölgelerde yapılmış ıslah imar planları içinde meydana gelen boş imar parsellerinden müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esasına göre tahsis yapılması gerekmektedir.” şeklinde hüküm kurmuştur. Aynen muhafaza edilemeyen gecekondu sahibinin tapu tahsis belgesiyle elde ettiği şahsi hak bu düzenleme ile korunmuştur.

Danıştay 14. Daire 2011/9305 E. 2013/5456 K. Numaralı kararı “yapı yerinde korunamıyorsa başka bir ıslah veya gecekondu bölgesinden ya da alanda üretilecek konutlardan davacıya tahsis yapılması gerekirken, kentsel dönüşüm alanında ne zaman yapılacağı belli olmayan konutlardan daire tapusu verileceğinden bahisle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.” yönündedir. Kararda, kentsel dönüşüm alanında tahsis edilecek yapıların hak sahibine belirsiz olması yönüyle koruma sağlamayacağı, korunamayan yapı için başka bir ıslah veya gecekondu bölgesi ya da alanda üretilecek konutlar tahsis edilmesinin asıl olması sebebiyle ilk derece mahkemesinin kararı hukuka uygun bulunmamıştır.

2981 sayılı kanunun uygulanmasına dair yönetmeliğin 25. maddesine göre, gecekondusu muhafaza edilemeyip tasfiye edilen hak sahiplerine enkaz bedeli, belediye veya valiliklerce tespit ediliri ve bu bedel, Kanun gereğince kurulan fondan hak sahiplerine ödenir.

V. KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA KALAN YAPILARDA HAK SAHİPLİĞİ     

Sanayi devrimi ile birlikte kentler, geçirdikleri sosyal, ekonomik, teknolojik, ideolojik geçirdiği değişimlerle birlikte kent yapısı da bu etkenler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu değişim ve dönüşümler, kimi zaman mekan ve yaşam kalitesini arttırıcı yönde olurken; kimi zaman da mekanın ekonomik, toplumsal, çevresel ve fiziksel çökme ve bozulması olarak kendini gösterir[3]. Bu anlamda kentsel dönüşümü, çökme ve bozulma olan kentsel mekanın ekonomik, toplumsal, fiziksel ve çevresel koşullarını kapsamlı ve bütünleşik yaklaşımlarla iyileştirmeye yönelik uygulanan strateji ve eylemlerin bütünü[4] olarak tanımlayabiliriz.

Belediye Kanunu m.73’e göre belediye sınırlarında ise belediye; büyükşehir belediyesi sınırlarında ise büyükşehir belediyesi

-konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,

-eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, -kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya

-deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla, belediye meclisi kararı ile kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilir. Kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan yerlerde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması şarttır.

Kentsel dönüşüm çalışmaları yerel yönetimlerin yer seçimi yaparak belediye meclis kararı alınması sonucu kentsel dönüşüm çalışmasının yürütülebilmesi için mülkiyet sahiplerinin sahip oldukları hisseleri oranında paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verilir.

Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında hak sahipliği Belediye Kanunu’nun 73. maddesinde düzenlenmektedir. 73. Madde “Kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanlarındaki gayrimenkul sahipleri ve 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna istinaden, hak sahibi olmuş kimselerle anlaşmaları halinde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanında hakları verilir.

 (Ek cümle: 10/9/2014 – 6552/122 md.) Anlaşma sonucu belediye mülkiyetine geçen gayrimenkuller haczedilemez. 2981 sayılı Kanun kapsamına girmeyen gecekondu sahiplerine enkaz ve ağaç bedelleri verilir veya belediye imkanları ölçüsünde kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı dışında arsa veya konut satışı yapılabilir. Bu kapsamda bulunanlara Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile işbirliği yapılmak suretiyle konut satışı da yapılabilir. Enkaz ve ağaç bedelleri arsa veya konut bedellerinden mahsup edilir.” hükmünü içermektedir.

Proje alanında kişilerin hak sahibi olabilmeleri için gayrimenkul sahipleri ile 2981  sayılı kanunla hak sahibi olmuş kişilere anlaşma şartı getirilmiştir.

Danıştay 6. Daire’nin bu hususla ilgili 2010/8785 E. 2011/293 K. Numaralı “ Yalı Mahallesi Kentsel Dönüşüm Alan sınırları dahilinde kalan zemin üstü tesislerinin (gecekondu) 4650 sayılı yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümleri uyarınca kamulaştırılmasının Belediye Encümeninin 08.05.2008 günlü, 1101 sayılı kararı ile uygun görüldüğü, bunun üzerine yasal prosedüre devam edilerek Döndü Dinç’in sahibi bulunduğu 6518/9 Sokak, No:21 adresinde bulunan tek katlı imar affı başvurusu olan zemin üstü için 24.11.2008 tarihinde Uzlaşma Komisyonu ile görüşmeye çağrıldığı ancak herhangi bir başvurusunun olmadığı, Döndü Dinç veya mirasçıları ile uzlaşma sağlanamaması üzerine Karşıyaka 3.Asliye Hukuk Mahkemesinde 2009/63 E. Sayısıyla kamulaştırma davası açıldığı…” kararında da ifade edildiği üzere öncelikle uzlaşma yolunun tüketilmesi gerektiği belirtilmiştir.

VI. KUZEY ANKARA GİRİŞİ KENTSEL DÖNÜŞÜM PROJESİ KAPSAMINDA TAPU TAHSİS BELGESİ DÜZENLENMİŞ YAPILAR

Türkiye’nin büyüklük ve kapsam bakımından en büyük projesi olan Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi, proje alanı sınırları içindeki her tür ve ölçekli planlar, inşa edilecek resmi ve özel her türlü yapı, alt yapı ve sosyal donatı düzenlemeleri ve kamulaştırma işlemlerini içerir. Böylesi büyük bir alanda yürütülen proje dahilinde ise birçok taşınmaz, yapı, parselle ilgili yukarıda açıklanmaya çalışan hususlarda gerek özel kişiler gerek özel kişiler ile idare arasında birçok uyuşmazlık vuku bulmaktadır.

5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu’nun 5. maddesi, proje alan sınırları içerisinde kalan bölgede Proje için ihtiyaç duyulan arazi ve arsalardan, kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunanlar bedelsiz olarak Belediyeye devredilir. Gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller ile 24.2.1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanuna göre hak sahibi olan kişilerin haklarına konu gayrimenkuller, malikler ve hak sahipleriyle yapılacak anlaşmalar çerçevesinde Projede kullanılır. Bu anlaşmaların usul ve esasları yönetmelikle belirlenir. Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan gayrimenkuller Belediye tarafından kamulaştırılabilir.

Malikler ve hak sahiplerinin belediye ile yaptıkları bu sözleşme borçlar hukuku anlamında bir sözleşme olup genel hükümler uyarınca geçersiz olmadığı müddetçe taraflar açısından bağlayıcıdır.

Usul ve esasların düzenlendiği 5104 sayılı kanun yönetmeliğinin üçüncü bölümü “2981 Sayılı Kanuna Tabi Tapu Tahsis BelgeliGecekondulara Uygulanacak Esaslar” kenar başlığıyla bu yapılarla ilgili düzenlemeleri içermektedir. İlgili bölümdeki hükümler şu şekilde düzenlenmiştir;

“Madde 12: Tapu tahsisli gecekondu maliklerine nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek konut verilir.

Madde 13:Tapu tahsis belgesi bulunan gecekondu maliklerine proje alanı içerisinde üretilecek ve nitelikleri Belediye Meclisince tespit edilecek hak sahipleri konutlarından verilmesi için konut sözleşmesi yapılır.

Madde 14:Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2 olup arsa borcu bulunmayan hak sahiplerine Belediye Meclisince belirlenecek büyüklükte bir adet konut verilir. Tapu tahsis belgesindeki tahsis miktarı 400 m2’den az olan maliklerin eksik arsa oranları, konut sözleşmesi ile Belediye Meclisince tespit edilecek konut büyüklüğünün inşaat maliyet bedeli oranı üzerinden hesaplanacak bedele, gecekonduya ait varsa arsa borcu da ilave edilerek, toplamdan; tesis ve müştemilata ait enkaz bedelidüşülerek borçlandırma yapılır.

Madde 15:Tapu tahsisli tesis müştemilat ve ağaçların kıymet takdir bedelleri Belediye tarafından oluşturulacak kıymet takdir komisyonunca belirlenir. Maliklere verilecek konutların Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yayımlanan inşaat maliyet değerleri üzerinden maliyet bedelleri belirlenerek maliyet bedellerinden enkaz bedelleri düşüldükten sonra kalan bedel sözleşme tarihinden itibaren bir sonraki aydan başlayarak taksitle ödenir. Taksit esasları Belediye Meclisince belirlenir.”

Belediye tarafından oluşturulan kıymet takdir komisyonları tarafından bina müştemilat ve ağaçlar için yapı bedeli ve enkaz bedeli tespit edilir. Uygulamada ise 5104 sayılı kanun, kanunun uygulama yönetmeliği ve belediye meclisi kararı ile yapı belediyeye devredilir. Yönetmeliğin 14. maddesi uyarınca devredilen taşınmazlar için yalnızca enkaz bedeli belediye tarafından ödenmektedir. Devreden kişiler yalnızca enkaz bedelinin değil,  tüm yapı bedelinin ödenmesi gerektiğini ileri sürerek bakiye bedelin tahsili için icra takibi başlatmıştır. Takibe yapılan itirazlar için açılan ve ardından temyiz edilen itirazın iptali davalarında Yargıtay 13. Dairesi kentsel dönüşüm projeleri kapsamındaki tapulu[5], tapu tahsis belgesiz tapusuz[6] ve tapu tahsis belgeli yapılara ilişkin kararları bulunmaktadır.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin 2015/20273 E., 2016/682 K. Numaralı kararında “Çözülmesi gereken sorun davacıya yapı bedelinin tamamının mı yoksa sadece enkaz bedelinin mi ödenmesi gerektiği hususudur

Belirtilen düzenlemelerin incelenmesinde, tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde arsa üzerindeki yapılara ait enkaz bedelinin esas alınacağının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 

Öte yandan tarafların anılan mevzuat hükümleri çerçevesinde imzaladıkları … Dönüşüm ve Gelişim Projesi Tapu Tahsis Belgeli Tesis Karşılığı Konut Sözleşmesinde hak sahibinin alacağı belirlenirken arsa üzerindeki tesis ve müştemilata ait enkaz bedeli esas alınarak bakiye alacağın belirleneceğinin kararlaştırıldığı açıktır.

Taraflar arasında düzenlenen bu sözleşme; özel hukuk hükümlerine tabi ve geçerli bir sözleşme olduğundan taraflar yönünden bağlayıcıdır.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 sayılı Kanun’un 13. maddesinin (b) fıkrası; gerek … Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14. maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleri ile imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlar ile ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir. Hukuk Genel Kurulunun 10.06.2015 gün 2014/13-1500 esas, 2015/1519 karar numaralı kararı da bu yöndedir.

Yukarıda belirtilen açıklamalar bir bütün olarak değerlendirildiğinde davacının sözleşme kapsamında davalıya devrettiği gecekondusu için sadece enkaz bedeli isteyebileceği, enkaz bedelinin de davacıya ödenmiş olması karşısında davacının başka bir şey talep edemeyeceği anlaşıldığından davanın tümüyle reddine karar verilmesi gerekir. Mahkemece değinilen bu yön göz ardıedilerek yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.” biçiminde ifade edilmiştir.[7] Gerek açık kanun hükmü gerek aralarındaki sözleşmeye binaen davacıların yapı bedelini talep etme olanakları mevcut değildir.

Kararda zikredilen Hukuk Genel Kurulu kararında “tapu tahsis belgeli taşınmaz üzerindeki bina ve eklentileri karşılığında ödenecek bedelin belirlenmesinde, gerek 2981 s. Kanun’un 13 üncü maddesinin (b) fıkrası; gerek Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Yönetmeliğinin 14 üncü maddesi ve gerekse tarafların serbest iradeleriyle imzaladıkları ve kendileri yönünden bağlayıcı sözleşme hükümleri uyarınca tapu tahsis belgeli gecekonduların bulunduğu arsa üzerindeki yapı ve müştemilatlarla ağaçlara ait bedelin belirlenmesinde enkaz bedelinin esas alınması gerekmektedir.” şeklinde hükme bağlanmıştır.

VII. SONUÇ

20. yy’ın sonlarında cazibe merkezi olan şehirlere yapılan yoğun göç nedeniyle barınma problemleri boy göstermiş ve imar mevzuatına aykırı yapılar toplumsal bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. Tapu tahsis belgesi ise bu kişilerin durumunun iyileştirilmesi ve çözüm üretilmesi amacıyla yapılan girişimlerden biridir.

Her ne kadar bu belge mülkiyet hakkı gibi mutlak bir hak, geniş tasarruf imkanı sunmasa da sahibine sağladığı şahsi hak iyileştirici bir durum sağlamakta ve tamamen koruma dışında bırakmamaktadır. Bununla birlikte taşınmazın gerekli özellikleri haiz ise hak sahibi tescil talebinde bulunabilecektir. Uzun yıllar ikamet ettiği, yaşamını idame ettirdiği, vergilerini ödediği yapının maliki sıfatını kazanabilmesi imkanı, ev veya işyeri sahibi olmayı umut eden kişiler için umudun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.

Yapılan imar, ıslah imar planları, kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yalnızca taşınmaz maliklerinin değil, tapu tahsis belgesinin sağladığı hak sahipliği ile de bu alanlarda tahsis sağlanması fiili durumun göz ardı edilmediğinin bir göstergesidir. Yeni proje alanlarında hak sahiplerini de gözeterek yapıların korunması veyahut korunamadığı takdirde denk bir şekilde tahsis sağlanması salt ekonomik çıkar gözetilmeyen, sosyal yönü de bulunan bir karardır.

6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Kanunu’nun 23. Maddesi uyarınca 2981 sayılı kanun 31.05.2018 tarihinde yürürlükten kalkacaktır. İmar Affı Kanunu olarak da bilinen 2981 sayılı kanunun yürürlük tarihinin uzatılarak işlerliğini sürdürmesi ve getirilerinin hak kaybı yaşanmaması amacıyla gündemde tutulmalıdır. Veya kanun kapsamından yararlanabilecek kişi gruplarına yeterli bilgilendirmeler yapılmalı vr mülga tarihibe kisa bir zaman kalmasi sebebiyle mağduriyetleri önleme amacının göz önünde bulundurmalıdır.

[1] ŞİMŞEK, Suat, İmar Hukuku, Ümit Ofset Matbaacılık, Ankara, Ocak 2010, s.25

[2] http://emektd.com.tr/Images/Uploads/Files/1608130308_imaruygulamasiveduzenlemeortaklikpayi.pdf

[3]SELİM,Ertan, Kentsel Dönüşüm Projelerinin Sosyoekonomik Boyutlarının İncelenmesi Yüksek Lisans Tezi,  Konya, 2011, s.3   http://acikerisim.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1702/294466.pdf?sequence=1    (Akkar, 2006:29).

[4] TMMOB Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi, Kentsel Dönüşüm ve Bursa Raporu

[5]Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 20081  Karar: 2017 / 3330

[6] Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 10724 Karar: 2017 / 370, Esas: 2016 / 27463 Karar: 2017 / 3682, Esas: 2015 / 4452 Karar: 2016 / 648

[7] Aynı yönde bkz. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas: 2016 / 1585 Karar: 2016 / 6956, Esas: 2014 / 39510 Karar: 2014 / 39791, Esas: 2015 / 32960 Karar: 2016 / 17735, Esas: 2015 / 37215
Karar: 2016 / 4190

 

Uyarlama davası

Uyarlama davası

07 Şub Çarşamba
13:08

UYARLAMA DAVASI – AV. MURAT TEZCAN – HATİCE NUR GÖKŞİN


UYARLAMA DAVASI

Bazı sözleşmelerin kurulduğu an ve ifa anı farklılık gösterebilir. Bu tür sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu an ve ifa zamanı arasında geçen süre zarfında, tarafların öngörmediği ve öngörmesinin de beklenmediği bazı değişiklikler meydana gelebilir. Bu değişikliklerle beraber, tarafların sözleşme ilişkisine girdiği sırada temel aldığı tasavvurlar da değişebilir. Bu tarz değişiklikler sözleşmede başlangıçta kurulmuş olan taraflar arası menfaat dengesinin bozulmasına sebebiyet verir.

Sözleşmeler hukukuna egemen olan ahde vefa ilkesi, sözleşmede yer alan hükümlere bağlı kalmayı ve sözleşme hükümlerine uygun davranmayı ifade eder. Fakat bu ilke bazı durumlarda, özellikle sözleşmenin kurulduğu zamanki şartların ifa anına kadar geçen sürede değişmesi sebebiyle hakkaniyete uygun olmayan neticelere sebebiyet verebilir. Bu gibi bir durumda borçludan sözleşmeye bağlı kalmasının ve sözleşmedeki borcunun ifasının talep edilmesi adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 30.05.2012 tarihli ve 2012/8973 E., 2012/13817 K. sayılı kararında da benzer hususlara değinmiştir:

Gerçekten de sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Ancak bu ilke özel hukukun diğer ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki hasıl olur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (M.K. Md.4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır hale gelir. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus- Beklenmiyen hal şartı–sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmaktadır.”

Ortaya çıkan bu adaletsiz durumların önlenmesi adına, uyarlama kavramı ortaya çıkmıştır. Uyarlama, geleceğe ilişkin bir sorun olduğundan daha çok uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir ve sözleşmenin değişen şart ve koşullara uygun duruma getirilmesi olarak tanımlanabilir. Uyarlamanın amacı, sözleşmenin varlığını muhafaza etmek ve sözleşmeyi ayakta tutmaktır. Sözleşmenin devamını engelleyecek durumlardan bir tanesi de taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasıdır. Bu açıdan uyarlama, taraflar arsındaki menfaat dengesinin korunmasına ve değişen koşullar nedeniyle bir tarafa yüklenen riskin paylaştırılmasına hizmet eder. Yasa koyucu, uyarlama müessesesini Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümler kısmında şu şekilde düzenlemiştir:

MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.

Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.”

Uyarlama, esasen dayanağını TMK m. 2’de öngörülen dürüstlük kuralından almaktadır ve sürekli ve ani edimli sözleşme olması fark etmeksizin kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça bütün sözleşmeler için gerçekleşebilir. Taraflar isterse sözleşme serbestisi ilkesi gereği, tarafı oldukları sözleşmelere uyarlama hükmü koyabilir. Uyarlama, sözleşmeler hukukunun temel ilkelerinden biri olan ahde vefa ilkesinin bir istisnası niteliğinde olduğundan talep edilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki dengenin bozulması ve bu bozulmaya borçlunu katlanmasının dürüstlük kuralına, adalet ve hakkaniyete göre beklenememesi gerekmektedir. Bu durum, işlem temelinin çökmesi olarak da ifade edilebilir. Aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum, sözleşmenin kurulduğu sırada var fakat sözleşmenin tarafları bundan haberdar değilse uyarlama hükümlerine başvurulamaz. Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan ve aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum borçlunun ekonomik olarak mahvına sebebiyet verme şeklinde yorumlanmamalıdır nitekim, borçlu bu adaletsiz durumu karşılayacak ekonomik güce sahip olsa bile dürüstlük kuralına aykırı ve adaletsiz bir durum söz konusu olduğunda karşı tarafında da durumu göz önünde tutularak uyarlama talep edilebilir.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumun, olağanüstü olması, sözleşme yapıldığı sırada önceden öngörülmemesi ve sözleşmenin tarafları tarafından da öngörülmesinin beklenmemesi Olağanüstü durumlara; savaş, salgın hastalık, ekonomik kriz, devalüasyon, doğal afetler, ithal ve ihraç yasağı, kıtlık örnek olarak verilebilir. Bu durumlar belirlenirken tarafların bilgisi ve uzmanlık alanları, sözleşmenin kurulduğu zamanın şartları, sözleşmenin türü, tarafların menfaatleri dikkate alınmalıdır.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durum, borçludan kaynaklanmamalıdır. Örneğin borçlu, sözleşmeden doğan borcunu zamanında ifa etse idi aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumdan etkilenmeyecek idi ise bu durumda borçlunun uyarlama talebinde bulunamaması gerekir. Fakat borçlu, temerrüde düşmede kusuru olmadığını ispat ederse uyarlama hükümlerine başvurabilir.
  • Taraflar sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmemiş olmalıdır ya da ifada bulunurken uyarlamadan doğan haklarını saklı tutmalıdır. Kural, ifada bulunduktan sonra uyarlama talep edilememesidir. Fakat borçlu, borcunu yerine getirirken uyarlamaya ilişkin haklarını saklı tutmuş ise ifayı gerçekleştirdikten sonra da uyarlama talebinde bulunabilir. Bu gibi bir durumda uyarlamanın sonucuna göre, ifa edilmiş olan kısım sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilecektir.

 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.11.2019 tarihli ve 2017/515 E., 2019/1233 K. sayılı kararında bu şartlar şu şekilde belirtilmiştir:

Ancak az yukarıda ifade edildiği üzere “sözleşmeye bağlılık” ilkesi esas olup, Sözleşmeye müdahale müessesesi istisnai nitelikte bir kurum olmakla yasa koyucu tarafından da bu kurumun uygulanması ancak anılan madde de belirtilen dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar; Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü durum ortaya çıkması, bu durumun borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkması, yine bu durumun sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmesi ve borçlunun borcunu henüz ifa etmemiş olması veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olması halidir. Bu dört koşulun birlikte gerçekleşmesi halinde ise borçlunun, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkı bulunmaktadır.”

Bu şartlar gerçekleşti ise borçlu, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edilebilir. Hakim, karşı edimin arttırılması, edim yükünün azaltılması, sözleşme süresinin uzatılması veya kısaltılması, ifa tarzının değiştirilmesi gibi uygun bulduğu biçimde uyarlama yapabilir.

Uyarlama yapılması mümkün değilse ya da uyarlama yapılması, hiçbir fayda sağlamayacak veya uyarlama yapılması karşı tarafın edimini yerine getirmesini güçleştirecek ise bu durumda uyarlama yerine dönme gündeme gelir. Sürekli edimli sözleşmelerde ifaya başlanmamış ise dönme, başlanmış ise fesih söz konusu olur.

TBK m. 138’de uyarlamanın aksine, dönme hakkının mahkemeler önünde kullanılması gerekliliğinden bahsedilmemiştir. Dolaysıyla, dönme hakkı, mahkeme önünde veya mahkeme dışında kullanılabilir.

Uyarlama daha çok ve sık bir biçimde uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir. Uyarlamanın en çok gündeme geldiği sözleşmelerden bir tanesi, sürekli edimli sözleşmelerden olan kira sözleşmeleridir. Kira sözleşmesinin temel unsurlarından biri olan kira bedeli için açılacak uyarlama davasını ve kira tespit davasını birbirine karıştırmamak gerekir. Kira tespit davasını taraflardan her biri hukuki bir yararı bulunduğu sürece ve sadece konut ve çatılı iş yeri kiraları söz konusu olduğunda açabilirken uyarlama davasının bütün kira sözleşmeleri için yukarıda belirttiğimiz bazı şartların varlığı halinde açılması mümkündür. Uyarlama davasıYargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/2910 E., 2020/6680 K. Sayılı kararında bu hususa şu şekilde değinmiştir:

Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi halinde kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir. O halde Mahkemece yapılacak iş; az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken ilke ve esaslar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, tüm bu veriler, kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi mücbir sebep sayılan doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde kira bedelinin tespitine yönelik karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Son zamanlarda verilen yargı kararlarına bakılacak olursa özellikle son dönemde hayatımızın her alanını etkileyen yüksek enflasyon oranları, kira bedellerinin kiralayan açısından uyarlamanın söz konusu olabilmesi için gereken, öngörülemez ve olağanüstü bir durum şartının bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıtay, 3. Hukuk Dairesi 2021/5067 E., 2021/7930 K. sayılı, 07/09/2021 tarihli kararında bu hususu şu şekilde açıklamıştır:

Somut olayda; taraflar arasında düzenlenen 16/08/2010 başlangıç tarihli, on yıl süreli kira sözleşmesine ilişkin, taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davacı, dava tarihi olan 19/03/2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere değişen hal ve şartlara göre kira bedelinin uyarlanmasını istemiştir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir.

ESER SÖZLEŞMESİNDE UYARLAMA

Eser sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Yüklenici, eseri yapıp teslim etmeyi taahhüt ederken iş sahibi bunun karşılığında bir bedel ödeme borcunu üstlenir. Taraflar, ödenecek bedeli sözleşme kurulurken ve kesin olarak belirlemişler ise bu bedel götürü bedeldir.

Eser sözleşmesi, sürekli ani edim karışığı bir sözleşmedir. Sözleşme ilişkisinin uzun bir süre alması bu sözleşmeler için uyarlama müessesesini son derece önemli kılmıştır. Bundan hareketle yasa koyucu, eser sözleşmesi için bedel bakımından uyarlamayı özel olarak düzenleme gereksinimi duymuştur. Şöyle ki:

MADDE 480- Bedel götürü olarak belirlenmişse yüklenici, eseri o bedelle meydana getirmekle yükümlüdür. Eser, öngörülenden fazla emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile yüklenici, belirlenen bedelin artırılmasını isteyemez.

Ancak, başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir.

Eser, öngörülenden az emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile iş sahibi, belirlenen bedelin tamamını ödemekle yükümlüdür.”

Eser sözleşmesinde bedel, önceden götürü bedel olarak belirlenmiş ise yüklenici sözleşmedeki bedelin değiştirilmesi istenemez fakat bu durum hakkaniyete ve adalete aykırı durumlar oluşturabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şartların varlığı halinde bu bedelin değiştirilmesi mümkün kılınmıştır:

  • Sözleşme kurulduğu sırada öngörülemeyen ya da öngörülüp sözleşmeye etki edeceği düşünülmeyen dolayısıyla dikkate alınmayan bir durum ortaya çıkmalıdır. Öngörülemeyen bu olay tespit edilirken işinde uzman ve özenle hareket eden yüklenici dikkate alınmalıdır. Yüklenicinin tacir olduğu durumlarda olağanüstü öngörülemeyen durum değerlendirmesi daha dar bir biçimde yapılmaktadır. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 02.06.2020 tarihli ve 2019/3771 E., 2020/1216 K. sayılı kararında yüklenicinin basiretli tacir olması nedeniyle uyarlamaya konu edilemeyecek durumlara şu şekilde bazı örnekler verilmiştir: “Uyarlama talebinin dayanağı olarak gösterilen ve davalının süre uzatımı verdiği, ruhsat alımındaki gecikme, numunelerin incelenme süresi, hakediş ödemelerindeki gecikme, anıtlar kurulunca projenin onaylanmasındaki gecikme, iş artışı ile mevsim nedeniyle çalışılmayan günler, iş artışı ve özellikle Anıtlar Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi eser sözleşmelerindeki gecikme ve süre uzatımları sözleşmenin yapıldığı sırada işinin ehli olup basiretli bir tacir gibi hareket etmesi gereken yüklenici tarafından öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum niteliğinde değildir.”
  • Yüklenicinin TBK m. 480/2’ye göre sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını istemesi veya sözleşmenin sona ermesini talep etmesi için başlangıçta öngörülemeyen, olağanüstü durumlardan dolayı sözleşmede belirlenen götürü bedelle eserin tamamlanması mümkün olmamalı veya son derece güçleşmelidir.
  • Öngörülemeyen durumun müteahhide yüklenemeyen sebeplerle ortaya çıkması gerekir.
  • Yüklenicinin meydana gelen olağanüstü durumu iş sahibine bildirmesi gerekir. Bildirmez ise uyarlama fırsatından yararlanamaz. Bu şart, yüklenicinin göstermesi gereken özen yükümlülüğünün bir gereğidir.
  • Yüklenici, uyarlamadan doğan haklarından önceden vazgeçmemiş ve sınırlandırmamış olmalıdır.

Bu şartlar yerine geldiğinde yüklenici, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını talep edebilir. Fakat sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması mümkün değilse veya iş sahibinin uyarlamaya katlanması dürüstlük kuralları gereği ondan beklenemeyecek ise bu durumda sözleşmeden dönme zorunluluğu doğacaktır. Dönme, sözleşmeyi bütün sonuçları itibariyle baştan itibaren sona erdireceğinden bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu gibi durumlarda dönme yerine sözleşmenin feshi gündeme gelecektir.

Eser sözleşmesinin götürü bedel dışındaki diğer unsurlarının ya da bedelin götürü bedel şeklinde düzenlenmediği durumlarda bedelin uyarlanması, genel hükümlere göre istenebilecektir.

Özellikle, günümüzdeki yüksek enflasyon oranları ve eser sözleşmelerinin ifa edilmesinin uzun zaman alması nedeniyle eser sözleşmesinde uyarlama büyük önem arz etmektedir.

 

Yeni Kanun Değişikliği Kapsamında Rezerv Yapı Alanı

Yeni Kanun Değişikliği Kapsamında Rezerv Yapı Alanı

07 Şub Çarşamba
13:09

UYARLAMA DAVASI – AV. MURAT TEZCAN – HATİCE NUR GÖKŞİN


UYARLAMA DAVASI

Bazı sözleşmelerin kurulduğu an ve ifa anı farklılık gösterebilir. Bu tür sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu an ve ifa zamanı arasında geçen süre zarfında, tarafların öngörmediği ve öngörmesinin de beklenmediği bazı değişiklikler meydana gelebilir. Bu değişikliklerle beraber, tarafların sözleşme ilişkisine girdiği sırada temel aldığı tasavvurlar da değişebilir. Bu tarz değişiklikler sözleşmede başlangıçta kurulmuş olan taraflar arası menfaat dengesinin bozulmasına sebebiyet verir.

Sözleşmeler hukukuna egemen olan ahde vefa ilkesi, sözleşmede yer alan hükümlere bağlı kalmayı ve sözleşme hükümlerine uygun davranmayı ifade eder. Fakat bu ilke bazı durumlarda, özellikle sözleşmenin kurulduğu zamanki şartların ifa anına kadar geçen sürede değişmesi sebebiyle hakkaniyete uygun olmayan neticelere sebebiyet verebilir. Bu gibi bir durumda borçludan sözleşmeye bağlı kalmasının ve sözleşmedeki borcunun ifasının talep edilmesi adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 30.05.2012 tarihli ve 2012/8973 E., 2012/13817 K. sayılı kararında da benzer hususlara değinmiştir:

Gerçekten de sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Ancak bu ilke özel hukukun diğer ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki hasıl olur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (M.K. Md.4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır hale gelir. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus- Beklenmiyen hal şartı–sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmaktadır.”

Ortaya çıkan bu adaletsiz durumların önlenmesi adına, uyarlama kavramı ortaya çıkmıştır. Uyarlama, geleceğe ilişkin bir sorun olduğundan daha çok uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir ve sözleşmenin değişen şart ve koşullara uygun duruma getirilmesi olarak tanımlanabilir. Uyarlamanın amacı, sözleşmenin varlığını muhafaza etmek ve sözleşmeyi ayakta tutmaktır. Sözleşmenin devamını engelleyecek durumlardan bir tanesi de taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasıdır. Bu açıdan uyarlama, taraflar arsındaki menfaat dengesinin korunmasına ve değişen koşullar nedeniyle bir tarafa yüklenen riskin paylaştırılmasına hizmet eder. Yasa koyucu, uyarlama müessesesini Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümler kısmında şu şekilde düzenlemiştir:

MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.

Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.”

Uyarlama, esasen dayanağını TMK m. 2’de öngörülen dürüstlük kuralından almaktadır ve sürekli ve ani edimli sözleşme olması fark etmeksizin kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça bütün sözleşmeler için gerçekleşebilir. Taraflar isterse sözleşme serbestisi ilkesi gereği, tarafı oldukları sözleşmelere uyarlama hükmü koyabilir. Uyarlama, sözleşmeler hukukunun temel ilkelerinden biri olan ahde vefa ilkesinin bir istisnası niteliğinde olduğundan talep edilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki dengenin bozulması ve bu bozulmaya borçlunu katlanmasının dürüstlük kuralına, adalet ve hakkaniyete göre beklenememesi gerekmektedir. Bu durum, işlem temelinin çökmesi olarak da ifade edilebilir. Aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum, sözleşmenin kurulduğu sırada var fakat sözleşmenin tarafları bundan haberdar değilse uyarlama hükümlerine başvurulamaz. Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan ve aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum borçlunun ekonomik olarak mahvına sebebiyet verme şeklinde yorumlanmamalıdır nitekim, borçlu bu adaletsiz durumu karşılayacak ekonomik güce sahip olsa bile dürüstlük kuralına aykırı ve adaletsiz bir durum söz konusu olduğunda karşı tarafında da durumu göz önünde tutularak uyarlama talep edilebilir.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumun, olağanüstü olması, sözleşme yapıldığı sırada önceden öngörülmemesi ve sözleşmenin tarafları tarafından da öngörülmesinin beklenmemesi Olağanüstü durumlara; savaş, salgın hastalık, ekonomik kriz, devalüasyon, doğal afetler, ithal ve ihraç yasağı, kıtlık örnek olarak verilebilir. Bu durumlar belirlenirken tarafların bilgisi ve uzmanlık alanları, sözleşmenin kurulduğu zamanın şartları, sözleşmenin türü, tarafların menfaatleri dikkate alınmalıdır.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durum, borçludan kaynaklanmamalıdır. Örneğin borçlu, sözleşmeden doğan borcunu zamanında ifa etse idi aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumdan etkilenmeyecek idi ise bu durumda borçlunun uyarlama talebinde bulunamaması gerekir. Fakat borçlu, temerrüde düşmede kusuru olmadığını ispat ederse uyarlama hükümlerine başvurabilir.
  • Taraflar sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmemiş olmalıdır ya da ifada bulunurken uyarlamadan doğan haklarını saklı tutmalıdır. Kural, ifada bulunduktan sonra uyarlama talep edilememesidir. Fakat borçlu, borcunu yerine getirirken uyarlamaya ilişkin haklarını saklı tutmuş ise ifayı gerçekleştirdikten sonra da uyarlama talebinde bulunabilir. Bu gibi bir durumda uyarlamanın sonucuna göre, ifa edilmiş olan kısım sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilecektir.

 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.11.2019 tarihli ve 2017/515 E., 2019/1233 K. sayılı kararında bu şartlar şu şekilde belirtilmiştir:

Ancak az yukarıda ifade edildiği üzere “sözleşmeye bağlılık” ilkesi esas olup, Sözleşmeye müdahale müessesesi istisnai nitelikte bir kurum olmakla yasa koyucu tarafından da bu kurumun uygulanması ancak anılan madde de belirtilen dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar; Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü durum ortaya çıkması, bu durumun borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkması, yine bu durumun sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmesi ve borçlunun borcunu henüz ifa etmemiş olması veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olması halidir. Bu dört koşulun birlikte gerçekleşmesi halinde ise borçlunun, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkı bulunmaktadır.”

Bu şartlar gerçekleşti ise borçlu, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edilebilir. Hakim, karşı edimin arttırılması, edim yükünün azaltılması, sözleşme süresinin uzatılması veya kısaltılması, ifa tarzının değiştirilmesi gibi uygun bulduğu biçimde uyarlama yapabilir.

Uyarlama yapılması mümkün değilse ya da uyarlama yapılması, hiçbir fayda sağlamayacak veya uyarlama yapılması karşı tarafın edimini yerine getirmesini güçleştirecek ise bu durumda uyarlama yerine dönme gündeme gelir. Sürekli edimli sözleşmelerde ifaya başlanmamış ise dönme, başlanmış ise fesih söz konusu olur.

TBK m. 138’de uyarlamanın aksine, dönme hakkının mahkemeler önünde kullanılması gerekliliğinden bahsedilmemiştir. Dolaysıyla, dönme hakkı, mahkeme önünde veya mahkeme dışında kullanılabilir.

Uyarlama daha çok ve sık bir biçimde uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir. Uyarlamanın en çok gündeme geldiği sözleşmelerden bir tanesi, sürekli edimli sözleşmelerden olan kira sözleşmeleridir. Kira sözleşmesinin temel unsurlarından biri olan kira bedeli için açılacak uyarlama davasını ve kira tespit davasını birbirine karıştırmamak gerekir. Kira tespit davasını taraflardan her biri hukuki bir yararı bulunduğu sürece ve sadece konut ve çatılı iş yeri kiraları söz konusu olduğunda açabilirken uyarlama davasının bütün kira sözleşmeleri için yukarıda belirttiğimiz bazı şartların varlığı halinde açılması mümkündür. Uyarlama davasıYargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/2910 E., 2020/6680 K. Sayılı kararında bu hususa şu şekilde değinmiştir:

Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi halinde kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir. O halde Mahkemece yapılacak iş; az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken ilke ve esaslar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, tüm bu veriler, kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi mücbir sebep sayılan doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde kira bedelinin tespitine yönelik karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Son zamanlarda verilen yargı kararlarına bakılacak olursa özellikle son dönemde hayatımızın her alanını etkileyen yüksek enflasyon oranları, kira bedellerinin kiralayan açısından uyarlamanın söz konusu olabilmesi için gereken, öngörülemez ve olağanüstü bir durum şartının bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıtay, 3. Hukuk Dairesi 2021/5067 E., 2021/7930 K. sayılı, 07/09/2021 tarihli kararında bu hususu şu şekilde açıklamıştır:

Somut olayda; taraflar arasında düzenlenen 16/08/2010 başlangıç tarihli, on yıl süreli kira sözleşmesine ilişkin, taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davacı, dava tarihi olan 19/03/2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere değişen hal ve şartlara göre kira bedelinin uyarlanmasını istemiştir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir.

ESER SÖZLEŞMESİNDE UYARLAMA

Eser sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Yüklenici, eseri yapıp teslim etmeyi taahhüt ederken iş sahibi bunun karşılığında bir bedel ödeme borcunu üstlenir. Taraflar, ödenecek bedeli sözleşme kurulurken ve kesin olarak belirlemişler ise bu bedel götürü bedeldir.

Eser sözleşmesi, sürekli ani edim karışığı bir sözleşmedir. Sözleşme ilişkisinin uzun bir süre alması bu sözleşmeler için uyarlama müessesesini son derece önemli kılmıştır. Bundan hareketle yasa koyucu, eser sözleşmesi için bedel bakımından uyarlamayı özel olarak düzenleme gereksinimi duymuştur. Şöyle ki:

MADDE 480- Bedel götürü olarak belirlenmişse yüklenici, eseri o bedelle meydana getirmekle yükümlüdür. Eser, öngörülenden fazla emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile yüklenici, belirlenen bedelin artırılmasını isteyemez.

Ancak, başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir.

Eser, öngörülenden az emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile iş sahibi, belirlenen bedelin tamamını ödemekle yükümlüdür.”

Eser sözleşmesinde bedel, önceden götürü bedel olarak belirlenmiş ise yüklenici sözleşmedeki bedelin değiştirilmesi istenemez fakat bu durum hakkaniyete ve adalete aykırı durumlar oluşturabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şartların varlığı halinde bu bedelin değiştirilmesi mümkün kılınmıştır:

  • Sözleşme kurulduğu sırada öngörülemeyen ya da öngörülüp sözleşmeye etki edeceği düşünülmeyen dolayısıyla dikkate alınmayan bir durum ortaya çıkmalıdır. Öngörülemeyen bu olay tespit edilirken işinde uzman ve özenle hareket eden yüklenici dikkate alınmalıdır. Yüklenicinin tacir olduğu durumlarda olağanüstü öngörülemeyen durum değerlendirmesi daha dar bir biçimde yapılmaktadır. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 02.06.2020 tarihli ve 2019/3771 E., 2020/1216 K. sayılı kararında yüklenicinin basiretli tacir olması nedeniyle uyarlamaya konu edilemeyecek durumlara şu şekilde bazı örnekler verilmiştir: “Uyarlama talebinin dayanağı olarak gösterilen ve davalının süre uzatımı verdiği, ruhsat alımındaki gecikme, numunelerin incelenme süresi, hakediş ödemelerindeki gecikme, anıtlar kurulunca projenin onaylanmasındaki gecikme, iş artışı ile mevsim nedeniyle çalışılmayan günler, iş artışı ve özellikle Anıtlar Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi eser sözleşmelerindeki gecikme ve süre uzatımları sözleşmenin yapıldığı sırada işinin ehli olup basiretli bir tacir gibi hareket etmesi gereken yüklenici tarafından öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum niteliğinde değildir.”
  • Yüklenicinin TBK m. 480/2’ye göre sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını istemesi veya sözleşmenin sona ermesini talep etmesi için başlangıçta öngörülemeyen, olağanüstü durumlardan dolayı sözleşmede belirlenen götürü bedelle eserin tamamlanması mümkün olmamalı veya son derece güçleşmelidir.
  • Öngörülemeyen durumun müteahhide yüklenemeyen sebeplerle ortaya çıkması gerekir.
  • Yüklenicinin meydana gelen olağanüstü durumu iş sahibine bildirmesi gerekir. Bildirmez ise uyarlama fırsatından yararlanamaz. Bu şart, yüklenicinin göstermesi gereken özen yükümlülüğünün bir gereğidir.
  • Yüklenici, uyarlamadan doğan haklarından önceden vazgeçmemiş ve sınırlandırmamış olmalıdır.

Bu şartlar yerine geldiğinde yüklenici, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını talep edebilir. Fakat sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması mümkün değilse veya iş sahibinin uyarlamaya katlanması dürüstlük kuralları gereği ondan beklenemeyecek ise bu durumda sözleşmeden dönme zorunluluğu doğacaktır. Dönme, sözleşmeyi bütün sonuçları itibariyle baştan itibaren sona erdireceğinden bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu gibi durumlarda dönme yerine sözleşmenin feshi gündeme gelecektir.

Eser sözleşmesinin götürü bedel dışındaki diğer unsurlarının ya da bedelin götürü bedel şeklinde düzenlenmediği durumlarda bedelin uyarlanması, genel hükümlere göre istenebilecektir.

Özellikle, günümüzdeki yüksek enflasyon oranları ve eser sözleşmelerinin ifa edilmesinin uzun zaman alması nedeniyle eser sözleşmesinde uyarlama büyük önem arz etmektedir.

 

Kiralananın Yeniden İnşa Veya İmar Amacıyla Tahliyesi

Kiralananın Yeniden İnşa Veya İmar Amacıyla Tahliyesi

07 Şub Çarşamba
13:09

UYARLAMA DAVASI – AV. MURAT TEZCAN – HATİCE NUR GÖKŞİN


UYARLAMA DAVASI

Bazı sözleşmelerin kurulduğu an ve ifa anı farklılık gösterebilir. Bu tür sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu an ve ifa zamanı arasında geçen süre zarfında, tarafların öngörmediği ve öngörmesinin de beklenmediği bazı değişiklikler meydana gelebilir. Bu değişikliklerle beraber, tarafların sözleşme ilişkisine girdiği sırada temel aldığı tasavvurlar da değişebilir. Bu tarz değişiklikler sözleşmede başlangıçta kurulmuş olan taraflar arası menfaat dengesinin bozulmasına sebebiyet verir.

Sözleşmeler hukukuna egemen olan ahde vefa ilkesi, sözleşmede yer alan hükümlere bağlı kalmayı ve sözleşme hükümlerine uygun davranmayı ifade eder. Fakat bu ilke bazı durumlarda, özellikle sözleşmenin kurulduğu zamanki şartların ifa anına kadar geçen sürede değişmesi sebebiyle hakkaniyete uygun olmayan neticelere sebebiyet verebilir. Bu gibi bir durumda borçludan sözleşmeye bağlı kalmasının ve sözleşmedeki borcunun ifasının talep edilmesi adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 30.05.2012 tarihli ve 2012/8973 E., 2012/13817 K. sayılı kararında da benzer hususlara değinmiştir:

Gerçekten de sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Ancak bu ilke özel hukukun diğer ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki hasıl olur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (M.K. Md.4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır hale gelir. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus- Beklenmiyen hal şartı–sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmaktadır.”

Ortaya çıkan bu adaletsiz durumların önlenmesi adına, uyarlama kavramı ortaya çıkmıştır. Uyarlama, geleceğe ilişkin bir sorun olduğundan daha çok uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir ve sözleşmenin değişen şart ve koşullara uygun duruma getirilmesi olarak tanımlanabilir. Uyarlamanın amacı, sözleşmenin varlığını muhafaza etmek ve sözleşmeyi ayakta tutmaktır. Sözleşmenin devamını engelleyecek durumlardan bir tanesi de taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasıdır. Bu açıdan uyarlama, taraflar arsındaki menfaat dengesinin korunmasına ve değişen koşullar nedeniyle bir tarafa yüklenen riskin paylaştırılmasına hizmet eder. Yasa koyucu, uyarlama müessesesini Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümler kısmında şu şekilde düzenlemiştir:

MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.

Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.”

Uyarlama, esasen dayanağını TMK m. 2’de öngörülen dürüstlük kuralından almaktadır ve sürekli ve ani edimli sözleşme olması fark etmeksizin kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça bütün sözleşmeler için gerçekleşebilir. Taraflar isterse sözleşme serbestisi ilkesi gereği, tarafı oldukları sözleşmelere uyarlama hükmü koyabilir. Uyarlama, sözleşmeler hukukunun temel ilkelerinden biri olan ahde vefa ilkesinin bir istisnası niteliğinde olduğundan talep edilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki dengenin bozulması ve bu bozulmaya borçlunu katlanmasının dürüstlük kuralına, adalet ve hakkaniyete göre beklenememesi gerekmektedir. Bu durum, işlem temelinin çökmesi olarak da ifade edilebilir. Aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum, sözleşmenin kurulduğu sırada var fakat sözleşmenin tarafları bundan haberdar değilse uyarlama hükümlerine başvurulamaz. Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan ve aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum borçlunun ekonomik olarak mahvına sebebiyet verme şeklinde yorumlanmamalıdır nitekim, borçlu bu adaletsiz durumu karşılayacak ekonomik güce sahip olsa bile dürüstlük kuralına aykırı ve adaletsiz bir durum söz konusu olduğunda karşı tarafında da durumu göz önünde tutularak uyarlama talep edilebilir.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumun, olağanüstü olması, sözleşme yapıldığı sırada önceden öngörülmemesi ve sözleşmenin tarafları tarafından da öngörülmesinin beklenmemesi Olağanüstü durumlara; savaş, salgın hastalık, ekonomik kriz, devalüasyon, doğal afetler, ithal ve ihraç yasağı, kıtlık örnek olarak verilebilir. Bu durumlar belirlenirken tarafların bilgisi ve uzmanlık alanları, sözleşmenin kurulduğu zamanın şartları, sözleşmenin türü, tarafların menfaatleri dikkate alınmalıdır.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durum, borçludan kaynaklanmamalıdır. Örneğin borçlu, sözleşmeden doğan borcunu zamanında ifa etse idi aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumdan etkilenmeyecek idi ise bu durumda borçlunun uyarlama talebinde bulunamaması gerekir. Fakat borçlu, temerrüde düşmede kusuru olmadığını ispat ederse uyarlama hükümlerine başvurabilir.
  • Taraflar sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmemiş olmalıdır ya da ifada bulunurken uyarlamadan doğan haklarını saklı tutmalıdır. Kural, ifada bulunduktan sonra uyarlama talep edilememesidir. Fakat borçlu, borcunu yerine getirirken uyarlamaya ilişkin haklarını saklı tutmuş ise ifayı gerçekleştirdikten sonra da uyarlama talebinde bulunabilir. Bu gibi bir durumda uyarlamanın sonucuna göre, ifa edilmiş olan kısım sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilecektir.

 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.11.2019 tarihli ve 2017/515 E., 2019/1233 K. sayılı kararında bu şartlar şu şekilde belirtilmiştir:

Ancak az yukarıda ifade edildiği üzere “sözleşmeye bağlılık” ilkesi esas olup, Sözleşmeye müdahale müessesesi istisnai nitelikte bir kurum olmakla yasa koyucu tarafından da bu kurumun uygulanması ancak anılan madde de belirtilen dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar; Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü durum ortaya çıkması, bu durumun borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkması, yine bu durumun sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmesi ve borçlunun borcunu henüz ifa etmemiş olması veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olması halidir. Bu dört koşulun birlikte gerçekleşmesi halinde ise borçlunun, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkı bulunmaktadır.”

Bu şartlar gerçekleşti ise borçlu, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edilebilir. Hakim, karşı edimin arttırılması, edim yükünün azaltılması, sözleşme süresinin uzatılması veya kısaltılması, ifa tarzının değiştirilmesi gibi uygun bulduğu biçimde uyarlama yapabilir.

Uyarlama yapılması mümkün değilse ya da uyarlama yapılması, hiçbir fayda sağlamayacak veya uyarlama yapılması karşı tarafın edimini yerine getirmesini güçleştirecek ise bu durumda uyarlama yerine dönme gündeme gelir. Sürekli edimli sözleşmelerde ifaya başlanmamış ise dönme, başlanmış ise fesih söz konusu olur.

TBK m. 138’de uyarlamanın aksine, dönme hakkının mahkemeler önünde kullanılması gerekliliğinden bahsedilmemiştir. Dolaysıyla, dönme hakkı, mahkeme önünde veya mahkeme dışında kullanılabilir.

Uyarlama daha çok ve sık bir biçimde uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir. Uyarlamanın en çok gündeme geldiği sözleşmelerden bir tanesi, sürekli edimli sözleşmelerden olan kira sözleşmeleridir. Kira sözleşmesinin temel unsurlarından biri olan kira bedeli için açılacak uyarlama davasını ve kira tespit davasını birbirine karıştırmamak gerekir. Kira tespit davasını taraflardan her biri hukuki bir yararı bulunduğu sürece ve sadece konut ve çatılı iş yeri kiraları söz konusu olduğunda açabilirken uyarlama davasının bütün kira sözleşmeleri için yukarıda belirttiğimiz bazı şartların varlığı halinde açılması mümkündür. Uyarlama davasıYargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/2910 E., 2020/6680 K. Sayılı kararında bu hususa şu şekilde değinmiştir:

Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi halinde kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir. O halde Mahkemece yapılacak iş; az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken ilke ve esaslar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, tüm bu veriler, kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi mücbir sebep sayılan doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde kira bedelinin tespitine yönelik karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Son zamanlarda verilen yargı kararlarına bakılacak olursa özellikle son dönemde hayatımızın her alanını etkileyen yüksek enflasyon oranları, kira bedellerinin kiralayan açısından uyarlamanın söz konusu olabilmesi için gereken, öngörülemez ve olağanüstü bir durum şartının bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıtay, 3. Hukuk Dairesi 2021/5067 E., 2021/7930 K. sayılı, 07/09/2021 tarihli kararında bu hususu şu şekilde açıklamıştır:

Somut olayda; taraflar arasında düzenlenen 16/08/2010 başlangıç tarihli, on yıl süreli kira sözleşmesine ilişkin, taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davacı, dava tarihi olan 19/03/2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere değişen hal ve şartlara göre kira bedelinin uyarlanmasını istemiştir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir.

ESER SÖZLEŞMESİNDE UYARLAMA

Eser sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Yüklenici, eseri yapıp teslim etmeyi taahhüt ederken iş sahibi bunun karşılığında bir bedel ödeme borcunu üstlenir. Taraflar, ödenecek bedeli sözleşme kurulurken ve kesin olarak belirlemişler ise bu bedel götürü bedeldir.

Eser sözleşmesi, sürekli ani edim karışığı bir sözleşmedir. Sözleşme ilişkisinin uzun bir süre alması bu sözleşmeler için uyarlama müessesesini son derece önemli kılmıştır. Bundan hareketle yasa koyucu, eser sözleşmesi için bedel bakımından uyarlamayı özel olarak düzenleme gereksinimi duymuştur. Şöyle ki:

MADDE 480- Bedel götürü olarak belirlenmişse yüklenici, eseri o bedelle meydana getirmekle yükümlüdür. Eser, öngörülenden fazla emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile yüklenici, belirlenen bedelin artırılmasını isteyemez.

Ancak, başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir.

Eser, öngörülenden az emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile iş sahibi, belirlenen bedelin tamamını ödemekle yükümlüdür.”

Eser sözleşmesinde bedel, önceden götürü bedel olarak belirlenmiş ise yüklenici sözleşmedeki bedelin değiştirilmesi istenemez fakat bu durum hakkaniyete ve adalete aykırı durumlar oluşturabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şartların varlığı halinde bu bedelin değiştirilmesi mümkün kılınmıştır:

  • Sözleşme kurulduğu sırada öngörülemeyen ya da öngörülüp sözleşmeye etki edeceği düşünülmeyen dolayısıyla dikkate alınmayan bir durum ortaya çıkmalıdır. Öngörülemeyen bu olay tespit edilirken işinde uzman ve özenle hareket eden yüklenici dikkate alınmalıdır. Yüklenicinin tacir olduğu durumlarda olağanüstü öngörülemeyen durum değerlendirmesi daha dar bir biçimde yapılmaktadır. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 02.06.2020 tarihli ve 2019/3771 E., 2020/1216 K. sayılı kararında yüklenicinin basiretli tacir olması nedeniyle uyarlamaya konu edilemeyecek durumlara şu şekilde bazı örnekler verilmiştir: “Uyarlama talebinin dayanağı olarak gösterilen ve davalının süre uzatımı verdiği, ruhsat alımındaki gecikme, numunelerin incelenme süresi, hakediş ödemelerindeki gecikme, anıtlar kurulunca projenin onaylanmasındaki gecikme, iş artışı ile mevsim nedeniyle çalışılmayan günler, iş artışı ve özellikle Anıtlar Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi eser sözleşmelerindeki gecikme ve süre uzatımları sözleşmenin yapıldığı sırada işinin ehli olup basiretli bir tacir gibi hareket etmesi gereken yüklenici tarafından öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum niteliğinde değildir.”
  • Yüklenicinin TBK m. 480/2’ye göre sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını istemesi veya sözleşmenin sona ermesini talep etmesi için başlangıçta öngörülemeyen, olağanüstü durumlardan dolayı sözleşmede belirlenen götürü bedelle eserin tamamlanması mümkün olmamalı veya son derece güçleşmelidir.
  • Öngörülemeyen durumun müteahhide yüklenemeyen sebeplerle ortaya çıkması gerekir.
  • Yüklenicinin meydana gelen olağanüstü durumu iş sahibine bildirmesi gerekir. Bildirmez ise uyarlama fırsatından yararlanamaz. Bu şart, yüklenicinin göstermesi gereken özen yükümlülüğünün bir gereğidir.
  • Yüklenici, uyarlamadan doğan haklarından önceden vazgeçmemiş ve sınırlandırmamış olmalıdır.

Bu şartlar yerine geldiğinde yüklenici, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını talep edebilir. Fakat sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması mümkün değilse veya iş sahibinin uyarlamaya katlanması dürüstlük kuralları gereği ondan beklenemeyecek ise bu durumda sözleşmeden dönme zorunluluğu doğacaktır. Dönme, sözleşmeyi bütün sonuçları itibariyle baştan itibaren sona erdireceğinden bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu gibi durumlarda dönme yerine sözleşmenin feshi gündeme gelecektir.

Eser sözleşmesinin götürü bedel dışındaki diğer unsurlarının ya da bedelin götürü bedel şeklinde düzenlenmediği durumlarda bedelin uyarlanması, genel hükümlere göre istenebilecektir.

Özellikle, günümüzdeki yüksek enflasyon oranları ve eser sözleşmelerinin ifa edilmesinin uzun zaman alması nedeniyle eser sözleşmesinde uyarlama büyük önem arz etmektedir.

 

Paydaşlıktan Çıkarılma

24 Şub Cumartesi
16:22

UYARLAMA DAVASI – AV. MURAT TEZCAN – HATİCE NUR GÖKŞİN


UYARLAMA DAVASI

Bazı sözleşmelerin kurulduğu an ve ifa anı farklılık gösterebilir. Bu tür sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu an ve ifa zamanı arasında geçen süre zarfında, tarafların öngörmediği ve öngörmesinin de beklenmediği bazı değişiklikler meydana gelebilir. Bu değişikliklerle beraber, tarafların sözleşme ilişkisine girdiği sırada temel aldığı tasavvurlar da değişebilir. Bu tarz değişiklikler sözleşmede başlangıçta kurulmuş olan taraflar arası menfaat dengesinin bozulmasına sebebiyet verir.

Sözleşmeler hukukuna egemen olan ahde vefa ilkesi, sözleşmede yer alan hükümlere bağlı kalmayı ve sözleşme hükümlerine uygun davranmayı ifade eder. Fakat bu ilke bazı durumlarda, özellikle sözleşmenin kurulduğu zamanki şartların ifa anına kadar geçen sürede değişmesi sebebiyle hakkaniyete uygun olmayan neticelere sebebiyet verebilir. Bu gibi bir durumda borçludan sözleşmeye bağlı kalmasının ve sözleşmedeki borcunun ifasının talep edilmesi adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 30.05.2012 tarihli ve 2012/8973 E., 2012/13817 K. sayılı kararında da benzer hususlara değinmiştir:

Gerçekten de sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Ancak bu ilke özel hukukun diğer ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki hasıl olur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (M.K. Md.4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır hale gelir. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus- Beklenmiyen hal şartı–sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmaktadır.”

Ortaya çıkan bu adaletsiz durumların önlenmesi adına, uyarlama kavramı ortaya çıkmıştır. Uyarlama, geleceğe ilişkin bir sorun olduğundan daha çok uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir ve sözleşmenin değişen şart ve koşullara uygun duruma getirilmesi olarak tanımlanabilir. Uyarlamanın amacı, sözleşmenin varlığını muhafaza etmek ve sözleşmeyi ayakta tutmaktır. Sözleşmenin devamını engelleyecek durumlardan bir tanesi de taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasıdır. Bu açıdan uyarlama, taraflar arsındaki menfaat dengesinin korunmasına ve değişen koşullar nedeniyle bir tarafa yüklenen riskin paylaştırılmasına hizmet eder. Yasa koyucu, uyarlama müessesesini Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümler kısmında şu şekilde düzenlemiştir:

MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.

Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.”

Uyarlama, esasen dayanağını TMK m. 2’de öngörülen dürüstlük kuralından almaktadır ve sürekli ve ani edimli sözleşme olması fark etmeksizin kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça bütün sözleşmeler için gerçekleşebilir. Taraflar isterse sözleşme serbestisi ilkesi gereği, tarafı oldukları sözleşmelere uyarlama hükmü koyabilir. Uyarlama, sözleşmeler hukukunun temel ilkelerinden biri olan ahde vefa ilkesinin bir istisnası niteliğinde olduğundan talep edilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki dengenin bozulması ve bu bozulmaya borçlunu katlanmasının dürüstlük kuralına, adalet ve hakkaniyete göre beklenememesi gerekmektedir. Bu durum, işlem temelinin çökmesi olarak da ifade edilebilir. Aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum, sözleşmenin kurulduğu sırada var fakat sözleşmenin tarafları bundan haberdar değilse uyarlama hükümlerine başvurulamaz. Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan ve aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum borçlunun ekonomik olarak mahvına sebebiyet verme şeklinde yorumlanmamalıdır nitekim, borçlu bu adaletsiz durumu karşılayacak ekonomik güce sahip olsa bile dürüstlük kuralına aykırı ve adaletsiz bir durum söz konusu olduğunda karşı tarafında da durumu göz önünde tutularak uyarlama talep edilebilir.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumun, olağanüstü olması, sözleşme yapıldığı sırada önceden öngörülmemesi ve sözleşmenin tarafları tarafından da öngörülmesinin beklenmemesi Olağanüstü durumlara; savaş, salgın hastalık, ekonomik kriz, devalüasyon, doğal afetler, ithal ve ihraç yasağı, kıtlık örnek olarak verilebilir. Bu durumlar belirlenirken tarafların bilgisi ve uzmanlık alanları, sözleşmenin kurulduğu zamanın şartları, sözleşmenin türü, tarafların menfaatleri dikkate alınmalıdır.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durum, borçludan kaynaklanmamalıdır. Örneğin borçlu, sözleşmeden doğan borcunu zamanında ifa etse idi aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumdan etkilenmeyecek idi ise bu durumda borçlunun uyarlama talebinde bulunamaması gerekir. Fakat borçlu, temerrüde düşmede kusuru olmadığını ispat ederse uyarlama hükümlerine başvurabilir.
  • Taraflar sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmemiş olmalıdır ya da ifada bulunurken uyarlamadan doğan haklarını saklı tutmalıdır. Kural, ifada bulunduktan sonra uyarlama talep edilememesidir. Fakat borçlu, borcunu yerine getirirken uyarlamaya ilişkin haklarını saklı tutmuş ise ifayı gerçekleştirdikten sonra da uyarlama talebinde bulunabilir. Bu gibi bir durumda uyarlamanın sonucuna göre, ifa edilmiş olan kısım sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilecektir.

 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.11.2019 tarihli ve 2017/515 E., 2019/1233 K. sayılı kararında bu şartlar şu şekilde belirtilmiştir:

Ancak az yukarıda ifade edildiği üzere “sözleşmeye bağlılık” ilkesi esas olup, Sözleşmeye müdahale müessesesi istisnai nitelikte bir kurum olmakla yasa koyucu tarafından da bu kurumun uygulanması ancak anılan madde de belirtilen dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar; Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü durum ortaya çıkması, bu durumun borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkması, yine bu durumun sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmesi ve borçlunun borcunu henüz ifa etmemiş olması veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olması halidir. Bu dört koşulun birlikte gerçekleşmesi halinde ise borçlunun, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkı bulunmaktadır.”

Bu şartlar gerçekleşti ise borçlu, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edilebilir. Hakim, karşı edimin arttırılması, edim yükünün azaltılması, sözleşme süresinin uzatılması veya kısaltılması, ifa tarzının değiştirilmesi gibi uygun bulduğu biçimde uyarlama yapabilir.

Uyarlama yapılması mümkün değilse ya da uyarlama yapılması, hiçbir fayda sağlamayacak veya uyarlama yapılması karşı tarafın edimini yerine getirmesini güçleştirecek ise bu durumda uyarlama yerine dönme gündeme gelir. Sürekli edimli sözleşmelerde ifaya başlanmamış ise dönme, başlanmış ise fesih söz konusu olur.

TBK m. 138’de uyarlamanın aksine, dönme hakkının mahkemeler önünde kullanılması gerekliliğinden bahsedilmemiştir. Dolaysıyla, dönme hakkı, mahkeme önünde veya mahkeme dışında kullanılabilir.

Uyarlama daha çok ve sık bir biçimde uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir. Uyarlamanın en çok gündeme geldiği sözleşmelerden bir tanesi, sürekli edimli sözleşmelerden olan kira sözleşmeleridir. Kira sözleşmesinin temel unsurlarından biri olan kira bedeli için açılacak uyarlama davasını ve kira tespit davasını birbirine karıştırmamak gerekir. Kira tespit davasını taraflardan her biri hukuki bir yararı bulunduğu sürece ve sadece konut ve çatılı iş yeri kiraları söz konusu olduğunda açabilirken uyarlama davasının bütün kira sözleşmeleri için yukarıda belirttiğimiz bazı şartların varlığı halinde açılması mümkündür. Uyarlama davasıYargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/2910 E., 2020/6680 K. Sayılı kararında bu hususa şu şekilde değinmiştir:

Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi halinde kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir. O halde Mahkemece yapılacak iş; az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken ilke ve esaslar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, tüm bu veriler, kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi mücbir sebep sayılan doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde kira bedelinin tespitine yönelik karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Son zamanlarda verilen yargı kararlarına bakılacak olursa özellikle son dönemde hayatımızın her alanını etkileyen yüksek enflasyon oranları, kira bedellerinin kiralayan açısından uyarlamanın söz konusu olabilmesi için gereken, öngörülemez ve olağanüstü bir durum şartının bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıtay, 3. Hukuk Dairesi 2021/5067 E., 2021/7930 K. sayılı, 07/09/2021 tarihli kararında bu hususu şu şekilde açıklamıştır:

Somut olayda; taraflar arasında düzenlenen 16/08/2010 başlangıç tarihli, on yıl süreli kira sözleşmesine ilişkin, taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davacı, dava tarihi olan 19/03/2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere değişen hal ve şartlara göre kira bedelinin uyarlanmasını istemiştir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir.

ESER SÖZLEŞMESİNDE UYARLAMA

Eser sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Yüklenici, eseri yapıp teslim etmeyi taahhüt ederken iş sahibi bunun karşılığında bir bedel ödeme borcunu üstlenir. Taraflar, ödenecek bedeli sözleşme kurulurken ve kesin olarak belirlemişler ise bu bedel götürü bedeldir.

Eser sözleşmesi, sürekli ani edim karışığı bir sözleşmedir. Sözleşme ilişkisinin uzun bir süre alması bu sözleşmeler için uyarlama müessesesini son derece önemli kılmıştır. Bundan hareketle yasa koyucu, eser sözleşmesi için bedel bakımından uyarlamayı özel olarak düzenleme gereksinimi duymuştur. Şöyle ki:

MADDE 480- Bedel götürü olarak belirlenmişse yüklenici, eseri o bedelle meydana getirmekle yükümlüdür. Eser, öngörülenden fazla emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile yüklenici, belirlenen bedelin artırılmasını isteyemez.

Ancak, başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir.

Eser, öngörülenden az emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile iş sahibi, belirlenen bedelin tamamını ödemekle yükümlüdür.”

Eser sözleşmesinde bedel, önceden götürü bedel olarak belirlenmiş ise yüklenici sözleşmedeki bedelin değiştirilmesi istenemez fakat bu durum hakkaniyete ve adalete aykırı durumlar oluşturabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şartların varlığı halinde bu bedelin değiştirilmesi mümkün kılınmıştır:

  • Sözleşme kurulduğu sırada öngörülemeyen ya da öngörülüp sözleşmeye etki edeceği düşünülmeyen dolayısıyla dikkate alınmayan bir durum ortaya çıkmalıdır. Öngörülemeyen bu olay tespit edilirken işinde uzman ve özenle hareket eden yüklenici dikkate alınmalıdır. Yüklenicinin tacir olduğu durumlarda olağanüstü öngörülemeyen durum değerlendirmesi daha dar bir biçimde yapılmaktadır. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 02.06.2020 tarihli ve 2019/3771 E., 2020/1216 K. sayılı kararında yüklenicinin basiretli tacir olması nedeniyle uyarlamaya konu edilemeyecek durumlara şu şekilde bazı örnekler verilmiştir: “Uyarlama talebinin dayanağı olarak gösterilen ve davalının süre uzatımı verdiği, ruhsat alımındaki gecikme, numunelerin incelenme süresi, hakediş ödemelerindeki gecikme, anıtlar kurulunca projenin onaylanmasındaki gecikme, iş artışı ile mevsim nedeniyle çalışılmayan günler, iş artışı ve özellikle Anıtlar Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi eser sözleşmelerindeki gecikme ve süre uzatımları sözleşmenin yapıldığı sırada işinin ehli olup basiretli bir tacir gibi hareket etmesi gereken yüklenici tarafından öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum niteliğinde değildir.”
  • Yüklenicinin TBK m. 480/2’ye göre sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını istemesi veya sözleşmenin sona ermesini talep etmesi için başlangıçta öngörülemeyen, olağanüstü durumlardan dolayı sözleşmede belirlenen götürü bedelle eserin tamamlanması mümkün olmamalı veya son derece güçleşmelidir.
  • Öngörülemeyen durumun müteahhide yüklenemeyen sebeplerle ortaya çıkması gerekir.
  • Yüklenicinin meydana gelen olağanüstü durumu iş sahibine bildirmesi gerekir. Bildirmez ise uyarlama fırsatından yararlanamaz. Bu şart, yüklenicinin göstermesi gereken özen yükümlülüğünün bir gereğidir.
  • Yüklenici, uyarlamadan doğan haklarından önceden vazgeçmemiş ve sınırlandırmamış olmalıdır.

Bu şartlar yerine geldiğinde yüklenici, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını talep edebilir. Fakat sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması mümkün değilse veya iş sahibinin uyarlamaya katlanması dürüstlük kuralları gereği ondan beklenemeyecek ise bu durumda sözleşmeden dönme zorunluluğu doğacaktır. Dönme, sözleşmeyi bütün sonuçları itibariyle baştan itibaren sona erdireceğinden bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu gibi durumlarda dönme yerine sözleşmenin feshi gündeme gelecektir.

Eser sözleşmesinin götürü bedel dışındaki diğer unsurlarının ya da bedelin götürü bedel şeklinde düzenlenmediği durumlarda bedelin uyarlanması, genel hükümlere göre istenebilecektir.

Özellikle, günümüzdeki yüksek enflasyon oranları ve eser sözleşmelerinin ifa edilmesinin uzun zaman alması nedeniyle eser sözleşmesinde uyarlama büyük önem arz etmektedir.

 

Toki Ve Geç Teslim Edilen Konutlar

24 Şub Cumartesi
16:42

UYARLAMA DAVASI – AV. MURAT TEZCAN – HATİCE NUR GÖKŞİN


UYARLAMA DAVASI

Bazı sözleşmelerin kurulduğu an ve ifa anı farklılık gösterebilir. Bu tür sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu an ve ifa zamanı arasında geçen süre zarfında, tarafların öngörmediği ve öngörmesinin de beklenmediği bazı değişiklikler meydana gelebilir. Bu değişikliklerle beraber, tarafların sözleşme ilişkisine girdiği sırada temel aldığı tasavvurlar da değişebilir. Bu tarz değişiklikler sözleşmede başlangıçta kurulmuş olan taraflar arası menfaat dengesinin bozulmasına sebebiyet verir.

Sözleşmeler hukukuna egemen olan ahde vefa ilkesi, sözleşmede yer alan hükümlere bağlı kalmayı ve sözleşme hükümlerine uygun davranmayı ifade eder. Fakat bu ilke bazı durumlarda, özellikle sözleşmenin kurulduğu zamanki şartların ifa anına kadar geçen sürede değişmesi sebebiyle hakkaniyete uygun olmayan neticelere sebebiyet verebilir. Bu gibi bir durumda borçludan sözleşmeye bağlı kalmasının ve sözleşmedeki borcunun ifasının talep edilmesi adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 30.05.2012 tarihli ve 2012/8973 E., 2012/13817 K. sayılı kararında da benzer hususlara değinmiştir:

Gerçekten de sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Ancak bu ilke özel hukukun diğer ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki hasıl olur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (M.K. Md.4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır hale gelir. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus- Beklenmiyen hal şartı–sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmaktadır.”

Ortaya çıkan bu adaletsiz durumların önlenmesi adına, uyarlama kavramı ortaya çıkmıştır. Uyarlama, geleceğe ilişkin bir sorun olduğundan daha çok uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir ve sözleşmenin değişen şart ve koşullara uygun duruma getirilmesi olarak tanımlanabilir. Uyarlamanın amacı, sözleşmenin varlığını muhafaza etmek ve sözleşmeyi ayakta tutmaktır. Sözleşmenin devamını engelleyecek durumlardan bir tanesi de taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasıdır. Bu açıdan uyarlama, taraflar arsındaki menfaat dengesinin korunmasına ve değişen koşullar nedeniyle bir tarafa yüklenen riskin paylaştırılmasına hizmet eder. Yasa koyucu, uyarlama müessesesini Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümler kısmında şu şekilde düzenlemiştir:

MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.

Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.”

Uyarlama, esasen dayanağını TMK m. 2’de öngörülen dürüstlük kuralından almaktadır ve sürekli ve ani edimli sözleşme olması fark etmeksizin kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça bütün sözleşmeler için gerçekleşebilir. Taraflar isterse sözleşme serbestisi ilkesi gereği, tarafı oldukları sözleşmelere uyarlama hükmü koyabilir. Uyarlama, sözleşmeler hukukunun temel ilkelerinden biri olan ahde vefa ilkesinin bir istisnası niteliğinde olduğundan talep edilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki dengenin bozulması ve bu bozulmaya borçlunu katlanmasının dürüstlük kuralına, adalet ve hakkaniyete göre beklenememesi gerekmektedir. Bu durum, işlem temelinin çökmesi olarak da ifade edilebilir. Aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum, sözleşmenin kurulduğu sırada var fakat sözleşmenin tarafları bundan haberdar değilse uyarlama hükümlerine başvurulamaz. Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan ve aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum borçlunun ekonomik olarak mahvına sebebiyet verme şeklinde yorumlanmamalıdır nitekim, borçlu bu adaletsiz durumu karşılayacak ekonomik güce sahip olsa bile dürüstlük kuralına aykırı ve adaletsiz bir durum söz konusu olduğunda karşı tarafında da durumu göz önünde tutularak uyarlama talep edilebilir.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumun, olağanüstü olması, sözleşme yapıldığı sırada önceden öngörülmemesi ve sözleşmenin tarafları tarafından da öngörülmesinin beklenmemesi Olağanüstü durumlara; savaş, salgın hastalık, ekonomik kriz, devalüasyon, doğal afetler, ithal ve ihraç yasağı, kıtlık örnek olarak verilebilir. Bu durumlar belirlenirken tarafların bilgisi ve uzmanlık alanları, sözleşmenin kurulduğu zamanın şartları, sözleşmenin türü, tarafların menfaatleri dikkate alınmalıdır.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durum, borçludan kaynaklanmamalıdır. Örneğin borçlu, sözleşmeden doğan borcunu zamanında ifa etse idi aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumdan etkilenmeyecek idi ise bu durumda borçlunun uyarlama talebinde bulunamaması gerekir. Fakat borçlu, temerrüde düşmede kusuru olmadığını ispat ederse uyarlama hükümlerine başvurabilir.
  • Taraflar sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmemiş olmalıdır ya da ifada bulunurken uyarlamadan doğan haklarını saklı tutmalıdır. Kural, ifada bulunduktan sonra uyarlama talep edilememesidir. Fakat borçlu, borcunu yerine getirirken uyarlamaya ilişkin haklarını saklı tutmuş ise ifayı gerçekleştirdikten sonra da uyarlama talebinde bulunabilir. Bu gibi bir durumda uyarlamanın sonucuna göre, ifa edilmiş olan kısım sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilecektir.

 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.11.2019 tarihli ve 2017/515 E., 2019/1233 K. sayılı kararında bu şartlar şu şekilde belirtilmiştir:

Ancak az yukarıda ifade edildiği üzere “sözleşmeye bağlılık” ilkesi esas olup, Sözleşmeye müdahale müessesesi istisnai nitelikte bir kurum olmakla yasa koyucu tarafından da bu kurumun uygulanması ancak anılan madde de belirtilen dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar; Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü durum ortaya çıkması, bu durumun borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkması, yine bu durumun sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmesi ve borçlunun borcunu henüz ifa etmemiş olması veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olması halidir. Bu dört koşulun birlikte gerçekleşmesi halinde ise borçlunun, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkı bulunmaktadır.”

Bu şartlar gerçekleşti ise borçlu, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edilebilir. Hakim, karşı edimin arttırılması, edim yükünün azaltılması, sözleşme süresinin uzatılması veya kısaltılması, ifa tarzının değiştirilmesi gibi uygun bulduğu biçimde uyarlama yapabilir.

Uyarlama yapılması mümkün değilse ya da uyarlama yapılması, hiçbir fayda sağlamayacak veya uyarlama yapılması karşı tarafın edimini yerine getirmesini güçleştirecek ise bu durumda uyarlama yerine dönme gündeme gelir. Sürekli edimli sözleşmelerde ifaya başlanmamış ise dönme, başlanmış ise fesih söz konusu olur.

TBK m. 138’de uyarlamanın aksine, dönme hakkının mahkemeler önünde kullanılması gerekliliğinden bahsedilmemiştir. Dolaysıyla, dönme hakkı, mahkeme önünde veya mahkeme dışında kullanılabilir.

Uyarlama daha çok ve sık bir biçimde uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir. Uyarlamanın en çok gündeme geldiği sözleşmelerden bir tanesi, sürekli edimli sözleşmelerden olan kira sözleşmeleridir. Kira sözleşmesinin temel unsurlarından biri olan kira bedeli için açılacak uyarlama davasını ve kira tespit davasını birbirine karıştırmamak gerekir. Kira tespit davasını taraflardan her biri hukuki bir yararı bulunduğu sürece ve sadece konut ve çatılı iş yeri kiraları söz konusu olduğunda açabilirken uyarlama davasının bütün kira sözleşmeleri için yukarıda belirttiğimiz bazı şartların varlığı halinde açılması mümkündür. Uyarlama davasıYargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/2910 E., 2020/6680 K. Sayılı kararında bu hususa şu şekilde değinmiştir:

Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi halinde kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir. O halde Mahkemece yapılacak iş; az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken ilke ve esaslar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, tüm bu veriler, kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi mücbir sebep sayılan doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde kira bedelinin tespitine yönelik karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Son zamanlarda verilen yargı kararlarına bakılacak olursa özellikle son dönemde hayatımızın her alanını etkileyen yüksek enflasyon oranları, kira bedellerinin kiralayan açısından uyarlamanın söz konusu olabilmesi için gereken, öngörülemez ve olağanüstü bir durum şartının bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıtay, 3. Hukuk Dairesi 2021/5067 E., 2021/7930 K. sayılı, 07/09/2021 tarihli kararında bu hususu şu şekilde açıklamıştır:

Somut olayda; taraflar arasında düzenlenen 16/08/2010 başlangıç tarihli, on yıl süreli kira sözleşmesine ilişkin, taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davacı, dava tarihi olan 19/03/2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere değişen hal ve şartlara göre kira bedelinin uyarlanmasını istemiştir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir.

ESER SÖZLEŞMESİNDE UYARLAMA

Eser sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Yüklenici, eseri yapıp teslim etmeyi taahhüt ederken iş sahibi bunun karşılığında bir bedel ödeme borcunu üstlenir. Taraflar, ödenecek bedeli sözleşme kurulurken ve kesin olarak belirlemişler ise bu bedel götürü bedeldir.

Eser sözleşmesi, sürekli ani edim karışığı bir sözleşmedir. Sözleşme ilişkisinin uzun bir süre alması bu sözleşmeler için uyarlama müessesesini son derece önemli kılmıştır. Bundan hareketle yasa koyucu, eser sözleşmesi için bedel bakımından uyarlamayı özel olarak düzenleme gereksinimi duymuştur. Şöyle ki:

MADDE 480- Bedel götürü olarak belirlenmişse yüklenici, eseri o bedelle meydana getirmekle yükümlüdür. Eser, öngörülenden fazla emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile yüklenici, belirlenen bedelin artırılmasını isteyemez.

Ancak, başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir.

Eser, öngörülenden az emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile iş sahibi, belirlenen bedelin tamamını ödemekle yükümlüdür.”

Eser sözleşmesinde bedel, önceden götürü bedel olarak belirlenmiş ise yüklenici sözleşmedeki bedelin değiştirilmesi istenemez fakat bu durum hakkaniyete ve adalete aykırı durumlar oluşturabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şartların varlığı halinde bu bedelin değiştirilmesi mümkün kılınmıştır:

  • Sözleşme kurulduğu sırada öngörülemeyen ya da öngörülüp sözleşmeye etki edeceği düşünülmeyen dolayısıyla dikkate alınmayan bir durum ortaya çıkmalıdır. Öngörülemeyen bu olay tespit edilirken işinde uzman ve özenle hareket eden yüklenici dikkate alınmalıdır. Yüklenicinin tacir olduğu durumlarda olağanüstü öngörülemeyen durum değerlendirmesi daha dar bir biçimde yapılmaktadır. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 02.06.2020 tarihli ve 2019/3771 E., 2020/1216 K. sayılı kararında yüklenicinin basiretli tacir olması nedeniyle uyarlamaya konu edilemeyecek durumlara şu şekilde bazı örnekler verilmiştir: “Uyarlama talebinin dayanağı olarak gösterilen ve davalının süre uzatımı verdiği, ruhsat alımındaki gecikme, numunelerin incelenme süresi, hakediş ödemelerindeki gecikme, anıtlar kurulunca projenin onaylanmasındaki gecikme, iş artışı ile mevsim nedeniyle çalışılmayan günler, iş artışı ve özellikle Anıtlar Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi eser sözleşmelerindeki gecikme ve süre uzatımları sözleşmenin yapıldığı sırada işinin ehli olup basiretli bir tacir gibi hareket etmesi gereken yüklenici tarafından öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum niteliğinde değildir.”
  • Yüklenicinin TBK m. 480/2’ye göre sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını istemesi veya sözleşmenin sona ermesini talep etmesi için başlangıçta öngörülemeyen, olağanüstü durumlardan dolayı sözleşmede belirlenen götürü bedelle eserin tamamlanması mümkün olmamalı veya son derece güçleşmelidir.
  • Öngörülemeyen durumun müteahhide yüklenemeyen sebeplerle ortaya çıkması gerekir.
  • Yüklenicinin meydana gelen olağanüstü durumu iş sahibine bildirmesi gerekir. Bildirmez ise uyarlama fırsatından yararlanamaz. Bu şart, yüklenicinin göstermesi gereken özen yükümlülüğünün bir gereğidir.
  • Yüklenici, uyarlamadan doğan haklarından önceden vazgeçmemiş ve sınırlandırmamış olmalıdır.

Bu şartlar yerine geldiğinde yüklenici, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını talep edebilir. Fakat sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması mümkün değilse veya iş sahibinin uyarlamaya katlanması dürüstlük kuralları gereği ondan beklenemeyecek ise bu durumda sözleşmeden dönme zorunluluğu doğacaktır. Dönme, sözleşmeyi bütün sonuçları itibariyle baştan itibaren sona erdireceğinden bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu gibi durumlarda dönme yerine sözleşmenin feshi gündeme gelecektir.

Eser sözleşmesinin götürü bedel dışındaki diğer unsurlarının ya da bedelin götürü bedel şeklinde düzenlenmediği durumlarda bedelin uyarlanması, genel hükümlere göre istenebilecektir.

Özellikle, günümüzdeki yüksek enflasyon oranları ve eser sözleşmelerinin ifa edilmesinin uzun zaman alması nedeniyle eser sözleşmesinde uyarlama büyük önem arz etmektedir.

 

Mazbut Vakıfların Taraf Olduğu Kira Sözleşmeleri

24 Şub Cumartesi
16:56

UYARLAMA DAVASI – AV. MURAT TEZCAN – HATİCE NUR GÖKŞİN


UYARLAMA DAVASI

Bazı sözleşmelerin kurulduğu an ve ifa anı farklılık gösterebilir. Bu tür sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu an ve ifa zamanı arasında geçen süre zarfında, tarafların öngörmediği ve öngörmesinin de beklenmediği bazı değişiklikler meydana gelebilir. Bu değişikliklerle beraber, tarafların sözleşme ilişkisine girdiği sırada temel aldığı tasavvurlar da değişebilir. Bu tarz değişiklikler sözleşmede başlangıçta kurulmuş olan taraflar arası menfaat dengesinin bozulmasına sebebiyet verir.

Sözleşmeler hukukuna egemen olan ahde vefa ilkesi, sözleşmede yer alan hükümlere bağlı kalmayı ve sözleşme hükümlerine uygun davranmayı ifade eder. Fakat bu ilke bazı durumlarda, özellikle sözleşmenin kurulduğu zamanki şartların ifa anına kadar geçen sürede değişmesi sebebiyle hakkaniyete uygun olmayan neticelere sebebiyet verebilir. Bu gibi bir durumda borçludan sözleşmeye bağlı kalmasının ve sözleşmedeki borcunun ifasının talep edilmesi adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 30.05.2012 tarihli ve 2012/8973 E., 2012/13817 K. sayılı kararında da benzer hususlara değinmiştir:

Gerçekten de sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Ancak bu ilke özel hukukun diğer ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki hasıl olur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (M.K. Md.4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır hale gelir. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus- Beklenmiyen hal şartı–sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmaktadır.”

Ortaya çıkan bu adaletsiz durumların önlenmesi adına, uyarlama kavramı ortaya çıkmıştır. Uyarlama, geleceğe ilişkin bir sorun olduğundan daha çok uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir ve sözleşmenin değişen şart ve koşullara uygun duruma getirilmesi olarak tanımlanabilir. Uyarlamanın amacı, sözleşmenin varlığını muhafaza etmek ve sözleşmeyi ayakta tutmaktır. Sözleşmenin devamını engelleyecek durumlardan bir tanesi de taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasıdır. Bu açıdan uyarlama, taraflar arsındaki menfaat dengesinin korunmasına ve değişen koşullar nedeniyle bir tarafa yüklenen riskin paylaştırılmasına hizmet eder. Yasa koyucu, uyarlama müessesesini Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümler kısmında şu şekilde düzenlemiştir:

MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.

Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.”

Uyarlama, esasen dayanağını TMK m. 2’de öngörülen dürüstlük kuralından almaktadır ve sürekli ve ani edimli sözleşme olması fark etmeksizin kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça bütün sözleşmeler için gerçekleşebilir. Taraflar isterse sözleşme serbestisi ilkesi gereği, tarafı oldukları sözleşmelere uyarlama hükmü koyabilir. Uyarlama, sözleşmeler hukukunun temel ilkelerinden biri olan ahde vefa ilkesinin bir istisnası niteliğinde olduğundan talep edilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki dengenin bozulması ve bu bozulmaya borçlunu katlanmasının dürüstlük kuralına, adalet ve hakkaniyete göre beklenememesi gerekmektedir. Bu durum, işlem temelinin çökmesi olarak da ifade edilebilir. Aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum, sözleşmenin kurulduğu sırada var fakat sözleşmenin tarafları bundan haberdar değilse uyarlama hükümlerine başvurulamaz. Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan ve aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum borçlunun ekonomik olarak mahvına sebebiyet verme şeklinde yorumlanmamalıdır nitekim, borçlu bu adaletsiz durumu karşılayacak ekonomik güce sahip olsa bile dürüstlük kuralına aykırı ve adaletsiz bir durum söz konusu olduğunda karşı tarafında da durumu göz önünde tutularak uyarlama talep edilebilir.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumun, olağanüstü olması, sözleşme yapıldığı sırada önceden öngörülmemesi ve sözleşmenin tarafları tarafından da öngörülmesinin beklenmemesi Olağanüstü durumlara; savaş, salgın hastalık, ekonomik kriz, devalüasyon, doğal afetler, ithal ve ihraç yasağı, kıtlık örnek olarak verilebilir. Bu durumlar belirlenirken tarafların bilgisi ve uzmanlık alanları, sözleşmenin kurulduğu zamanın şartları, sözleşmenin türü, tarafların menfaatleri dikkate alınmalıdır.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durum, borçludan kaynaklanmamalıdır. Örneğin borçlu, sözleşmeden doğan borcunu zamanında ifa etse idi aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumdan etkilenmeyecek idi ise bu durumda borçlunun uyarlama talebinde bulunamaması gerekir. Fakat borçlu, temerrüde düşmede kusuru olmadığını ispat ederse uyarlama hükümlerine başvurabilir.
  • Taraflar sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmemiş olmalıdır ya da ifada bulunurken uyarlamadan doğan haklarını saklı tutmalıdır. Kural, ifada bulunduktan sonra uyarlama talep edilememesidir. Fakat borçlu, borcunu yerine getirirken uyarlamaya ilişkin haklarını saklı tutmuş ise ifayı gerçekleştirdikten sonra da uyarlama talebinde bulunabilir. Bu gibi bir durumda uyarlamanın sonucuna göre, ifa edilmiş olan kısım sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilecektir.

 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.11.2019 tarihli ve 2017/515 E., 2019/1233 K. sayılı kararında bu şartlar şu şekilde belirtilmiştir:

Ancak az yukarıda ifade edildiği üzere “sözleşmeye bağlılık” ilkesi esas olup, Sözleşmeye müdahale müessesesi istisnai nitelikte bir kurum olmakla yasa koyucu tarafından da bu kurumun uygulanması ancak anılan madde de belirtilen dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar; Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü durum ortaya çıkması, bu durumun borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkması, yine bu durumun sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmesi ve borçlunun borcunu henüz ifa etmemiş olması veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olması halidir. Bu dört koşulun birlikte gerçekleşmesi halinde ise borçlunun, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkı bulunmaktadır.”

Bu şartlar gerçekleşti ise borçlu, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edilebilir. Hakim, karşı edimin arttırılması, edim yükünün azaltılması, sözleşme süresinin uzatılması veya kısaltılması, ifa tarzının değiştirilmesi gibi uygun bulduğu biçimde uyarlama yapabilir.

Uyarlama yapılması mümkün değilse ya da uyarlama yapılması, hiçbir fayda sağlamayacak veya uyarlama yapılması karşı tarafın edimini yerine getirmesini güçleştirecek ise bu durumda uyarlama yerine dönme gündeme gelir. Sürekli edimli sözleşmelerde ifaya başlanmamış ise dönme, başlanmış ise fesih söz konusu olur.

TBK m. 138’de uyarlamanın aksine, dönme hakkının mahkemeler önünde kullanılması gerekliliğinden bahsedilmemiştir. Dolaysıyla, dönme hakkı, mahkeme önünde veya mahkeme dışında kullanılabilir.

Uyarlama daha çok ve sık bir biçimde uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir. Uyarlamanın en çok gündeme geldiği sözleşmelerden bir tanesi, sürekli edimli sözleşmelerden olan kira sözleşmeleridir. Kira sözleşmesinin temel unsurlarından biri olan kira bedeli için açılacak uyarlama davasını ve kira tespit davasını birbirine karıştırmamak gerekir. Kira tespit davasını taraflardan her biri hukuki bir yararı bulunduğu sürece ve sadece konut ve çatılı iş yeri kiraları söz konusu olduğunda açabilirken uyarlama davasının bütün kira sözleşmeleri için yukarıda belirttiğimiz bazı şartların varlığı halinde açılması mümkündür. Uyarlama davasıYargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/2910 E., 2020/6680 K. Sayılı kararında bu hususa şu şekilde değinmiştir:

Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi halinde kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir. O halde Mahkemece yapılacak iş; az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken ilke ve esaslar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, tüm bu veriler, kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi mücbir sebep sayılan doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde kira bedelinin tespitine yönelik karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Son zamanlarda verilen yargı kararlarına bakılacak olursa özellikle son dönemde hayatımızın her alanını etkileyen yüksek enflasyon oranları, kira bedellerinin kiralayan açısından uyarlamanın söz konusu olabilmesi için gereken, öngörülemez ve olağanüstü bir durum şartının bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıtay, 3. Hukuk Dairesi 2021/5067 E., 2021/7930 K. sayılı, 07/09/2021 tarihli kararında bu hususu şu şekilde açıklamıştır:

Somut olayda; taraflar arasında düzenlenen 16/08/2010 başlangıç tarihli, on yıl süreli kira sözleşmesine ilişkin, taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davacı, dava tarihi olan 19/03/2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere değişen hal ve şartlara göre kira bedelinin uyarlanmasını istemiştir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir.

ESER SÖZLEŞMESİNDE UYARLAMA

Eser sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Yüklenici, eseri yapıp teslim etmeyi taahhüt ederken iş sahibi bunun karşılığında bir bedel ödeme borcunu üstlenir. Taraflar, ödenecek bedeli sözleşme kurulurken ve kesin olarak belirlemişler ise bu bedel götürü bedeldir.

Eser sözleşmesi, sürekli ani edim karışığı bir sözleşmedir. Sözleşme ilişkisinin uzun bir süre alması bu sözleşmeler için uyarlama müessesesini son derece önemli kılmıştır. Bundan hareketle yasa koyucu, eser sözleşmesi için bedel bakımından uyarlamayı özel olarak düzenleme gereksinimi duymuştur. Şöyle ki:

MADDE 480- Bedel götürü olarak belirlenmişse yüklenici, eseri o bedelle meydana getirmekle yükümlüdür. Eser, öngörülenden fazla emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile yüklenici, belirlenen bedelin artırılmasını isteyemez.

Ancak, başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir.

Eser, öngörülenden az emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile iş sahibi, belirlenen bedelin tamamını ödemekle yükümlüdür.”

Eser sözleşmesinde bedel, önceden götürü bedel olarak belirlenmiş ise yüklenici sözleşmedeki bedelin değiştirilmesi istenemez fakat bu durum hakkaniyete ve adalete aykırı durumlar oluşturabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şartların varlığı halinde bu bedelin değiştirilmesi mümkün kılınmıştır:

  • Sözleşme kurulduğu sırada öngörülemeyen ya da öngörülüp sözleşmeye etki edeceği düşünülmeyen dolayısıyla dikkate alınmayan bir durum ortaya çıkmalıdır. Öngörülemeyen bu olay tespit edilirken işinde uzman ve özenle hareket eden yüklenici dikkate alınmalıdır. Yüklenicinin tacir olduğu durumlarda olağanüstü öngörülemeyen durum değerlendirmesi daha dar bir biçimde yapılmaktadır. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 02.06.2020 tarihli ve 2019/3771 E., 2020/1216 K. sayılı kararında yüklenicinin basiretli tacir olması nedeniyle uyarlamaya konu edilemeyecek durumlara şu şekilde bazı örnekler verilmiştir: “Uyarlama talebinin dayanağı olarak gösterilen ve davalının süre uzatımı verdiği, ruhsat alımındaki gecikme, numunelerin incelenme süresi, hakediş ödemelerindeki gecikme, anıtlar kurulunca projenin onaylanmasındaki gecikme, iş artışı ile mevsim nedeniyle çalışılmayan günler, iş artışı ve özellikle Anıtlar Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi eser sözleşmelerindeki gecikme ve süre uzatımları sözleşmenin yapıldığı sırada işinin ehli olup basiretli bir tacir gibi hareket etmesi gereken yüklenici tarafından öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum niteliğinde değildir.”
  • Yüklenicinin TBK m. 480/2’ye göre sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını istemesi veya sözleşmenin sona ermesini talep etmesi için başlangıçta öngörülemeyen, olağanüstü durumlardan dolayı sözleşmede belirlenen götürü bedelle eserin tamamlanması mümkün olmamalı veya son derece güçleşmelidir.
  • Öngörülemeyen durumun müteahhide yüklenemeyen sebeplerle ortaya çıkması gerekir.
  • Yüklenicinin meydana gelen olağanüstü durumu iş sahibine bildirmesi gerekir. Bildirmez ise uyarlama fırsatından yararlanamaz. Bu şart, yüklenicinin göstermesi gereken özen yükümlülüğünün bir gereğidir.
  • Yüklenici, uyarlamadan doğan haklarından önceden vazgeçmemiş ve sınırlandırmamış olmalıdır.

Bu şartlar yerine geldiğinde yüklenici, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını talep edebilir. Fakat sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması mümkün değilse veya iş sahibinin uyarlamaya katlanması dürüstlük kuralları gereği ondan beklenemeyecek ise bu durumda sözleşmeden dönme zorunluluğu doğacaktır. Dönme, sözleşmeyi bütün sonuçları itibariyle baştan itibaren sona erdireceğinden bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu gibi durumlarda dönme yerine sözleşmenin feshi gündeme gelecektir.

Eser sözleşmesinin götürü bedel dışındaki diğer unsurlarının ya da bedelin götürü bedel şeklinde düzenlenmediği durumlarda bedelin uyarlanması, genel hükümlere göre istenebilecektir.

Özellikle, günümüzdeki yüksek enflasyon oranları ve eser sözleşmelerinin ifa edilmesinin uzun zaman alması nedeniyle eser sözleşmesinde uyarlama büyük önem arz etmektedir.

 

ORTAKLIĞIN GİDERİLMESİ DAVASININ AÇILAMAYACAĞI HALLER

ORTAKLIĞIN GİDERİLMESİ DAVASININ AÇILAMAYACAĞI HALLER

05 Mar Salı
21:13

UYARLAMA DAVASI – AV. MURAT TEZCAN – HATİCE NUR GÖKŞİN


UYARLAMA DAVASI

Bazı sözleşmelerin kurulduğu an ve ifa anı farklılık gösterebilir. Bu tür sözleşmelerde sözleşmenin kurulduğu an ve ifa zamanı arasında geçen süre zarfında, tarafların öngörmediği ve öngörmesinin de beklenmediği bazı değişiklikler meydana gelebilir. Bu değişikliklerle beraber, tarafların sözleşme ilişkisine girdiği sırada temel aldığı tasavvurlar da değişebilir. Bu tarz değişiklikler sözleşmede başlangıçta kurulmuş olan taraflar arası menfaat dengesinin bozulmasına sebebiyet verir.

Sözleşmeler hukukuna egemen olan ahde vefa ilkesi, sözleşmede yer alan hükümlere bağlı kalmayı ve sözleşme hükümlerine uygun davranmayı ifade eder. Fakat bu ilke bazı durumlarda, özellikle sözleşmenin kurulduğu zamanki şartların ifa anına kadar geçen sürede değişmesi sebebiyle hakkaniyete uygun olmayan neticelere sebebiyet verebilir. Bu gibi bir durumda borçludan sözleşmeye bağlı kalmasının ve sözleşmedeki borcunun ifasının talep edilmesi adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Nitekim, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 30.05.2012 tarihli ve 2012/8973 E., 2012/13817 K. sayılı kararında da benzer hususlara değinmiştir:

Gerçekten de sözleşmeye bağlılık ilkesi, hukuki güvenlik, doğruluk, dürüstlük kuralının bir gereği olarak sözleşme hukukunun temel ilkesini oluşturmaktadır. Ancak bu ilke özel hukukun diğer ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sözleşme yapıldığında karşılıklı edimler arasında mevcut olan denge sonradan şartların olağanüstü değişmesiyle büyük ölçüde tarafların biri aleyhine katlanılamayacak derecede bozulabilir. İşte bu durumda sözleşmeye bağlılık ve sözleşme adaleti ilkeleri arasında bir çelişki hasıl olur ve artık bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalmak adalet, hakkaniyet ve objektif hüsnüniyet (M.K. Md.4,2) kaidelerine aykırı bir durum yaratır hale gelir. Hukukta bu zıtlık (Clausula Rebüs Sic Stantibus- Beklenmiyen hal şartı–sözleşmenin değişen şartlara uydurulması) ilkesi ile giderilmeye çalışılmaktadır.”

Ortaya çıkan bu adaletsiz durumların önlenmesi adına, uyarlama kavramı ortaya çıkmıştır. Uyarlama, geleceğe ilişkin bir sorun olduğundan daha çok uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir ve sözleşmenin değişen şart ve koşullara uygun duruma getirilmesi olarak tanımlanabilir. Uyarlamanın amacı, sözleşmenin varlığını muhafaza etmek ve sözleşmeyi ayakta tutmaktır. Sözleşmenin devamını engelleyecek durumlardan bir tanesi de taraflar arasındaki menfaat dengesinin bozulmasıdır. Bu açıdan uyarlama, taraflar arsındaki menfaat dengesinin korunmasına ve değişen koşullar nedeniyle bir tarafa yüklenen riskin paylaştırılmasına hizmet eder. Yasa koyucu, uyarlama müessesesini Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümler kısmında şu şekilde düzenlemiştir:

MADDE 138- Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını kullanır.

Bu madde hükmü yabancı para borçlarında da uygulanır.”

Uyarlama, esasen dayanağını TMK m. 2’de öngörülen dürüstlük kuralından almaktadır ve sürekli ve ani edimli sözleşme olması fark etmeksizin kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça bütün sözleşmeler için gerçekleşebilir. Taraflar isterse sözleşme serbestisi ilkesi gereği, tarafı oldukları sözleşmelere uyarlama hükmü koyabilir. Uyarlama, sözleşmeler hukukunun temel ilkelerinden biri olan ahde vefa ilkesinin bir istisnası niteliğinde olduğundan talep edilebilmesi için bazı şartların varlığı aranmaktadır. Bu şartları şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Sözleşme kurulduktan sonra, tarafların edimleri arasındaki dengenin bozulması ve bu bozulmaya borçlunu katlanmasının dürüstlük kuralına, adalet ve hakkaniyete göre beklenememesi gerekmektedir. Bu durum, işlem temelinin çökmesi olarak da ifade edilebilir. Aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum, sözleşmenin kurulduğu sırada var fakat sözleşmenin tarafları bundan haberdar değilse uyarlama hükümlerine başvurulamaz. Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan ve aşırı ifa güçlüğüne neden olan bu durum borçlunun ekonomik olarak mahvına sebebiyet verme şeklinde yorumlanmamalıdır nitekim, borçlu bu adaletsiz durumu karşılayacak ekonomik güce sahip olsa bile dürüstlük kuralına aykırı ve adaletsiz bir durum söz konusu olduğunda karşı tarafında da durumu göz önünde tutularak uyarlama talep edilebilir.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumun, olağanüstü olması, sözleşme yapıldığı sırada önceden öngörülmemesi ve sözleşmenin tarafları tarafından da öngörülmesinin beklenmemesi Olağanüstü durumlara; savaş, salgın hastalık, ekonomik kriz, devalüasyon, doğal afetler, ithal ve ihraç yasağı, kıtlık örnek olarak verilebilir. Bu durumlar belirlenirken tarafların bilgisi ve uzmanlık alanları, sözleşmenin kurulduğu zamanın şartları, sözleşmenin türü, tarafların menfaatleri dikkate alınmalıdır.
  • Aşırı ifa güçlüğüne neden olan durum, borçludan kaynaklanmamalıdır. Örneğin borçlu, sözleşmeden doğan borcunu zamanında ifa etse idi aşırı ifa güçlüğüne neden olan durumdan etkilenmeyecek idi ise bu durumda borçlunun uyarlama talebinde bulunamaması gerekir. Fakat borçlu, temerrüde düşmede kusuru olmadığını ispat ederse uyarlama hükümlerine başvurabilir.
  • Taraflar sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmemiş olmalıdır ya da ifada bulunurken uyarlamadan doğan haklarını saklı tutmalıdır. Kural, ifada bulunduktan sonra uyarlama talep edilememesidir. Fakat borçlu, borcunu yerine getirirken uyarlamaya ilişkin haklarını saklı tutmuş ise ifayı gerçekleştirdikten sonra da uyarlama talebinde bulunabilir. Bu gibi bir durumda uyarlamanın sonucuna göre, ifa edilmiş olan kısım sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre geri istenebilecektir.

 

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 28.11.2019 tarihli ve 2017/515 E., 2019/1233 K. sayılı kararında bu şartlar şu şekilde belirtilmiştir:

Ancak az yukarıda ifade edildiği üzere “sözleşmeye bağlılık” ilkesi esas olup, Sözleşmeye müdahale müessesesi istisnai nitelikte bir kurum olmakla yasa koyucu tarafından da bu kurumun uygulanması ancak anılan madde de belirtilen dört koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bunlar; Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü durum ortaya çıkması, bu durumun borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkması, yine bu durumun sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmesi ve borçlunun borcunu henüz ifa etmemiş olması veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olması halidir. Bu dört koşulun birlikte gerçekleşmesi halinde ise borçlunun, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme hakkı bulunmaktadır.”

Bu şartlar gerçekleşti ise borçlu, hakimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması talep edilebilir. Hakim, karşı edimin arttırılması, edim yükünün azaltılması, sözleşme süresinin uzatılması veya kısaltılması, ifa tarzının değiştirilmesi gibi uygun bulduğu biçimde uyarlama yapabilir.

Uyarlama yapılması mümkün değilse ya da uyarlama yapılması, hiçbir fayda sağlamayacak veya uyarlama yapılması karşı tarafın edimini yerine getirmesini güçleştirecek ise bu durumda uyarlama yerine dönme gündeme gelir. Sürekli edimli sözleşmelerde ifaya başlanmamış ise dönme, başlanmış ise fesih söz konusu olur.

TBK m. 138’de uyarlamanın aksine, dönme hakkının mahkemeler önünde kullanılması gerekliliğinden bahsedilmemiştir. Dolaysıyla, dönme hakkı, mahkeme önünde veya mahkeme dışında kullanılabilir.

Uyarlama daha çok ve sık bir biçimde uzun süreli sözleşmelerde gündeme gelir. Uyarlamanın en çok gündeme geldiği sözleşmelerden bir tanesi, sürekli edimli sözleşmelerden olan kira sözleşmeleridir. Kira sözleşmesinin temel unsurlarından biri olan kira bedeli için açılacak uyarlama davasını ve kira tespit davasını birbirine karıştırmamak gerekir. Kira tespit davasını taraflardan her biri hukuki bir yararı bulunduğu sürece ve sadece konut ve çatılı iş yeri kiraları söz konusu olduğunda açabilirken uyarlama davasının bütün kira sözleşmeleri için yukarıda belirttiğimiz bazı şartların varlığı halinde açılması mümkündür. Uyarlama davasıYargıtay 3. Hukuk Dairesi 2020/2910 E., 2020/6680 K. Sayılı kararında bu hususa şu şekilde değinmiştir:

Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi halinde kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir. O halde Mahkemece yapılacak iş; az yukarıda açıklanan uyarlama davalarında uygulanması gereken ilke ve esaslar, belirtildiği şekilde tek tek ortaya konulmalı ve konularında uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan, tüm bu veriler, kiralananın niteliği, kullanma alanı, konumu, bölgedeki kira parasını da etkileyecek normalin üstündeki imar ve ticaret değişiklikleri, emsal kira paraları, vergi ve amortisman giderlerindeki artışlar, döviz kurlarındaki ani ve aşırı iniş ve çıkışlar ile ülkeyi sarsan ciddi ekonomik kriz veya deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi mücbir sebep sayılan doğal afetlere bağlı ödeme esaslarının yeniden düzenlenmesini gerektirecek olayların varlığı araştırılıp değerlendirilmek suretiyle bir rapor alınmalı ve hasıl olacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde kira bedelinin tespitine yönelik karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.”

Son zamanlarda verilen yargı kararlarına bakılacak olursa özellikle son dönemde hayatımızın her alanını etkileyen yüksek enflasyon oranları, kira bedellerinin kiralayan açısından uyarlamanın söz konusu olabilmesi için gereken, öngörülemez ve olağanüstü bir durum şartının bir görünüş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yargıtay, 3. Hukuk Dairesi 2021/5067 E., 2021/7930 K. sayılı, 07/09/2021 tarihli kararında bu hususu şu şekilde açıklamıştır:

Somut olayda; taraflar arasında düzenlenen 16/08/2010 başlangıç tarihli, on yıl süreli kira sözleşmesine ilişkin, taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davacı, dava tarihi olan 19/03/2015 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere değişen hal ve şartlara göre kira bedelinin uyarlanmasını istemiştir. Uzun süreli kira sözleşmelerinde edimler arasındaki dengenin aşırı bozulması ve sözleşmenin taraflar açısından çekilmez hale gelmesi durumunda kira parasının günün ekonomik koşullarına uyarlanması için her zaman “ uyarlama “ davası açılabilir.

ESER SÖZLEŞMESİNDE UYARLAMA

Eser sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Yüklenici, eseri yapıp teslim etmeyi taahhüt ederken iş sahibi bunun karşılığında bir bedel ödeme borcunu üstlenir. Taraflar, ödenecek bedeli sözleşme kurulurken ve kesin olarak belirlemişler ise bu bedel götürü bedeldir.

Eser sözleşmesi, sürekli ani edim karışığı bir sözleşmedir. Sözleşme ilişkisinin uzun bir süre alması bu sözleşmeler için uyarlama müessesesini son derece önemli kılmıştır. Bundan hareketle yasa koyucu, eser sözleşmesi için bedel bakımından uyarlamayı özel olarak düzenleme gereksinimi duymuştur. Şöyle ki:

MADDE 480- Bedel götürü olarak belirlenmişse yüklenici, eseri o bedelle meydana getirmekle yükümlüdür. Eser, öngörülenden fazla emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile yüklenici, belirlenen bedelin artırılmasını isteyemez.

Ancak, başlangıçta öngörülemeyen veya öngörülebilip de taraflarca göz önünde tutulmayan durumlar, taraflarca belirlenen götürü bedel ile eserin yapılmasına engel olur veya son derece güçleştirirse yüklenici, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı veya karşı taraftan beklenemediği takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Dürüstlük kurallarının gerektirdiği durumlarda yüklenici, ancak fesih hakkını kullanabilir.

Eser, öngörülenden az emek ve masrafı gerektirmiş olsa bile iş sahibi, belirlenen bedelin tamamını ödemekle yükümlüdür.”

Eser sözleşmesinde bedel, önceden götürü bedel olarak belirlenmiş ise yüklenici sözleşmedeki bedelin değiştirilmesi istenemez fakat bu durum hakkaniyete ve adalete aykırı durumlar oluşturabilir. Dolayısıyla aşağıdaki şartların varlığı halinde bu bedelin değiştirilmesi mümkün kılınmıştır:

  • Sözleşme kurulduğu sırada öngörülemeyen ya da öngörülüp sözleşmeye etki edeceği düşünülmeyen dolayısıyla dikkate alınmayan bir durum ortaya çıkmalıdır. Öngörülemeyen bu olay tespit edilirken işinde uzman ve özenle hareket eden yüklenici dikkate alınmalıdır. Yüklenicinin tacir olduğu durumlarda olağanüstü öngörülemeyen durum değerlendirmesi daha dar bir biçimde yapılmaktadır. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi, 02.06.2020 tarihli ve 2019/3771 E., 2020/1216 K. sayılı kararında yüklenicinin basiretli tacir olması nedeniyle uyarlamaya konu edilemeyecek durumlara şu şekilde bazı örnekler verilmiştir: “Uyarlama talebinin dayanağı olarak gösterilen ve davalının süre uzatımı verdiği, ruhsat alımındaki gecikme, numunelerin incelenme süresi, hakediş ödemelerindeki gecikme, anıtlar kurulunca projenin onaylanmasındaki gecikme, iş artışı ile mevsim nedeniyle çalışılmayan günler, iş artışı ve özellikle Anıtlar Yüksek Kurulu’nun denetimine tabi eser sözleşmelerindeki gecikme ve süre uzatımları sözleşmenin yapıldığı sırada işinin ehli olup basiretli bir tacir gibi hareket etmesi gereken yüklenici tarafından öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum niteliğinde değildir.”
  • Yüklenicinin TBK m. 480/2’ye göre sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını istemesi veya sözleşmenin sona ermesini talep etmesi için başlangıçta öngörülemeyen, olağanüstü durumlardan dolayı sözleşmede belirlenen götürü bedelle eserin tamamlanması mümkün olmamalı veya son derece güçleşmelidir.
  • Öngörülemeyen durumun müteahhide yüklenemeyen sebeplerle ortaya çıkması gerekir.
  • Yüklenicinin meydana gelen olağanüstü durumu iş sahibine bildirmesi gerekir. Bildirmez ise uyarlama fırsatından yararlanamaz. Bu şart, yüklenicinin göstermesi gereken özen yükümlülüğünün bir gereğidir.
  • Yüklenici, uyarlamadan doğan haklarından önceden vazgeçmemiş ve sınırlandırmamış olmalıdır.

Bu şartlar yerine geldiğinde yüklenici, sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını talep edebilir. Fakat sözleşmenin yeni koşullara uyarlanması mümkün değilse veya iş sahibinin uyarlamaya katlanması dürüstlük kuralları gereği ondan beklenemeyecek ise bu durumda sözleşmeden dönme zorunluluğu doğacaktır. Dönme, sözleşmeyi bütün sonuçları itibariyle baştan itibaren sona erdireceğinden bazı durumlarda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilir. Bu gibi durumlarda dönme yerine sözleşmenin feshi gündeme gelecektir.

Eser sözleşmesinin götürü bedel dışındaki diğer unsurlarının ya da bedelin götürü bedel şeklinde düzenlenmediği durumlarda bedelin uyarlanması, genel hükümlere göre istenebilecektir.

Özellikle, günümüzdeki yüksek enflasyon oranları ve eser sözleşmelerinin ifa edilmesinin uzun zaman alması nedeniyle eser sözleşmesinde uyarlama büyük önem arz etmektedir.

 

3WTURK CMS v8.4.0